26.12.2008

yalanlar üstüne, gözüm, yılbaşı...


cumartesi işten sonra Body Of Lies’ a gittik sevdicekle..
türkçesi “ yalanlar üstüne “..
başrollerde Leonardo Di Caprio ve Russell Crowe oynuyor..
fakat size anlatamam,
gidip görmeniz lazım ikisi de nasıl döktürüyor…
oyunculuk böyle yapılır dedirtiyor..

ama film asıl “ Hani “ karakteriyle sağ gösterip sol vuruyor..
perdede ilk gözüktüğü andan itibaren,
nasıl da baskınlığını hissettiriyor,
nasıl da avucunun içine alıveriyor sizi,
ürdünlü istihbarat şefi Hani..

filmin konusundan bahsedeceğim ama basitleştirir miyim diye korkuyorum.
çünkü “ işin içinde ajanlar var “ diyince,
tipik bir “ ajan hikayesi “ olarak algılanmasını ihtimal dahilinde buluyorum.
oysa ki değil.
evet onlar da var filmin içinde.
ama olup bitenler bunun çok ötesinde.

ırak’ ta olanlar,
ortadoğu meseleleri,
yani yanı başımızda her gün kanla yazılmaya devam etmekte olan “ yakın tarih “
- ne yakını düpedüz bugün işte – ilginizi çekiyorsa,
seyredin.
ilginizi çekmiyorsa da seyredin.
sinema zevki için..

o kadar sıkmayan bir film ki..
öyle gerçek ki..
sizi rahat koltuğunuzdan alıp içine çekiveriyor.
mükemmel bir ikinci yarıyla,
“ wayyy beee way beee “ dedirterek çıkarttı salondan ikimizi.

uzun zamandır izlediğim en iyi film.
zaten ridley scott’ a uzun zamandır kefilim.
ama bu da bi A+ olmuş diğer tüm yaptıklarının üstüne.
ben en iyi film dalında,
en iyi yönetmen dalında ve tabii oyunculuklarda mutlaka Oscar adaylığı bekliyorum.
daha görmediğimiz ama adı geçen çok film var tabii ama,
erken konuşmak pahasına söylüyorum:
bu çok çok iyi bir film!

pazartesi sol gözüm için
- artık sonunda dayanamayıp -
alman hastanesi’ ne gittim.
detaylı bir muayeneden geçtim.
mühim olmamakla beraber,
göz kapağımdaki epitel hücrelerle ilgili bir sorunmuş.
iyi bakım gerektiriyormuş.
gerekli ilaçları aldım,
kullanmaya başladım.
ayrıca gözlükten nefret eden,
güneş gözlüğünü bile 10 dk.da bir takıp çıkartan,
kargadan başka kuş lensten başka optik malzeme tanımam diyen ben,
bu tip lens takamadığım durumlar için bir de gözlük aldım.
en hafifinden,
en görünmeyen ve hissedilmeyeninden.
2 akşamdır evde takıyorum.
ama yürürken filan tuhaf hissediyorum.

beni artık sevmeyeceksin diye tutturdum sevdiceğe.
- 1.si gözünde gözlük olduğu belli bile değil. 2.si gözünde gözlük
olduğunu fark ettiğimde bile ben karşımda çok entelektüel gözüken güzel bi kız görüyorum. bu da değişik bi hava kattı sana, dedi.

inansam mı bilemiyorum..

evlendikten sonraki ilk yılbaşım…
ve ben evde ağaç süslenmesine filan feci alışkınım!
kendimi bildim bileli ağaç süslenir bizim evde,
klişe filan demez acaip severim ben de.

doğal olarak ağaç isterim diye tutturdum..
çıktık..
gezerken gezerken,
küçük bi şey alır koyarız filan derken,
bi baktık,
2 metrelik süper bi ağaç almışız!
-napiyim duramadım-
süsleriyle filan devasa bi güzellik oldu evin içinde.
( daha sonra resim koyabilirim )
ne kar spreyini eksik ettik,
ne ışıklarını,
ne tepesindeki yıldızını.
alışveriş merkezi gibi oldu evin içi diye dalga geçiyoruz.
ama kocamannnnn ağacımı çok seviyoruz..

kediyi yanına yanaştırmayacağız diye biraz uğraşıyoruz
ama çok da takmıyoruz.
salona girip çıktıkça devasalığına selam çakıyoruz..

bu arada yeni yıl yavaş yavaş yaklaşıyor…
galiba mutluyuz…



24.12.2008

ihanet...


trendeyiz..
önümüzde oturan çiftle ufak tefek sohbet ediyoruz..
fakat yorulmuşuz yol almaktan….

ben de yorgunluktan,
gözlerimi usulca kapatıyorum..
uyumasam da sallana sallana bir süre öyle gidiyorum….
bir süre..
o süre sonunda gözlerimi açıyorum..
!!!
bakıyorum..
benim “ sevdicek “ ön tarafta oturan kızla öpüşüyor..
gözlerimin önünde..
sırf ben uyuyorum diye!!
kızın yanındaki herif de önündeki sıra-masa benzeri şeye kapaklanmış horulduyor..
“ saflar “ derin uykudayken tilkiler iş başında yani.

bu kadar da olmaz diyorum..
insan bu kadar adi,
bu kadar şerefsiz,
bu kadar yüzsüz olamaz!
o-la-maz!
derhal ben de normalde o-la-ma-ya-cak bir tepki veriyorum:
kıza tokat atıyorum..

asla işim olmaz tokatla - kaba kuvvetle..
o yüzden ben de inanamıyorum ama atıyorum işte!
ikisi de şaşırıyorlar “ uyandığıma “ ..
bağırıp çağırıyorum ama ne söylediğimi hatırlamıyorum şimdi..
kafanızda tasarlayın, envai çeşit hakaretler..
sonra da basıp gidiyorum…

ertesi gün..
kızı buluyorum..
kıza gidiyorum…
sevdicek o kadar çok “ yanlış anladın, bi dinlesen “ diye yalvarmış ki,
acaba yanlış mı gördüm diye inanmaya başlıyorum..
kıza soracağım…
soruyorum:
- aranızda bir şey var mı?
- dün yoktu ama sen o kadar aşırı tepki gösterdin ki, bugün artık evet aramızda bi yakınlaşma oldu!

ne demekse!
bizimki kıza “ acıdı “ herhalde..
yavrum benim yüzümden ne durumlara düştü filan diye..
şimdi de “ çıkıyorlarmış “..
delirmek üzereyim!!!
en sinkaflı küfürleri savuruyorum.

sebebini de bilmiyorum.
seni istemeyeni sen hiç isteme! di mi?
benim hayat felsefem bu!
ne kimsenin peşinden koşarım,
ne “ beni neden tercih etmedi “ diye aldatanı sorgularım..
bittiyse bitmiştir,
basit..

ama içimde nasıl bir acı..
sebebini açıklayamamanın kaygısıyla da beraber…
“ ulan bu kadar mı koyacaktı “ yı kendime yediremiyorum..
bi de gözümün önünde olmasını..
uçakta bile tuvalete kapanıyorlar be!
yok,
dayanamıyorum.

sinirden yüzüm sımsıcak,
yumruklarım sımsıkıyken…
birden..
uyanıyorum..

dibimde..
yüzü bana dönük mışıl mışıl uyuyor..
normalde böyle uyumayız ki biz..
sanki uyanıp direkt yüzünü karşımda görmem bile,
bir güç tarafından planlanıyor..

ama içimdeki kızgınlık birden soğumuyor..
yavaş yavaş,
kendime az öncekinin sadece bir rüya olduğunu söyleye söyleye,
uzun bir zaman içinde sakinleşebiliyorum…

bir süre sonra da seviniyorum:
tabii ya, kıza tokat atar mıydım hiç rüya olmasa?
hele ertesi gün gidip kızı bulmak,
aralarında ne olduğunu sorgulamak?
asla!
bırakırdım gitsinler nereye gidiyorlarsa..

diyorum..
ancak şeytanın avukatlığını yapmadan da duramıyorum:
bu rüyayı ben görmedim mi?
çok çok çok derinlerden de olsa,
bu görüntüleri bilinçaltından ben çekip çıkarmadım mı?
benim içimde de ihaneti kaldıramayacak,
vahşi mi kaplan, sinirli mi dişi bir ruh var mı?
kendim hakkında “ biliyorum da söylüyorum “
diye bilmişlik ettiğim onca şey,
aslında kocaman birer yalan mı?

kendimizi tanımıyor muyuz biz yoksa hiç?
ya da ben bir rüyaya olmayacak anlamlar yükleyen tuhaf bi insan olmakla,
ruh çözümlemelerimi bu tip hezeyanlarıma dayandırmakla mı yetineceğim?

tekrar uyuyorum..
tekrar uyanıyorum..
hemen uyanınca değil..
akşama doğru,
laf arasında sevdiceğe rüyadan bahsediyorum:

- beni aldattığını gördüm şu da oldu bu da oldu rüyada bi de bu oldu..
- hadi ya alla alla..
- (gülerek) ne alla alla? kesin bi şey yapıosun da yüce rabbim gösterdi bana rüyamda..
- yok yaf.. akşam seyrettiğimiz oyundan etkilenmişsindir sen,
diyor..

görüyorsunuz..
yorumu nasıl yapıştırıyor..
bilinçaltımı ya da karakterimi sorgulamıyor..
dümdüz bir mantıkla,
cinayet filmi izlemiş olsak cinayet görecektim ona göre rüyamda,
olan bu..

bir kez daha hayran kalıyorum..
kadınlar bunca mevzunun arkasından önünden dönüp dolaşıp,
kendilerini bin bir tilkinin insafına bırakırken,
erkekler her konuyu,
ama her konuyu,
nasıl da düz bir mantıkla çözümleyip olayı hemen arkalarında bırakıyorlar..

haklarını teslim ediyorum..
ve önlerinde saygıyla eğiliyorum…



18.12.2008

hayat kötü, futbol güzel...


şimdi yaşamın sıkıntı vermesi
ya da biz zaten sıkıldığımız için hayatın üstümüze gelmesi konusunda yazmayacağım.
ama sıkıntılıyım.
sebebi : gözüm.

bildiğiniz göz işte.
mütemadiyen çevresini mavi-yeşil farlarla renklendirdiğim,
kirpiklerini rimellediğim,
siyah sürmelerle altını çizdiğim,
kıymetlilerim.
bunlardan biri rahatsız.
akıyor ve batıyor.
ben de 5-6 yıldır lens kullanıyorum
( renkli falan değil, bildiğin gözüm bozuk )
ve bu batmaları filan pek takmıyorum
- normalde -
damlamı damlatıp yatıyorum,
sabaha geçiyor.
bu sefer geçmedi.
kaç gündür.
bugün lensimi de takamadım.
flu görüyorum dünyayı.

şirkette bağıra çağıra telefonda konuşanlara sinir oluyorum haliyle.
aslında normaldir finans işinde.
iki kulakta 2 ayrı telefonla konuştuğumuz bile olur.
ama bugün batıyor işte.
gözüm.

derbi sohbetleri yükselmiş vaziyette.
haftasonu oynayacağız ya jimnastik kulübü ile..
ben ki “ iyi bir “ …
hatta “ çok iyi bir “ Galatasaraylıyım..
her hafta sonu bütün GS maçlarını+FB maçlarını izlerim.
sevdicek febeli..
bana diyor ki sen GS’ lı olduğun kadar anti fenerlisin..
öyle zevkle seyrediyorum yani febe maçlarını,
ama karşı takımı tutarak.
hele bu senenin ilk 5-6 maçında.
kafa göz giriyorduk neredeyse birbirimize..:))
- iyi Galatasaraylıyız dedik -
ayrıca şampiyonlar ligi – UEFA – Türkiye kupası vs vs vs ne maçı varsa izlerim.
üzerine oturur spor programlarını da izlerim.
ama bu haftaki maçın havasına giremedim hiç.
işlerden herhalde..

son 10 yıldır BKJ’ ye ali sami yen’ de 1 kere yenildik sadece.
( olimpiyat stadındaki ali aydın resitalini saymadım,
ali sami yen diyorum bakınız. )
son maçlarda artık gol atmıyoruz,
bariz show yapıyoruz.
reklamda filan al koy bu hareketleri,
izlersin.
Lincoln topu sektirerek sürüyor
- bak terbiyesiz -
kaleye bakmadan topuğuyla goller atıyor,
Milan Baros, Arda, Kewell,
hepsi sanki kameralara oynuyor,
bu sene 1-2 maç hariç,
Galatasaray’a tarafsız bir gözle bakılsa da,
yalnız futbol zevki açısından bile seyrine doyum olmuyor.
hele Benfica ve Hertha Berlin maçları,
nefissss…

fakat derbi sendromumuz
ve arada bir tutan:
“ biz hep kazanıyoruz olm yedik sizi “ umursamazlığımız,
saçma kazalara yol açabiliyor,
bazen..
( bkz. febe maçı – hay bin kunduz - )

o yüzden hiçbir önemli maçtan önce
“ asarız keseriz oyarız “ diye konuşmuyorum.
küçük hanımefendi filan olduğumdan değil,
top yuvarlak olduğundan.
hakemler de ha keza,
yuvarlak.
belli olmaz yani.

herkes futbol sevmez diye her hafta bu konuya girmiyorum,
ama girmişken size ilk nasıl GS’ lı olduğumu anlatarak bitireyim.
daha doğrusu Galatasaraylılığımı dünyaya nasıl deklare ettiğimi anlatarak..
( komik çünkü )
şimdi
annemin anlattıklarından aktarıyorum,
ben de hayal meyal hatırlıyorum.
3,5 yaşında filanım.
ben o zamanlar hesapta karar veremiyorum,
bi GS’ lıyım diyorum bi BJK’ lı..
çünkü annem BJK’ lı,
babam GS’ lı…

bir gün yine maç var iki takım arasında..
ben diyorum ki kim kazanırsa onu tutacağım artık bundan sonra.
annem bir koltukta oturuyor,
babam bir koltukta.
BJK gol atınca hop annemin yanına koşuyorum,
GS gol atınca hoooooop babamın yanına..
müthiş geçiyor maç..
ve yeniliyor Galatasaray..
ben tamam diyorum “ artık beşiktaşlıyım.. “

aradan birkaç saat geçiyor..
annem mutfakta yemek yapıyor..
yanına gidiyorum…
“ ama dudaklarını nasıl sarkıtmışsın “ diye anlatır hep annem..
“ ağladın ağlayacaksın.
beni de küstürmek istemiyorsun belli.
ama titreyen minicik çenenle,
bomba cümleni patlatıyorsun:
anneeeeeee ben galatasarayı bırakamıyorummmmmmm “

bak bak bak!!!
bırakamıyormuşum…
sanki ben elinden tutmasam düşüp ölecek koca Galatasaray..
bana muhtaç yani,
ortada bırakamam.
cümlede bu duygu var.
ayrıca 3,5 yıllık hayatında,
ne zaman bağlandın da ukala ukala annenin karşısına geçip
“ bırakamıyorum “ diyecek seviyeye geldin?
sanki 30 yıllık sigara tiryakisi,
doktoruna serzenişte bulunuyor:
bı-ra-ka-mı-yor-um..

bu bağlılık 3,5 yaşında çocuğun aklıyla oluşmayacağına göre,
bu hikayeyi duyunca kesin karar veriyorum,
o zamandan beri ben doğuştan Galatasaraylıyım diyorum…

bu maçta yenersek bizim için çok iyi olacak.
yenilsek ne olacak?
“ bırakacak mıyız? “ takımımızı?
yooooo..
yenilgi sebebine bakacağız:
1-) hakem hatasıysa
“ üzülmeyin aslanlar “ diye oyuncuların sırtını sıvazlayacağız,
2-)0-0 giderken şanssız bi golle yenilirsek
- bkz. Metalist maçı –
“ napalım önümüzdeki maçlara bakacağız “ diyeceğiz.
3-)eze eze yenerlese bizi
“ ya böyle mi oynanır o kadar para alıolar bi de yatıo haytalar “ diye ekrana bağıracağız.

ama gönlümüzde GS’ ın yeri,
imgesi,
o pırıl pırıl imgesi,
hiç değişmeyecek.
kolejli, aristokrat, parası suyunu çekmiş eski zengin,
hakkımızda ne derlerse desinler,
çocuğumuzu yine ezdirmeyeceğiz.

hani “ evde kızarlar “ ya anneler,
benimki öyle yapardı.
dışarıda ennn suçlu halimde bile
“ yapacak tabi çocuk o ne vaaaarrr “ diye kaplanlaşırken millete,
evde:
- yaptığın çok yanlıştı, beni çok zor durumda bıraktın diye azarlardı.

biz de bi hata görürsek “ oğlumuzda “,
evde kızacağız..
5 dk sonra da:
- gel kurabiye yaptım, diye yanımıza çağırıp bağrımıza basacağız…

yafff..
duygulandım..
“ kıro sporu, iğrenç tükürük saçan erkeklerin pis dünyası “ gibi görmeseniz,
siz de gerçekten içine girseniz,
çok büyülü bir dünya,
çok güzel bir şey şu futbol be! edit : kazandıkkkkk.. sevindikkkk..gururlandıkkkkk.. " bir futbol akşamında " daha buluşuncaya değin, lütfen hep beraber:
göklerde yıldızzzzzzzz kalplerde bir ay...sporun beşiğiiiii galatasarayyyy..re re re rara ragasray gasray cim bom bom bommmm!!!!

15.12.2008

yemek masasından bi zahmet kalkılsın...


nooolur nooolur seyretmeyelim artık bunları lütfennnn..
yalvarırım gerekirse
ve serilirim de ayaklarınız önüne ama,
lütfen yani artık.

bayram tatili boyunca aralıksız yayınlanan “ yemekteyiz “ programından,
ısrarla ve sonsuzca kaçınıyorum.
ancak eve gelen her misafirin,
ilk çekingenliği üzerinden atıp da
- hani misafirler ilk geldiğinde nasıl oturacaklarını bile bilemezler -
hakkımızda “ rahat insanlar ayol bunlar “ intibaını edindikten sonra,
kumandayı eline geçirdiği bir an oluyor:
bakalım ne varmış?

ben mutfaktan çay – kahve vs getirene kadar açıp buluverdikleri de bu:
yemekteyiz.
misafire hürmetimiz bitimsiz bittabi,
lakin,
gözlerimin geriye dönüp “ değiştirinnn şu kanalı “ diye bağırmam da bir oluyor,
bu manzarayı görmemle.
10 sn.lik yemekteyiz izlemeleri yetiyor muhabbeti zehirlemeye fakat.
sonra artık,
“ şu hanım geçen akşam bunu pişirmişti de,
öbürü fenalık geçirmişti “ den öteye geçemeyen söz öbekleri.
“ yeter, kesin, susun “ anlamına gelecek en kibar kelimeleri seçmeye çalışıyorum,
yine de bir zaman kurtulamıyorum onların bu “ sakız “ sohbetinden.
ne kadar çiğnesen yutulamıyor, zira.

benim tek yorumum:
bunlar şimdi rakiplerine mi oy veriyorlar?
bizde rakibine adaletli oy verme müessesesi gelişmemiştir ya,
ona şaşırıyorum
( ha keza istifa müessesesi )
kendisinden 5 kat iyi olduğunu da bilse,
öldür Allah birbirine 10 puan vermeyecek insanları,
bir de en kalitesizinden ve çok pardon ama,
çirkefinden,
ilgi çekme manyağından,
“ ay ay yemeğimden kıl çıktı “ çığırtkanlarından seçip,
önümüze dayamanın ne mantığı vardır,
“ ben bu formatla ratingin dibine vururum “ uyanıklığından başka?
salağa yat,
TV karşısında yerini al
ve çeneni kapatıp seyret diyorsanız o başka..

haftasonunu anlatacağım ama çevrem buna benzer geyiklerle çevrilmiş durumda..
almış başını gitmiş aynı çam sakızı - yapışkan sohbetler.
ıssız adam,
AROG,
obama,
CHP’ nin çarşaf açılımı,
tuncay güney
ve yemekteyiz programı ile ilgili bir şey duymak istemiyorum bir daha.
söylenebilecek bi şey kalmadı çünkü.
herkes beynimizi yeterince yedi.
hele bir yerde daha ayla dikmen dinlersem,
rahmetliye olan saygım olmasa bayılacağım oracıkta.
topluca hiç Fransız filmi falan seyretmediğimizden,
avrupa sinemasının varlığından bi haberliğimizden,
bi Issız Adam bulduk mu üzerine çullanıyoruz hala.
aynı adamları al,
gus van sant / fil ( elephant ) filmine götür,
“ ay sıkıldım bayıldım, ayrıca filmde tek bir fil bile yooook “ diye fenalıklar geçirir.
hani “ detaylara ve insan ilişkilerine düşkün “ bi sinema gözün vardı senin?
acımasam lars von trier verelim diyeceğim ama…
intihara sürüklenirler ondan korkarım..

peki bu geyiklerin arasına sıkıştırılmış küçük hayatımda ben ne yaptım.
cumartesi çalıştım.
evet.
çıkışta sevdicek ve arkadaşlarla “ dünyanın durduğu gün “ ü izledim.
bu hafta gösterime giren tek film olduğu için.
en ön sıra dahil tamamı dolu bir salonda.
ortalardan.
sıradan bir uzaylı filmiydi diyeceğim ama
basında üzerine gidildiği kadar da korkulacak bir film değil.
izle, seyret , çık işte.
hep bi david lynch filmine rastlayacak değiliz elbette.
kısacası 10 üzerinden 2 vermezdim ben.
klişe der,
bi şey olmaz bu filmden der geçerdim.
biraz da spoiler vereyim.
keanu burada bi uzaylı.
dünyaya insanları yok edip gezegenin kalanını kurtarmak için geliyor:
gezegen ölürse siz de ölürsünüz,
ama siz ölürseniz gezegen yaşayacak diyerek konuya bakışını özetliyor zaten.

ama dr. helen arkadaşımız,
insanların hala içinde iyi bişiyler olduğunu,
gerçekten zorda kalırsak “ evrileceğimizi “ anlatıp vazgeçirmeye çalışıyor kendisini.
uzaylı kardeşimiz,
nobel almış bir dahiyle kara tahtada yan yana bi formülü tamamlıyorlar filan
- aynı sevdicekle benim evdeki halimiz -
sonra bu Nobellinin evinde çalan muhteşem müziğe hasta olup ne olduğunu sorunca
“ Bach “ diye veriyorlar bizimkiler ayarı.
hani siz çok ileri bi uygarlık filan olabilirsiniz ama,
bizde de bu var,
gibi.
sonunda bir de mezarlık sahnesi yapıp adamın önünde ağlaşınca,
“ tamam lan öldürmicem sizi ama dünyayı yok etmek yok bak! “
diyip bize bi şans daha veriyor.
fakat kendisinde tam bir güven tesis edemediğimizden olacak,
“ dur ben gidince yine sapıtır bunlar “ diyip,
bütün teknolojimizi elimizden alıp gidiyor.
- elektrik, pil bile yok walla -

bir elektrik süpürgesi misali,
dünyanın içinden tüm teknolojiyi çekip aldığı sahne bence etkileyici.
bütün inşaat makineleri filan duruyorlar özellikle bir yerde
- zaten ne gelirse ya binadan ya zinadan -
hoşuma bile gidiyor neredeyse.

çıkıyoruz sinemadan,
arkadaşların evine gidiyoruz.
yemek yiyoruz,
oyunlar oynuyoruz,
Okan’ ın King Of Disco’ sunu izliyoruz.
90’ lara dönüp “ bak bak bu da vardı “ çekiyoruz.
yaşlılar gibi.
eğleniyoruz.

pazar günü üzerinize afiyet 15:00’ de kalkıyorum.
tam bir tembellik günü yaşıyorum.
tv seyrediyorum,
play station oynuyorum,
maç izliyorum,
heroes izliyorum,
gece de uyuyamadıkça uyuyamıyorum..

sabahın gelmesini belki,
istemediğim için.
geliyor sonra.
ben de işe gidiyorum.

kamera amorstan çekmeye devam ediyor..

13.12.2008

yunanistan' a güzelleme...


ne kadar “ komşi komşi “ diye sırtını sıvazlasak da birbirimizin,
hele hele bizim ailenin soyu ne kadar Selaniklere dayansa da,
yani onca yakın ve sıcak olma çabası içinde olsak da,
öyle pek de göğsümüze bastırırken kıracak kadar,
fazla fazla sevmiyordum işte “ hala “ yunanlıları.
adı üstünde,
ya da adı bir yafta gibi maalesef üstlerinde kalıyor işte “ yunan “ diye.

yunan = hain düşman, kahpe Bizans, kötücül halk olarak şırınga edilmiyor mu
- habire – bize, hepimize.
sonuç itibariyle çok da kardeş olamıyoruz bir şekilde.
sempatimiz ancak idare eder düzeyde.
yani düzeydeydi!
düne kadar benim için böyleydi.
gözümde hepsi,
annem “ aman kavga etmeyin bak “ dediği için oyuncaklarımı paylaşmak zorunda olduğum,
ama aslında arkamdan çok kötü konuştuklarına inandığım komşu çocuklarıydı.
ama artık değil.
değiller.
onlar ciciler.
kardeşler.
her şeyler.
16 yaşında bir çocuk öldü diye çıkarttıkları isyanla,
- hani neredeyse darbeye varacak olay –
orduya “ tankları çıkartırım “ falan çektirecek kadar dik durmalarıyla
benim için onlar artık küçük birer modeller.

evet modeller.
kendi milletimiz şu an o denli apolitize ki,
biz herkesi kendimiz gibi sanıp,
çocuğumuz falan olursa ilerde,
“ model “ diye 68 kuşağından,
woodstocklardan filan dem vururuz diye kuruyorduk.
oysaki hiç gerek yokmuş.
yunanistanda model çokmuş.
“ insan “ olan,
hala gençlerinin sebepli sebepsiz sokak ortasında kurşunlanmasına,
ses çıkarabiliyormuş da, inatla.
cam kapı indirebiliyormuş.
“ bir kişi için dünyayı yıkarım “ diyorum diye:
1- sevgilim
2- annem
3- babam
4- bilimum arkadaşlar
5- …..
6- ….
biçiminde sonsuzca uzatılabilecek bir liste tarafından,
deli,
anarşist,
aykırı, sorumsuz vs vs filan ilan ediliyor olmama,
“ ama doğrusu buuuu “ diye şaşırmam normalmiş demek.
ben normalmişim!

“ amannnnnnnn ne elde edeceksin ki canııımmmm.. “
diye susturulup oturtulmak bir bana ağır gelmiyormuş demek.
ağlaya ağlaya uçağa binip,
gidip komşularıma sarılasım geldi.
ilk kez.

tatil boyunca buralarda değildim.
yani istanbulum’ daydım tabii ki ama,
blog civarında değildim.
bütün yıl bana emanet bir çocuk gibi başından kalkamadığım,
kaldırılmadığım bilgisayar imgesi,
zavallı kulunuz 1-2 gün tatil bulunca,
beni 1.000.000 birim güçle itiyor tabi haliyle.
ne bloğa bakabiliyorum ne maillere.
oyun oynama işini de Play Station 3’ le hallettiğimden
- bu sıralar GTA 4 -
bilgisayar öyle pek de kurulamıyor dizlerimin üstüne.

ne yaptığıma gelince.
uzun uzun anlatınca sıkılıyorsunuz biliyorum.
o yüzden ufak bi özetle geçiştiriyorum.
cumartesi çalışıp,
çıkışta arkadaşlarla buluşup AROG’ a gittik.
beklentim fazla yüksek
ve cem yılmaz’ a olan düşkünlüğüm fazla aşırı feci olduğundan olsa gerek,“ o kadar da “ beğenemedim.
eğlenmesine eğlendim,
çekim kalitesine filan eyvallah dedim mi?
dedim.
ama 4-5 espri dışında çok da koltuklara gömülemedim.
gözlerimi kurulaya kurulaya gülemedim.

eve gelince sağda solda,
“ bu filmi beğenmeyenler gitsin recep ivedik’ i izlesin,
anlamazsınız siz zaten iyi filmden “ yorumlarını görüp iyice sinirlendim.
“ yavrum sinema bilgimle döverim ben seni “ demek istedim ama,
böyle bi odun için üyelik alıp,
yorum yazıp onaylatmaya filan üşendim.
onun gözünde film o çünkü.
bildiği tek yazar-yönetmen cem yılmaz.
anlayıp gülebildiği,
göklere çıkarabileceği tek film AROG.
hmmm ben bu kendime yaptığım tanrıyı eleştirenleri aşağılamak için naparım naparım diyor,
evet en iyisi recep ivedik filan sayıklayayım da,
çok üst,
görgülü,
aristokrat insan sularında kalayım diyor.
diyebiliyor.
hıyar işte.
çok pardon.
ama kendisi bir hıyar.
söylemek zorundayım.

bunlar dışında
- yani rutin gezmeler ve vatandaşın zır cahilliğini bilgelik sanmasına mütemadiyen sinirlenmeler dışında -
kah akrabaları ziyaret ettim,
evlerinde kaldım,
çaylarını içtim,
muhabbetleriyle demlendim,
kah sevdiklerimiz bize geldi,
başımızın üstündedir yeriniz dendi,
kah evde kah dışarıda,
bol film izlemeli,
bol gülüşmeli,
bol kedimi mıç mıç sevmeli bir bayram geçirdim.
hepinizi özledim.
de diyebilirim.

25.11.2008

osmanlı cumhuriyeti...


hatırlıyorum o anı..
küçücüğüm daha..
ama o yaşta bile kazımışım
- nedense -
zırt pırt ağlamamalıyım diye aklıma..

o yüzden ağlamamak için kendimi zor tutuyorum..
hani filmlerde filan olur,
oyuncunun gözlerine 2 damla yaş gelir oturur,
asla akmaz,
ama ağlamaktan beter eder suratının halini..
aynı o ifadeyle resme bakıyorum..

“ işgal kuvvetleri “ getirmiş çekmiş istanbul’ a gemilerini..
boğazda kara-gri bir ölümü simgeleyen cellatlar gibi duruyorlar..
demir ağırlıklarını boğazın sakin sularına salmışlar.
benim boğaz’ ımın sularına..
üstümde askılı bluzum,
pileli kısacık eteğim,
fiyonklu çoraplarım
ve kırmızı ayakkabılarımla kenarında sek sek oynayarak büyüdüğüm,
sokaklarında annemden habersiz,
hınzır bir firari gibi koşup dizlerimi kanattığım İstanbul’ umun boğazında..

sıcak çatışma – savaş durumu da yok üstelik..
onlar “ diplomatik ” haklarını kullanmışlar,
orada duruyorlar,
onun dışında herkes olan biteni kabullenmiş gibi.
göze çarpan herhangi bir olağanüstülük yok.

içime inanılmaz dokunuyor bu.
varlıkları kabullenilmiş biçimde o ölüm makinelerinin boğazda duruyor oluşu..
resme adeta çakılıyorum..
aslında doğduğumdan beri anlatılıyor bana,
düşman ülkemizi işgal etmişti,
bitmiştik,
meteliksizdik,
her şeyi yitirmiştik,
kurtuluş savaşı’ yla yeniden dirildik filan diye.
ama ben yakar top oynarken
ya da ne bileyim ip atlarken filan,
o sözler benim için “ araya sıkıştırılmış “ ders cümleleri oluyor sadece..
ama o fotoğrafı görünce!

çok fena oluyorum..
ve inanılmaz sinirleniyorum..
kendime yediremiyorum bir türlü durumu..
zorlukla gözlerimi kaldırıp resimden,
diğer sayfaya geçecek gücü kendimde buluyorum..
o sayfanın ilk paragrafını okuyorum,
Ata’ nın “ geldikleri gibi giderler “ cümlesini görüyorum.
bu sefer baştan ayağa sevgi,
baştan ayağa saygı ve hayranlıkla dolu olarak,
gözlerimde yaş tomurcukları hala pırıl pırıl,
kendi Atatürk’ ümle tanışıyorum.

sonra onun sözlerine doyamadığımdan,
“ ordular ilk hedefiniz Akdeniz’ dir ileri “ deyişini
ya da “ egemenlik hayıtsız şartsız milletindir “
veya “ bütün ümidim gençliktedir “ sözlerini görmekten bıkmadığımdan,
yıllarca onun hakkında ne buldumsa okuyorum..
her okuyuşumda biraz daha ben oluyorum.
biraz daha bağımsız,
biraz daha kararlı,
biraz daha modern,
biraz daha onun istediği Türk kadını
ve dünya insanı oluyorum.
gün geliyor:
- benim karakterim galiba Atatürk’ e benziyor, onu bu yüzden bu kadar çok seviyorum, diyecek oluyorum.
- ya da o olduğu için ben şu an bu karaktere sahibim, diye düzeltiyorum.

Atatürk olmasaydı..
kişiliğimde o çok beğendiğim yanlar,
kendimden nefret ettiğimde bile
“ ruhumda hiç olmazsa bunlar da var “ diyebildiğim ışıklar,
acaba yine de olur muydu?
genetik üstesinden gelir miydi bu işin,
yoksa tüm o pırıltılar silinir gider miydi?

belki giderdi..
biri de bunun filmini çekerdi..
hatta çekti..

osmanlı cumhuriyeti..
olmayacak sebeplerden,
kendimi birden “ asla gitmem “ dediğim bu filmi izlerken buluverdim.
Nişantaşı City’s 7. salonunda,
aslında daha film başladığında beklentisizdim.
çünkü ben gani müjde’ ye gülemeyenlerdenim.
kahpe bizans’ ı sevmeyenlerdenim.
sulu zırtlak absürd ve boş bir şey istemeyenlerdenim.
bu yapının üzerine bütün hayatım boyunca bir de yüzlerce film izlemişim.
üstelik çoğunu sinema salonunda seyretmişim.
yani artık sinema bilgimi iyice sivriltmişim.
beğenilerim seçkinleşmiş
ve ayırd ediciliği neredeyse filmden zevk almayı engelleyecek boyuta gelmiş birisiyim.
dolayısıyla filmi beğenmedim.
teknik açıdan tammm bir fiyasko diyebilirim..

sanki bir sürü sahne çekilmiş,
küçük küçük,
bölük börçük fikirler bulunmuş da,
montajı okulda dönem sonu projesi verircesine
1 gecede yetiştirilmiş gibi,
ortaya çıkan şey bir türlü bütünleşmemiş.

kostümler berbat bile denilemeyecek düzeyde.
replikler desen, eh işte.
film zaten komedi olarak çekilmemiş lakin fragmanı insanda bu izlenimi uyandırdığı için söylüyorum size,
komik hiçbir şey yok filmde.
“ espri “ diye sundukları geyikleri sayarsanız bilemem elbette.
normale oyunculuğunu hiç ama hiç beğenmediğim Ata Demirer,
“ nispeten “ iyi.
vildan atasever ise resmen rezalet!
bu kız nasıl altın portakal aldı,
yoksa nurgül yeşilçay haklı mıydı,
yoksa her şey bi toz ve gaz bulutu muydu filan soruları sordurttu bünyeye..

sahneler inandırıcılıktan o kadar uzak ki,
“ ehh be siz de “ deme isteği geliyor bazen içinize..
yazık oldu verdiğim paraya demeyeceğim,
çünkü o kadar çingene değilim,
ama “ bilsem “ kesinlikle gitmezdim bu biline..

fakaaaaattt bunca şeye rağmen,
“ sinema nedir? “ diye sorgulamadan seyrettiğimde,
hoşuma giden çookkkk ufak da olsa birkaç şey olmadı değil.
bir kere filmin düşüncesi güzel.
o benim kafama çok küçükken takılmış
“ ya O olmasaydı? “ cümlesine cevap araması,
hala kağıt üstünde devam eden bir saltanatın ne durumlara düşeceğinin aktarılması vs fikri iyi.
ama bu fikri filme hiç yansıtamamışlar ki?
hele o filmin neredeyse tamamını kaplayan vildan’ la aşk hikayesinin sakilliği?
olmamış tabi.

yine de o “ komedi yapmıycam! “ inadı altındaki,
izleyiciye verilmek istenen hüzün iklimi benim içime işledi.
daha küçükken bile katlanamadığım boğaz’ a demirli o gemiler,
etrafta gezip “ dost görünümü “ adı altında kuyumuzu kazan mandacılar,
Heybeliada’ yı yunanlılara filan vermeler
- bkz laf çaktırılıyor, Kıbrıs -
“ ne adası ada mada verilmeyecek! “ diye inceden mesajlarla yüreğe su serpmeler vs,
ruhuma bir üzüntü,
bir yas havası indirdi.

2. yarıda tam padişah direnişçilere destek vermeye karar verdi
- var böyle gruplar, bağımsızlık için uğraşanlar –
silahlar dağıtıldı,
divan falan toplandı,
tamam artık gaz bi final yapacaklar,
düşmanı ülkeden atıp bağımsızlığı kurtaracaklar,
“ Atatürk olmasaydı da bu vatan evlatları eninde sonunda kurtuluşu sağlardı “ mesajı çakacaklar derken,
o cılız direniş bitti.
padişah istanbul’ u terk etti.
giderken:
- keşke zamanında birileri geldikleri gibi giderler diyebilseydi, dedi.
ve final sahnesinde Atatürk’ ün aslında kavga kovalarken ölmediği
gerçek evrenimize döndük,
Atatürk’ ün sesinden 30 sn’ lik nutuk bölümüyle film bitti.

işte filmin bir tek bu yönü hoşuma gitti.
Atatürk olmasaydı bu işlerin başarılamayacağı kabul edildi.
“ gaz bir son “ yerine,
mutsuz ve yenik bir son seçildi.
öyle her direnişin,
her halk ayaklanmasının bir Kurtuluş Savaşı olamayacağı mesajı,
“ anlayana “ son 30 sn’ de verildi.

salonda alkışlayanlar, ağlayanlar oldu.
çıktım, lavaboya gittim.
orada da ağlayanlar vardı.
ilginçtir,
bunlardan biri de Sibel Can’ dı.
- eğer bi ikizi filan yoksa kendisinin -
yalnız o ağlamanın ötesine geçmiş,
gözleri kızarıp şişmişti.
hiç sevmem ama “ aferin be “ dedim içimden.
iyi kötü bi şiyler hissedebilmişti demek ki.

çıktım,
sevdicek kapıda beklemedeydi:
- sibel can içerdeydi ağlıodu yaf, dedim.
- ama Issız Adam’ dan da çıkmış olabilir o, dedi.
bitişler yakın saatlerdeydi.
bilemedim.
çok da önemsemedim.

ama dönüş yolunda,
takside,
bu kötü filme rağmen o gemilerin ağırlığını ben de içimde hissettim.

yumruklarım sıkılı,
içimden,
“ iyi ki var “ dedim.

20.11.2008

insanlarla yapılan gerçek deneyler...


bugün kafayı sıyırma sınırına geldim dayandım..
çünkü çok ilginç ve derin bir konuya daldım.
sıkıcı adıyla “ sosyal psikolojik deneyler “ ..
ya da insanlar üzerinde yapılan deneyler..
ancak konu araştırıldığında,
hiç de sıkıcı değil,
aksine inanılmaz ilgi çekici,
aynı oranda ürkütücü ve rahatsız ediciler..

aslında olay bugün birkaç yıl önce izlediğim
“ deney ( das experiment ) “ isimli filmin adının geçmesiyle başladı.
film o zamanlar çok çok az gittiğimiz kadıköy’ de,
sevdicekle kavga etmişken,
sırf kavga üstü eve dönmeyelim önce kafamız dağılsın şeklinde beni sürüklemesiyle,
küçücük ve düğün salonu bozması bir yerde,
yani çok kötü psikolojik şartlar içinde izlediğim bir filmdi.

mutsuzdum,
bitkindim,
isteksizdim
ve fakat çat!
film başladıktan sonra koltuğuma çivilendim.
sonuna kadar izlemeye dayanamayanların,
salonu terk edenlerin filan olduğu bir yapımdı bu.
sarsıcıydı.
adamı şöyle bir sallayıp sağlamca yerine geri oturtuyordu.
sonunda da sizi kafanızda soru işaretleriyle sokağa salıyordu.

film bu “ deney “ için gönüllülerin gazete ilanıyla aranmasıyla başlıyordu..
deneyin konusunu ise garip bir durum oluşturuyordu.
bir grup insan topluca bir hapishaneye gönderiliyorsunuz,
2 hafta bu hapishanede kalacaksınız,
mahkumiyet altında nasıl davranışlar sergilediğiniz incelenecek
ve iki haftanın sonunda 4.000 EUR para alacaksınız..
kolay gözüküyor değil mi?
maalesef değil..
çünkü deneklerin bilmediği bir şey var..
içeri girdiklerinde hepsi eşit olmayacaklar!
bir bölümü baştan beri bildikleri gibi mahkum statüsünde kalacakken,
bir kısmı “ gardiyan “ rolüne soyunacaklar ve içerideki düzeni sağlayacaklar..

zaten sağlıyorlar..
ama nasıl sağlıyorlar?
bir deneyin içinde olduklarını tamamen unutup,
kendilerini aldıkları yetkinin ve ellerindeki gücün etkisine kaptırıyorlar,
işkenceye başvuruyorlar.
mahkumlarsa oradan asla çıkamayacaklarına inanmaya başlıyor,
isyan ve kaçış planları yapıyorlar.
olayı izleyip denetlemesi gereken bilim adamları ve güvenlik bir süre sonra yetersiz kalıp devre dışı oluyor
ve şimdi uzun uzun anlatmak istemeyeceğim inanılmaz dehşet
ve vahşet sahneleri yaşanıyor.

“ insanlık “ kavramına inancınız azalıyor.
birbirinize güveniniz azalıyor.
birlikte yaşama ve dayanışma denen şeylerin illüzyon olduğunu,
bilinçaltında aslında her an vahşileşebilecek,
koşullandırmaya ve itaat etmeye hazır canavarlar bulundurduğumuzu yüzümüze vuruyor.

çıkınca bir süre sarsılmış vaziyette kalıyor,
sonra da konusu geçtikçe etkileyiciliğinden dem vuruyorsunuz
ama bir süre sonra unutuyorsunuz.
taa ki benim bugün öğrendiğim gibi bunun gerçek bir olay olduğunu fark edeceğiniz güne kadar.

evet,
cahil diyebilirsiniz belki ama ben bu filmin Stanford Deneyi diye adlandırılan gerçek bir deneye dayandığını bugün öğrendim!
ve dehşetten dehşete sürüklendim.
sonra da diğer “ insanlı “ deneyleri öğrenmek için google’ a yüklendim.
o kadar çok şey gördüm ki insanlara olan inancımı neredeyse tümüyle yitirdim..

aslında psikolojiye bu denli yabancı değilim.
hatta sürekli psikoloji kitapları okuduğum bir dönem geçirdim.
ama bunlar paranoya - şizofreni gibi tanılar konulmuş hastalara uygulanan tedaviler
ya da ağır depresyon altında psikiyatra baş vuran hastalara uygulanan yenilikçi psikanaliz yöntemleriydi.
rüyalara,
çocukluğa eğilme vs vs..

nedense o dönemde bu sıradan insanlarla yapılan,
yani aslında hiçbir psikolojik rahatsızlıkla ilgili tanı konulmamış,
tamamen “ random “ seçilmiş insanlarla yapılan deneyler hiç gözüme ilişmemişti.

bugün bir anda birkaçıyla birden yüzleşmek beni fena sersemletti.
örneğin Milgram deneyi.
70’ lerde Yale Üniversitesi’ nde yapılıyor.
gönüllü iki insan arasında kura çekiliyor.
çekilen kağıtlardan birinde “ öğrenci “ biri “ öğretmen “ yazıyor..
kura sonucu kişiler bu rollerden birini alıyor..

öğretmen ve öğrenci arasına bir paravan konuluyor.
böylece birbirlerini görmüyorlar ama duyabiliyorlar.
öğretmenden öğrenciye bir takım kelime gruplarını yüksek sesle söyleyerek ezberletmesi isteniyor.
öğrenci verilen grupları öğrenip hatasız tekrar ederse sorun yok.
öğrenemezse her yanlış cevap için öğrenciye elektrik şoku vereceksin deniliyor.

buna göre öğrenci bir yanlış cevap verdiğinde,
öğretmen elindeki butonu kullanarak öğrenciye 15 voltluk elektrik akımı gönderecek.
2. yanlış cevapta 30 volt,
3. de 45 volt..
bu şekilde artarak 450 volt’ a (!) kadar gidecek.
deney başlamadan önce de öğretmene,
karşı tarafın nasıl bir acı çekeceğini anlaması için 45 voltluk küçük bir şok uygulanıyor.

deneyin can alıcı kısmı şu:
başta çekilen kura aslında düzmece ve “ öğrenci “ konumundaki kişi işbirlikçi.
yani asıl denek sadece öğretmen.
öğrenci rolündeki kişi gerçekte elektrik akımına bağlı değil,
ama paravanın arkasında olduğu için öğretmen bunu bilmiyor,
gerçekten elektrik verdiğini sanıyor.
şu sınanıyor:
senden önemli gördüğün birileri sana “ şunu yap “ dedi diye,
tanımadığın birine,
her şeyden önce bir insana,
çok acı çekeceğini de bilerek 450 volt gibi ölümcül olabilecek dozlarda elektrik verecek misin?

deney başlıyor..
öğrenci önce doğru cevaplar veriyor..
sonra yanlış cevap vermeye başlıyor
ve öğretmen şokları veriyor…
doz gitgide artıp 120’ yi aştıkça,
öğrenci inanılmaz çığlıklar atıyor.
- tabii sahte olarak -
artık dayanamayacağını,
kalp hastası olduğunu,
deneyden çıkmak istediğini haykırıyor.
“ öğretmen “ bu çığlıkların sahte olduğunu bilmediği halde,
şoku vermeye devam ediyor!

bırakmak istediği noktalarda kendisine
“ lütfen deneyi bırakmayın “
“ devam etmek zorundasınız “ gibi telkinlerde bulunuluyor
ve denekler her seferinde dozu arttırmaya devam ediyor.
hiçbiri,
evet hiçbiri 300 volttan önce deneyi bırakmıyor!
sonuna kadar gidenlerin,
yani 450 volta kadar devam edenlerin oranıysa %65!
evet %65’ i bir insana 450 volt elektrik verebiliyor!!
çünkü koskoca Yale profesörleri ona öyle söylüyor!

deney sonuçları açıklandığında yoğun tepkiler alsa da,
insanların “ itaat etme “ ve “ duruma göre davranış değiştirme “
yetilerinin(!) ne durumda olduğu kanıtlanmış oluyor.
deney çeşitli ülkelerde tekrarlanıyor
ve sonuç hep birbirine yakın,
yani %65 civarında çıkıyor.
üstelik kadın-erkek denekler arasında önemli bir fark bulunmuyor.
ve bunu benim beynim almıyor..
nasıl oluyor da bir insan “ itaat “ etmeye bu denli koşullu bulunabiliyor…

internette kısa bir araştırma yapıldığında bile,
buna benzeyen,
yani sıradan insanlar üzerinden yürütülen,
ama sıradışı sonuçlar veren pek çok deneye rastlamak mümkün.
fakat likelife şimdi bunların çok daha fazlasına ve detaylısına ulaşmak istiyor.
aslında elimde okumaya devam ettiğim farklı konularda 2 tane kitap var.
- Masumiyet Müzesi de yeni bitti -
ama bu konu şu an o kadar ilgimi çekti ki,
beni bununla ilgili alacağım yeni kitaplar bekliyor gibi görünüyor.

sizin de bildiğiniz,
konuyla ilgili kitap veya makale varsa bana bildirebilirsiniz.
hatta bunu yaparsanız beni çok mutlu edersiniz.
tabi kendi okuduklarınızı ya da fikirlerinizi de aktarabilirsiniz..

ama aktarmasanız da,
içimden bir ses,
benim bu konunun derinliklerinde bir süre kaybolacağımı söylüyor…


18.11.2008

annem.. yahut akrep kadınları...

annem çok ilginç kadın.
yine içten içe üzdü beni.
öyle bildiğiniz yoldan değil ama.

bugün doğumgünü.
dünden beri aklımda.
aradım arayacağım derken 15:00 oldu saat.
sağ elimde gelen telefonları yanıtlıyorum,
sol elimle imza atıyorum,
( evet iki elimi de kullanabiliyorum ben
ve evet süperim )
önümde oluşmuş yığınlara sulu gözlerle bakıyorum,
toplantı yapıyorum
ve 20 dk aralıklarla
“ allahım annemi hala aramadım diyorum “

neyse sonunda ahizeyi kaldırıyorum.
evi arıyorum.
fakat açılmıyor ne hikmetse?
aa?
insan doğumgününde belli etmese de telefonun başında bekler be!
ama annem napıyor,
çıkıp gidiyor.
cep telefonundan arıyorum,
artık bininci çalışta filan açıyor.
gayet neşeli bir ses tonuyla:
- fotoğrafçıdayım ben, stüdyodayım şu an, diyor.
- niye ki napıosun orda?
- 50 yaş fotoğrafı çektiriyorum
- !!!!!!!
- …
- ne alaka?
- 50. yaşımın bi hatırası kalsın işte..
- ( gülerek ) e evde çekseydiniz?
- yok zaten bana fotoğraf lazımdı nüfus cüzdanındakini filan da değiştiricem
- aa vesikalık yani?
- evet işte hem vesikalık fotoğraf, hem hatıra fotoğrafı.
- ben bi doğumgününü kutlamak için aradım, nice nice senelere..
- tabi nice nice.. kaç gün kaldıysa yaşayacak..
- anne saçmalama kaç yaşındasın daha!
- eh bi 10 sene daha yaşarız belki..
- ya olur mu öyle şey eskidendi onlar..
- neyse ben tam poz veriyordum şimdi içerdeyim daha sonra konuşuruz.
- tamam ararım, hadi bye
- bye bye..

ay ilahi.
ağlayayım mı güleyim mi?
annecim sen ne ilginç kadınsın ya.
sezgileri de çok güçlü bu arada.
tam yazının burasında,
telefon çaldı:
- eve geldim diye aradım konuşamadık orada, dedi.
- ya anne nerden aklına gelio böyle şeyler..
- kızım lazımdı zaten. hep aynı resmi kullanıyordum her yere. ama o kadar fön çektirdim, makyaj yaptım istediğim gibi olmadı yine.
- niye?
- kasıyor insanı bu fotoğrafçılar. bi tuhaf çıkıyorum. ben aynaya bakıyorum kendimi daha güzel görüyorum.
- neyse onlar bi kaç rötuş yaparlar güzel çıkar merak etme.
- zaten öyle dediler.
- akşam ne yapacaksınız?
- babanın bilmem ne bilmem ne üyeliği var ya Swissotel’ de kalacağız.
- oooooo.. e hadi iyi madem..
- akşam görüşsek mi sizinle de biz otele gitmeden.
- annecim hafta içi. geç çıkıoruz biz zaten. h.sonu ayarlarız bişi.
- tamam o zaman hadi.
- görüşürüz öptüm
- hoşça kal..

annem yani..
üşenmemiş fön falan çektirmiş,
makyaj yapmış,
giyinmiş süslenmiş,
gitmiş resim çektirmiş..
sebep delilik mi?
değil tabii..
anneler öyle pek bir şey hissetmezler,
yaş bunalımına filan girmezler,
tek ve değişmez görevleri bizi düşünüp,
yalnız bizim için endişelenmektir sandığımız için,
anlamayız bile “ bir kadının “ 50 yaşı ne kadar çok önemseyebileceğini.
benim için giren başkası olduğu sürece 50 yaş da,
60 da,
70 de öyle çok mühim şeyler değil tabi.
artık ne de olsa ömürler uzadı filan.
zaten annem 30 yaşında gibi görünüyor di mi?
evet herkes öyle söylüyor,
sanki kardeşsiniz diyor,
annemin güzelliği yere göğe konulamıyor..
ama sen git sor bakalım o kendinde ne kusurlar görüyor?
kendini nasıl “ artık yaşlanıyorum “ korkularının içinde buluyor.
ve bu yaşı gündüz evde tek başına karşılarken,
akşam olup eşinin gelmesini beklerken,
zaman yapayalnız hiç geçmezken,
o bu anı ölümsüzleştirme çabası içine giriyor.

doooğru kuaföre..
doooooğru fotoğraf çektirmeye..
oradan da eğlenmeye..
ama içinde o hüzünle..

garip olan,
bütün bu duyguları annem bana bir
“ 50 yaş fotoğrafı çektiriyorum “ cümlesiyle geçirebiliyor…

annem çok ilginç kadın.
yine içten içe üzüyor beni. öyle bildiğiniz yoldan değil ama..



15.11.2008

dostlarım ve ıssız adam..


cuma günü gelmiş ben daha geçen haftasonundan bahsetmemişim,
heyhat!
bunca yorgunluğun arasına bir de cenaze girince,
isteksizlik dizboyu işte!

halbuki iyiydi,
güzeldi,
hele cumartesi.
gündüz biraz temizlik yapmayla filan bedellense de,
beni mutlu eden bir şey gerçekleşti:
çocukluk arkadaşlarım ve ablam dahil 8-9 kişi bize geldi.
yemekler yendi,
içkiler içildi.
kedim Arthur kainatın en güzel kedisi ilan edildi,
kucaklardan inmedi.
en son 04:20 civarı son “ misafir “ de giderken,
kucağımda,
uykusuzluktan gözleri çizgi haline gelmiş vaziyette “ bye bye “ demekteydi.
- normal şartlarda günde 18 saat uyur kendisi,
sabahlara kadar kucak kucak gezip mıncıklanmaya alışık değil tabi –

gecenin konusu biraz eski günler,
ama çokça sistemin yapısı ve
mekanikliğimizin içselleşmesiydi.
zamanında kitap okuyup,
gitar çalarak,
kumsalda bira muhabbetleri yapıp,
dünyayı kurtararak kendini besleyen bizlere,
her gün belirli şeyleri yapmak,
özellikle de “ yapmak zorunda olmak “ koyuyor tabi.
“ çarkın dişlisi “ olma hali hiçbirimize yetmiyor ki?
yurtdışına gitme planları,
ne işiniz var durun kalalım nidaları,
kahkahalar,
itiraflar,
sayıklamalarla biten gecede,
sabaha karşı bana dağınık bir ev
ve bir gülümseyiş kaldı.

herkes gidince,
sevdicek “ içki çok başımı ağrıtıyor “ diyip yüzünü buruşturarak hemen yattı.
benimse “ kalanları “ toparlamam 1 saatimi aldı.
tam 3 torba – battal boy – çöp çıktı.
1 tanesi sırf bira şişeleri,
şarap-votka-rakı şişeleri
ve atılan çerezlerden oluşmaktaydı.
artık düşünün toparlarken ne kadar zorlandığımı.

yine de,
05:30 gibi yattığımda içimde hala yumuşacık bir his vardı.
aklımda da bir plan:
akşamdan kalmayız diye bütün gün uyunmayacak,
kalkılıp hazırlanılacak,
sinemaya uçulacaktı.
11:00 gibi uyandırdım sevdiceği:
- akşama bizi annenler çağırmıştı yaaa
- evettt
- biz en geç 18:00 gibi gideriz onlara
- hmm??
- eğer hemen kalkmazsak sinemaya gitmeye vakit kalmaz.
- sinemaya taşıyacaksın illa ki di mi bizi?
- evethh
- iyi hadi. benim de canım istiyor gibi.
- ekikiki. ben seanslara bakayım bari.

hemen bilgisayarın karşısına geçtim:
- 14:00 civarı var bizim gideceğimiz filmin seansı, dedim.
- alla alla ben dün göz atmıştım yok gibiydi, dedi.
- nası ya var işte bak?
- aaaa???
- neeee?
- eee biz bond’ a gitmeyecek miyiz?
- yoooooooo
- ıssız adam’ a mı gideceğiz?
- eveeeet..
- ya ama..
- aşkım bak süpermiş bu şuymuş buymuş bi de şahmış şahbazmış bi de bi de…
- iyi ona gidelim bari..

dedi.
gittik.
iyi ettik.
filmi çok sevdik.
ama beni özellikle filmin üzerinden birkaç gün geçince
- yani bu günlerde -
şeytan dürttü tabii.
şimdi film iyiydi,
ama neden iyiydi?
aslında konusu çok basitti.
hatta bana bir şey sunmadı diyebilirim.
bazı olaylar çok desteksizdi.
mesela Alper,
düzgün bir aileden gelmişken,
işinde başarılıyken neden “ bu hale “ gelmişti.
bu denli dejenere olmak için,
sadece şehir hayatı sebep gösterilebilir miydi?

ayrıca konu o kadar düz,
o kadar engebesizdi ki.
- kırmızı kısım spoiler içerir -çocuk “ hızlı “ yaşıyor,
sonra bir güzele aşık oluyor.
1 ay geziyorlar tozuyorlar,
aynı evde kalıyorlar,
arkadaşlar - anneler filan tanışıyor,
güzel güzel koşturulurken,
alper pat diye ben ayrılıcam buyuruyor,
kız yıkılıp gidiyor,
başkasıyla evleniyor ve film bitiyor.
bu!
- spoiler -ne biliyim belki ben sivriyim,
ama bi duvara karşı’ daki aşkın şiddetini bekledim,
ya da “ karanlıkta dans “ gibi gerçekten ağlatan,
koltuklara çivileyen bir son bekledim.
jeux d'enfants’ daki gibi şok eden,
büyüleyen,
“ ben de bunu yaşamak istiyorum “ dedirten çılgınlıklar bekledim.
bunlara rağmen filmi neden sevdim?
çağan ırmak çektiği için.
içine bu kadar detayı,
bu kadar incelikle yerleştirdiği için.
seçtiği müzikler,
yarattığı karakterler,
bütün incelikli sahneler,
bütünlediği sihirli atmosfer için.

özellikle karakterlerde müthiş bir ustalıkla çalışılmış,
Ada ve Alper’ i sevmemek neredeyse imkansız kılınmıştı.
hele evleri!
bana “ gel gel “ yapsın diye tasarlanmıştı.
ama dediğim gibi bana göre olay örgüsü
ve senaryo zayıf kalmıştı.
“ şehir hayatında nelere dönüşüyoruz “ u sorgulamak
biraz da kendi içimize
ve geçmişte sevdiğimiz herkese dönüp,
belki biraz ağlamak için ideal,
- ben ağlamadım -
ama “ baş yapıt “ ilan edilmek için fazla boş bir film.

yine de içimizde “ bi daha olsa yine izleriz “ duygusu bıraktı.
sebebi belki ilişkimizin 6 yılının neredeyse tamamının geçtiği sokakları tekrar adımlamak,
o havayı solumak,
“ bizim aşkımız çok büyük “ efektini yaşamımıza katmaktı.
ama şunu söyleyeyim,
ben bizim ilişkimizin filmini yapsam,
ortaya daha karışık bir hikaye,
daha çok delilik,
daha çok şiddet,
daha çok sefkat,
daha çok kıskançlık,
daha çok ayrılık,
daha çok barışma,
daha çok çetrefilli başka şeyler çıkardı.

bunların sebebi de daha çok “ kadın karakter “
yani ben olurdum.
çünkü ben her şeyi uçlarda yaşamayı seviyorum.
etrafımdaki insanları da
- belki gönüllü olarak -
bu uçurumlara savuruyorum.
üzülünce çok üzülen,
sevinince çok sevinen,
“ dibine kadar aşık olunmayacaksa,
hiç olunmasın efendim! “ ci likelife olarak,
yanımdakini de kendime benzetiyorum.

bu yüzden sanatta da o şiddeti,
nefreti,
aşkı,
rüzgar gibi yüzümde hissetmek istiyorum.

çok şey mi bekliyorum?



12.11.2008

kısa... ve acılı...


düşüncelerin keskin bıçaklar gibi beynimde yer değiştirmesi ne acı.
başım bu yüzden bu denli şiddetli ağrıyor belki.

dün sabah kalktığımda,
gün içinde ağlayacağımı düşünemezdim.
zaten hiçbir gün “ bugün “ ağlayabilirim diye uyanmaz ki insan.
benimki de laf işte.

aslında bir 10 kasım efekti vardı tabii üstüme.
kırgınlıklar içindeydim,
yas vaziyetindeydim.
ama asıl tokadı şirkete gelince yedim.

muhasebede bir arkadaş var sevdiğimiz.
onun da bir kardeşi.
motosiklet kazası geçirmiş,
ölmüş diye haberi geldi.
tanımayız etmeyiz ama hepimiz şok içinde koltuklara yığıldık tabi.
benim gözlerim bir anda doluverdi.
dert ettiğimiz,
24 yaşında gelen ölümün yanında,
mesai arkadaşımızın “ buna nasıl dayanacağı?? “ düşüncesiydi.
24’ lük kardeşini yitirmek.
gerçekten dayanılacak bir şey miydi?

dün cenazesi yetişmedi.
adli tıptaymış “ cesedi “
bugün kalktık gittik.
bütün ofis değil tabi.
birkaç kişi.
önce cami,
arkasından evin önünde helallik alma merasimi.
hoca yakınlarına:
- yüksek sesle ağlamayın, iyi değildir dedi.
duydular mı farkında değilim tabi.

mezarlık kısmına katılmazdık biz.
“ işler “ beklediğinden.
ama o gencecik beden toprağın altına girmiştir şimdi.
düşünmek bile ürpetici.

şirkete döndük.
biri dedi ki,
motosikletini satmak için ilan vermiş 10 gün önce.

satılsaymış keşke.

6.11.2008

haybeden bi iyimserlik havasına girdik...


belki konuya herkesten farklı bir açıdan bakacağım ama,
napiyim benim de yapım bu,
öküz altında buzağı aramak.

obama seçildi diye herkes pek mutlu.
iyi, güzel.
biz de kötü bir Bush taklidi olan McCain
ve korkunç yardımcısı Sarah Palin’ in seçilmesini istemiyorduk zaten.
öte yandan ancak ehven-i şer olarak görebildiğim obama’ ya da pek ısınamıyorum ben.
yani önümüzde 2 aday varsa ve biri mccain’ se obama’ yı isteyeceğiz,
kesin bu.
ama 3., 4. veya 5. vs vs adaylar olsaydı yine obama gözümüzde parlar mıydı bu kadar,
bu başka bir soru.

Türkiye’ de yaşayan biriysek Türkiye’ de yaşayan biri olarak bakacağız tabii duruma.
bildiğimiz şu: McCain seçilseydi,
ortadoğu’ daki agresif politika devam edecek,
Suriye’ de hâlihazırda başlamış olan gerginlik ilerletilecek,
İran’ a girilecek,
Rusya’ yla ilişkiler gerilecek,
Irak’ taki belirsizlikse devam edecekti.
öte yandan devam eden krizle eksilen kaynaklar,
bu tür savaşlar eliyle yerine konulmaya çalışılacaktı.
bununla beraber kürtaj karşıtlığı gibi muhafazakar görüşler beslenecek,
eşcinseller vs gibi toplumda dışlandığını düşünen kesimlerin problemleriyle eskiye oranla pek de farklı biçimde ilgilenilmeyecekti.

obama bu noktada “ özgürlükler ve eşitlikler “ söylemiyle yükseldi.
eşcinseller, zenciler vs hepsi bizimdir dedi.
ailesinde mevcut din ve ırk çeşitliliğini de kullanarak,
her türlü ezilmiş kesimin hakları için mücadele edeceğini defalarca belirtti.
bu noktadan bakıldığında Türkiye ile ilişkilerinde öncelikle gündeme getireceği konular belli.
kendi gözünde ezilenler konumuna getirdiği ermenilerin meselesini örneğin,
öncelikli olarak çözmemizi,
soykırım yaptığımızı(!) kabul etmemizi isteyecek.
daha sonra Kıbrıs’ ta işgalci konumunda olduğumuzu belirtecek.
bu arada Kürtlerle ilgili bir çok bizim kabul edemeyeceğimiz olguyu gündeme getirmesi de muhtemel.
- eyalet sistemi vb -

tüm bunları “ demokrat başkan “ parıltısı altında yapacağından
ve ülkesinde bu konuların üzerine gittiği için gitgide daha çok parlatılacağından,
gücüne güç katacağı da öngörülebilir.
bu güçle tahminimizden daha fazla üzerimize gelmesi,
Türkiye’ deki 2. cumhuriyetçi çevrelerin de desteğini alacağı hesaba katılırsa,
olmayacak şey değil.
yani obama bu sinyalleri önceden vermiş olduğundan rahatça bize
“ sana gül bahçesi vaat etmedim “ diyebilir.
üstelik haklı gözükebilir.
biz de “ taviz “ veya “ gerginlik “ çukurlarından birini tercih edip,
içine çekilmek zorunda kalabiliriz.

ayrıca Irak vs konulardaki düşünceleri konusunda açıklamalar yaparken obama,
daha az saldırgan olacaklarını ima etmesine rağmen,
çok da “ sevgi kelebeği “ bir çiçek çocuk havası estirmedi.

yurtta sulh, cihanda sulh diyebilmiş liderimizi,
ulu önderimizi yıpratmaya uğraşırken biz,
elin Amerikalısı kendi liderini “ Irak’ tan birdenbire çekilmeyeceğiz ama
yavaş yavaş bu saldırgan politikaya son vereceğiz “ minvalinde birkaç söz etti diye barış güvercini ilan ediyor tabi.
fakat bu söylemler ne kadar güvenli?
bekleyip görmedikçe,
petrol için yapılan savaşların tam olarak sonlandırılacağına rahatça güvenemeyeceğiz gibi.

öyleyse bizim için ne değişti?
farklılıktan kaynaklanan bir umut yeşerdi belki.
“ yeni “ olanın getirdiği birkaç ihtimal filizlendi.
ama hala her şey benim gözümde o kadar da netleşmedi.

ha, noolur,
bu adam çıkar,
çatır çatır bütün dünyaya ne kadar mükemmel bir insan olduğunu ispatlar,
ortaya gerçekten barışçı ve beraber kalkınmacı bir Amerika projesi koyar
- ez, işlet, devretçi değil yani -
ben de korkularımı yener,
çıkar meydanlarda obama t-shirtü bile giyerim.

ama o vakit gelene kadar,
obamaymış,
mccainmiş,
çok da tın benim için.



5.11.2008

çare yok..



bir kızcağız varmış..
22 yaşında..
doktor olmaya aday,
tıp öğrencisi yani..

aynı sınıfta okuduğu bir “ genç “ de bu kıza sevdalanmış..
uğraşmış uğraşmış
ama istediği sonuca ulaşamamış..
sonunda o “ muhteşem kafasını “ kullanmış.
o kafadan,
“ bu kız benim olmayacak, yaşamamalı öyleyse “ fikrini çıkarmış
ve güzel kızımızı acımadan katletmiş.
- öldürülen kişinin güzel olması neden kat be kat daha fazla üzer bizi onu da anlamış değilim.
kızcağız çirkin olsa olayın vahameti azalacak,
“ aman ölmek ona müstahaktı “ diyecektik sanki, neyse –

katletmek derken,
öldürme biçimi de neredeyse
“ kafasına bir kurşun sıksaydı keşke “
- tövbe tövbe -
dedirtecek türden.
47 kere(cik) bıçaklayan cinsinden.
hani öldüreceğim ama öyle bir öldüreceğim ki,
sana ölümü isteteceğim caniliği.
caniliğin derecesi olmaz gerçi.
ama bunun varmış demek ki.
“ sevdiğini “ tam ispatlamış oldu şimdi.

bu gence “ ceza indirimi “ gelmiş yeni yeni.
hep olduğu gibi.
biz adaleti sümme haşa eleştirebilecek tıynette insanlar değiliz bittabi.
beni bu olayla organik bağ kurmaya iten,
vakayı işyerinde konuşurken arkadaşımın ettiği bir cümleydi:
- senin manyak sapık
nooldu?, cümlesi.

dudaklarımdan:
- aman Allah’ tan yok bu aralar ortada, sözleri dökülüverdi.
ama aklıma " onun insiyatifine kalmış durumdayım hala "
düşüncesi de yerleşti
ve gitmedi.

evet sizin hiç tanımadığınız,
ama sizi uzaktan görüp “ beğenen “
hatta kendi hastalıklı dünyasında size aşık olduğunu iddia eden,
sizsiz kalmaktansa ölmeyi yeğleyeceğini söyleyen birileri,
her an bir şekilde hayatınıza girebilir.
benim girmişti.
uzun dönem önemsemedim,
konduramadım,
“ Allah’ ın salağı “ deyip geçiştirdim.
sonra sonraysa delirdim,
üzerine gittim,
polise gittim,
işe defalarca yanımda “ koruyucu “ biriyle gidip geldim.
ama an itibariyle kesin sonuç elde etmiş değilim.

en son yanıma yaklaşıp “ seni çok seviyorum “ demeye cüret ettiğinde,
sokak ortasında öyle bir bağırdım,
onu öyle bir rezil ettim ki,
şimdilik ortalıkta değil.
ama ben onu daha önce de rezil etmiştim.
daha önce de yoldan ekip otosu çevirip,
atlayıp polislerle sokak aralarında adım adım takip etmiştim.
kaçmıştı ve yanıma gelememişti sonra.
ama aradan biraz zaman geçince tekrar yaklaşıp
“ bu dünyada sensiz kalmaktan daha kötü bir şey olamaz “ demişti yine bana.
nefretimi kusacak her türlü hareketi yapmama rağmen.
hatta bir keresinde üzerine saldırmama rağmen,
tam olarak vazgeçip geçmediğini bilmiyorum hala.

işyerimi bildiği için “ kendi canı isteyince “ karşıma çıkıyor.
yanından geçerken ben,
ne söyleyecekse söylüyor.
ya da çiçek vermeye,
hediye vermeye çalışıyor.
“ en iyi ihtimalle “ beni uzaktan izliyor,
hem korkutuyor,
hem iğrendiriyor.
tedirgin edici varlığını hayatıma sokup sokmayacağı tamamen onun kararına kalıyor.
bir gün “ iş çıkışına gidip göreyim “ diyor
ve pat! damlıyor.
her gün yanınızda eşinizle,
sevgilinizle,
ne bileyim abinizle filan işe gidip gelmeniz mümkün değil.
“ belirsiz bir günde “ yanınıza gelme ihtimaline önlem almanız mümkün değil.
polise “ bu adam bana asılıyor “ dediğinizde,
yanınıza 2 tane koruma dikmiyor haliyle.
bodyguardla da gezemiyorsunuz whitney houston değilseniz.

peki bu durumda ne yapabilirsiniz?
hiç!
sadece bekleyebilirsiniz.
“ bugün de gelecek mi acaba “ diye ürkebilirsiniz,
her iş çıkışı kendi kendinizin sinirini bozabilirsiniz
ve böyle haberler okuduğunuzda,
“ ya o da bir gün sapıtıp beni vurursa,
silahı başıma dayarsa,
kimse kurtaramazsa “ diye endişeler duyabilirsiniz.
bedeninizi çok çaresiz ve aciz hissedip,
aslında hiç tanımadığınız birinin hayatınız üzerinde böylesine söz sahibi olmasına deli gibi sinir olabilirsiniz.

hatta daha da kötüsü,
bu paranoyalarla,
bu şahıs yanınıza yaklaştığında panik halinde kendinizi savunmaya çabalarken
yaralanmasına veya ölümüne sebep olabilirsiniz.
hapislerde çürüyebilirsiniz hem de ne uğruna?
sadece sizi uzaktan görmüş,
hiç mi hiç tanımadığınız takıntılı bir yabancı uğruna.

hayatın çok saçma ve boş olduğunu fark edebilirsiniz.
ve çok genç yaşta,
boş yere,
üstelik huncarca katledilen böyle bir kızı gördüğünüzde,
empati kurabilir,
kendinizi onun yerine koyabilir
ve gözlerini hayata kapattığı o an ne kadar korkmuş olabileceğini damarlarınızda hissederek,
usulca ağlayabilirsiniz…

31.10.2008

mustafa..yahut gerçekler..


biri olur herkesin hayatında..
“ O “ na çok aşık olursunuz.
çok seversiniz..
ama öyle ki kendinizden bile vazgeçebilecek gibisinizdir..
“ öl “ dese öleceğinizi bildiğinizden,
“ öl “ demediği her an için ona minnet duyar,
bunun için dahi ona bir kez daha hayran olursunuz..

bir kez olsun geçtiğini bildiğiniz sokaklarda gezer,
onun ayağının tozunu,
bıraktığı nefesin bir zerresini,
belki saçından düşmüş olabilecek bir teli arar,
bulamasanız bile,
sadece onun “ iklimini “ yaşamış olmaktan mutluluk duyarsınız..
uzaklığından kalbiniz iki değirmen taşı arasına sıkıştırılmışçasına ezilirken de
“ onun acısını çekmek dahi güzel “ deyip,
gözyaşlarınızı bu hastalıklı mutsuzlukla kutsarsınız.

ağlarsınız..
yıkılır,
unutur gibi olur,
sonra tekrar yıkılıp ağlar,
yine mahvolur,
biraz daha ağlar,
artık süngerleştiğinize emin olduktan sonra,
bir müddet durgun boşluğa dingin gözlerle bakıp,
“ bu bile oldu, kalpsizim artık “ dedikten sonra bile,
birkaç yıl daha ağlarsınız…

sonunda intihar etmeyecekseniz
- ki edebilirsiniz -
hayata geri dönersiniz.
bir şeyleri tamamladığınızı sanar
ya da gerçekten tamamlarsınız.
bu “ tam olma “ hali de bir yanılsamadır ama
bunu ancak,
o’ nu yıllar sonra tekrar gördüğünüzde anlarsınız.

bütün gücünüze,
belki de elde ettiğiniz mevkilere rağmen,
bir buyruğunuzla eğilip bükülecek onca şeyin ayaklarınıza serilmiş durmasına rağmen,
o’ nun gözleri gözlerinize değdiği an,
başınıza ne geldiğini bilirsiniz.
bir anda alır elinizden efendiliğinizi,
hükümranlığınızı
ve tekrar köleleştirir sizi,
iplerinizi elinde tutan bir kuklacı gibi.
gözlerine kilitlenirsiniz
ve bitersiniz.

bütün dünyanın ve sizin,
yani ikinizin,
keskin bir bıçakla ikiye bölündüğü,
“ ikiniz “ olma halinin,
sizi kalan bütün dünyadan ayırıp başka bir aleme çıkardığı anlardır.
ayaklarınızın altından yerin çekildiğini hissederken,
artık yükselişe geçtiğinizi bilirsiniz.
gerisi önemsizdir.

şimdi söyleyeceğim şey belki garip gelecek ama,
benim atatürk’ e duyduğum,
aşka benzer garip bağlılık da buna benzer.
o’ nu gördüğümde,
onunla ilgili bir kitap okuduğumda
ya da onunla ilgili bir film seyretme ihtimali dahi doğduğunda,
inanılmaz heyecanlanırım,
telaşa düşer,
korkuya kapılırım.
“ ticari hesaplar “ işin içindeyse bile körleşir,
mutlaka gitme-görme-bir kere daha yükselişi yaşama duygusuyla başkalaşır,
adeta inatlaşırım.

elbette sevgiliye duyduğumuza benzer bir aşkla değil,
ama çok daha başka türlüsüyle,
yine de vücut kimyasına etkileri itibariyle benzer biçimde bağlı olduğum bu adamı,
inanılmaz bir borçluluk duygusu,
minnet duygusu,
hayranlık,
“ ya olmasaydı “ korkuları
ve “ bu kadar da olmaz “ dedirten zekasına duyulan şaşkınlıkla izlerim.
hele hele 1-2 dklık da olsa araya karışan videolarıyla,
kendi sesi ve bakışlarıyla karşımda göreceksem,
neredeyse kendine acı çektirmeye ulaşan bir yoğunluk içerisinde seyrederim.

tüm bu duygular toplamına bir isim koymaya çalışmaktan aslında çoktan vazgeçtim.
belki de nasıl “ üst “ bir durum içerisinde olduğumu anlatmak istemekten buradaki tüm gayretim.
bir şeylere benzetirsem belki onu ifade edilebilir kılabilirim.
ama bir yanım onu ifade edilebilir kılma çabasının,
duygularımı olduğundan daha düşük göstermesinden korkuyor.

şimdi düşünün,
ben,
tüm bu hislerle mustafa’ ya gittim.
öncelikle az önce bahsettiğim sebeplerden dolayı,
sadece onu görmek,
ona doymak,
bu duyguyla yükselmekti derdim.
mutluydum,
beğendim,
sevindim.

fakat özellikle 2. yarı,
gözlerimi bir an da olsa o muhteşem mavi gözlerden çekebilip,
filmin arka planının aslında nasıl oluşturulduğuna baktığımda,
aslında bu filmi hiç mi hiç sevmediğimi,
hatta yavaş yavaş o katharsis duygusunun dışına itildiğimi fark ettim.

fanatik gibi gözükmeden durumu nasıl açıklayacağımı bilmiyorum.
ama yine de şöyle ifade etmeyi deneyeyim:
Atatürk’ ü gereksiz yere! yüceltmeyelim,
onu da normal sıradan bir insan gibi görebilelim,
zaaflarını-aşklarını “ Mustafa “ diye biri gibi değerlendirebilelim derken,
belki bilinçli,
belki bilinçsiz,
Atatürk’ ü basite indirgeme çabasına girişilmişti.
inandığım şu:
can dündar gerçekten iyi niyetliydi
ve “ Atatürk de insandı “ cümlesinin anlamını bize göstermek istedi.
ama bunu göstereceğim derken pek çok şeyi es geçti,
gizledi.

herhangi bir çalışma sırasında,
Atatürk’ ün karakterini övme işine hiç girişilmeden,
yalnızca yaptıkları alt alta sıralansa,
farkında olmadan yine Atatürk övülmüş olacaktı çünkü,
yalnızca eserlerinin büyüklüğü itibari ile bile.
dolayısıyla Atatürk’ ü normal göstermek için,
yaptıklarının bir kısmını anlatmamak,
eksik anlatmak,
bazı insanlara ters gelebilecek yönlerini de iyice abartmak gerekirdi.
örneğin laikliği getirmenin,
günlük hayattan dini tamamen silmek biçiminde yansıtılması gibi.
1933’ te giriştiği çok partili rejimi kurma çalışmalarına hiç değinilmeyip,
“ etrafında hiç mualefet bırakmayınca rahat etti,
heykellerini filan diktirdi,
gücün kendi elinde olduğunu cümle aleme ilan etti,
bu arada basından da kendisine bir eleştiri gelmediğinden,
uzun süre halkın durumunu çok iyi zannetti “ minvalinde laflar etmek gibi.

bu “ Atatürk’ ü diktatör gibi göstermenin kendilerini acaip demokrat yaptığına inananlar topluluğunun “ anlamadığım yanı şu:
Atatürk bu denli diktatörse,
zaten kurulmuş olan
ve işleyen saltanat düzeninin başına neden geçmedi?
vahdettin’ in kalmış olduğu yerden zevk-ü sefaya devam etmedi?
zaten “ tebaa “ durumunda bulunan,
mülkiyetsiz,
cahil,
yani ezilmeye müsait halkın bu durumunu kabul etmedi de,
onlara seçme ve seçilme hakkı verdi,
latin alfabesini getirip okuma yazma oranını yükselterek,
bireylerin okuyan yazan,
dolayısıyla düşünüp sorgulayan insanlar olmasını istedi?
cahillerin başına padişah gibi geçip sömürmek dururken,
neden milletinden başlarını kaldırmalarını,
dünyaya gözlerini açmalarını,
cumhuriyeti kurarak kendilerini yönetmeye başlamalarını istedi?
bunlar cevapsız sorular tabii.
tek bildikleri “ Atatürk diktatördü “ papağanlığı.
savaş koşullarında yapılanlarla
barış dönemi devrimlerini karşılaştıramama zavallılığı.

bunları geçtim,
Atatürk sanki cumhuriyeti kurduktan sonra hiç çalışmamış,
halkın durumunu geziler dışında anlayamamış,
sıkıntılar karşısında bunalmış,
yalnız,
özel hayatında mutsuz,
her gün rakı-meze alemlerine dalan,
orada da mutlu olamayan,
bommmboş bir emekli gibi gösterilmişti.
Allah’ tan lütfedip bu dönem bol kitap okuduğu,
yabancı dilden türkçeye giren kelimelere karşılıklar bulduğu
ve sanat alanında çalışmalar yaptığı “ şöööyle bir “ belirtilmişti.

ama ne Erzurum ve Sivas kongreleri 1 sn bile gösterilmiş,
ne cumhuriyetin ilan edilişi tek cümle dışında bütün coşkusuyla yansıtılmış,
ne izmir’ e girişin ihtişamı anlaşılmış,
ne lozan’ daki başarılara değinilmişti,
hiçbiri sanki hiç olmamış.
Atatürk sadece birkaç cephede başarıyla savaşmış,
onun dışında özel hayatında başarısız,
yalnız,
mutsuz,
içip içip geceleri yaşayan,
kendi hükümranlığı için kendi arkadaşlarını satan,
diktatör bir din düşmanı olarak gösterilmişti!
ama yavaş yavaş,
alttan alttan,
bu mesaj filmin genelinde oya gibi işlenmişti.
iyi halt edilmişti.

çok demokrat gözüktünüz şimdi.
tarihsel bir çok gerçeğe değinmeden,
Atatürk’ ü kendi kafanızdaki basit yerine indirdiniz diye çok mutlusunuzdur değil mi?
çok tatmin olmuş,
entel saydığınız dünyanızda “ birileri bunları da söylemeliydi canııım “ şeklindeki övgüleri kabul ediyor,
kendinizi çok yenilikçi
ve tabuları yıkan devrimci gibi hissediyorsunuzdur şimdi.

başkent(!) Ankara’ da,
Kızılay’ da neden hiçbir cumhuriyet kutlaması yapılmadı,
onu da bizler düşünelim tabii.


28.10.2008

babasının kızı...


babamla nasıl bir ilişkimiz var bizim diye düşündüm de az önce,
çözemedim evet.

baba-kızlarla ilgili mini bir yazı yetiverdi derin düşüncelere gark olmama.
çünkü ben bu “ bağı “ kendi kafamda analiz edememişimdir,
bir yerlere oturtamamışımdır pek.

dışarıdan bakıldığında “ kızına aşık babalar “ kategorisine sokulabilecek babam,
henüz liseye giderken sinirle kapanıp ağladığım odamdan bakıldığında ise öyle görünemeyebiliyordu evet.
beni şaşırtmakta da ustaydı
ve bünyemi sık sık şoka sokardı.
artık büyüdüğüm ve kendi paramı kazanmaya başladığım dönemlerde,
- bak bak kendi paramı diyor -
yapmayı düşündüğüm fiziksel birkaç değişikliği kendisine ilettiğimde,
ağzımı bir karış açık bırakacak şu cevabı vermişti :
- ama o zaman çok güzel, çok kusursuz bir kız olursun sen. bu kadarı fazla.

evet inkar edemem,
güzelliğimi yeterince kutsadı babam.
öyle ki bi yaşa kadar kendimi güzellik kraliçesi filan sandım.
aynı zamanda zor beğenen biri de olduğundan,
ondan aldığım iltifatları ayrı bir yere koyardım.
deniz akkaya’ nın en popüler olup,
dergi kapaklarını boy boy süslediği dönemlerde,
babam meşhur “ ipincecikse beğenirim “ düsturunu da ekleyip beynime:
- bu kadın şişman ve şaşı, cümlesini kazımıştı.

yani o şişman ve şaşıysa
ve ben de “ güzelsem “
bayağı bayağı büyük bi şeydim işte!
bi bakışımla kimbilir kimleri aşktan deliye çevirirdim.
sokakta sarışın, ince- uzun bi hatun gördüklerinde yamulan abilerin de
desteğiyle “ özgüvenli “ bir kız olarak yetiştim.
kendimce bu özelliklerimi okuyup-yazarak
“ kafaca “ da acaip geliştirdiğimden,
içi dolu turşucuk hallerimle,
kendimi pek sevmekteydim.
bu durumumu “ şımarık “ bulanlarınsa bu kendi problemleriydi!
beni ilgilendirmezdi.

işte bu burnu kaf dağı’ nda dönemin ardından iş hayatı geldi.
tabii büyüüüük şikayetlerle
ve kendisine yapıldığını düşündüğü büyüüüüüükkk haksızlıklarla likelife,
babasına problemlerini ilettiğinde aldığı yanıt netti:
- tabii ki sen de sıkıntı çekeceksin. herkes çalışıyor. senin ne ayrıcalığın var? sen de katlanmayı öğreneceksin!

bunun arkasından doğal bir “ ben de mi? “ isyanı geldi.
hani senin kızın el bebek gül bebekti,
çiçekti,
kelebekti?
bu hayatın dişlileri arasında ezilmesine nasıl izin verilebilirdi?
oysa bu baba için sadece hayatın basit bir gerçeğiydi.
onun zeka küpü güzel kızı “ ev kızı “ – sümme haşa - olamayacağına göre,
bu sıkıntıyı çekecekti.

ve çekti de.
ama hala hazmedemedi.

babamdan gelen “ karışık “ sinyaller aslında bu kadar değildi.
mesela yeri geldiğinde beni akıllı-becerikli vs diye tanımlayabilirken,
herhangi bir basit izin isteme durumunda “ çocuk “ konumuna düşürebilir,
zor durumda kalmama neden olabilirdi.
işte o günler odama kapanıp “ intikam “ yemini ettiğim günlerdi.
elbet bu günler geçecek,
benim elime kendi param,
kendi imkanlarım,
kendi hayatım geçecekti.
o zaman bütün dileklerim gerçekleşecek,
dünyanın eğlencesi ayaklarıma serilecekti.

o anki “ eğlence “ düşkünlüğümü
daha doğrusu lüksümü bana sağlayanın aslında babam olduğunu sonraları anlayabilecektim tabii.
benim “ bu gece arkadaşımda kalsam ne güzel olur “ diye düşünebilmem,
kafamı “ sadece “ bunlara verebilmem aslında onun eseriydi.
başka derdim olmadığından bu dertlerle kendimden geçebiliyordum.
ama bunları o anda anlamam benden beklenemezdi.
gençtim.
-hala gencim tabii ama o zaman en gençtim –
gezmeli,
beğenilmeli,
iltifatlar içinde yüzmeliydim.
yemin ediyorum hiçbir şeyden korkmadığım zamanlar oldu.
o kadar çok dünya bana aitmiş zannederdim ki,
ölüm bile bana değemezmiş gibi gelirdi.
toydum çok,
hem de nasıl.
gözü karalıklarımı anlattığımda hala sevdicek bile şaşırır,
nasıl girdin o ortamlara
ve nasıl çıktın,
neyine güvendin,
kimbilir hangi güç sana sahip çıktı diye.
bilmem.
herhalde tanrıydı.
ya da babamdı.

kısıtlanmışlıklarımı gözümde büyüttükçe büyütürken,
bana vermediklerine bakıp için için üzülürken,
“ bana güvenmiyor resmen “ diye isyanlara sürüklenirken,
aslında sadece onun sayesinde,
güvenli kozamda gelecek günleri sağlık içinde beklemekteydim.
ancak arada bir bana güvenmediğine emin olduğum kalbinden kopan,
üstelik başkalarına söylendiği için doğruluğundan şüphe etmediğim:
- akıllıdır benim kızım. ne yaptığını bilir, gibi cümleleri ağzından duyar,
ne düşüneceğimi,
ne hissedeceğimi bilemezdim.
bi an önce kopup gitme isteğiyle,
hep yanında kalma sıcaklığını bana yaşatan da bu değişken davranışlarıydı.

evlendim.
haliyle günlük yaşam içindeki en ufak kararları bile birlikte alma gibi bir durumumuz kalmadı.
ama hayatımdaki en önemli “ onaylayıcı kurum “ olma durumu da bozulmadı.
hala en basit desteğinden acayip gurur duyarım.
bana inanıp beğendiğini gösterdiğinde,
işi abartır neredeyse duygulanırım.

geçmişte
ve gerektiğinde ne kadar sert olabildiğini bildiğimden,
yumuşak bir şekilde “ beni hiç aramıyorsun “ diye sitem ettiğinde,
içimde bu duyguya karşılık olabilecek kutsal karşılıklar ararım,
yeni isimler yaratırım.
( evet sevmek çoğaltıcı. )

görüldüğü üzere bu imajı herhangi bir yafta altında toplamak zor olacak,
bu ilişki bir yerlere sığmayacak sanırım,
adına ne “ aşk “ ne “ nefret “ ilişkisi denilemeyecek,
tarafımdan yine nerelere konulacağı bilinemeyecek.

ancak bir gerçeğin altı çizilmeli burada.
o da bana bu ilişkiden çok şey geçtiği.
karakterimin bir çok özelliğinin bu ilişki çerçevesinde biçimlendiği.
asi yanlarımın sivrilmesi,
istediğim şeyler için mücadele etmeyi öğrenmem,
ya da bir onay cümlesine bu kadar önem vermem yanında,
insan ilişkilerinde yanar döner olmam da bu gel-gitlerin bana bir hediyesiydi.
“ sen kimseyi uğrunda yerlerde sürünecek kadar sevemezsin “ demişti bana biri.
sevebilirim tabi.
ama bunu belli etmeyecek,
çevresindekilere hep bir “ elim sende oynuyoruz “ duygusu verecek,
bir kaçan bir konan tabiata sahip olmama belki de beni geçmişte yaşadıklarım itti.
bu yolda üzdüklerim oldu mu?
belki.
ama en azından bunun özeleştirisini yapabiliyorum şimdi.

21.10.2008

geçti...

yeminler edilerek karşılanıp,
ağıtlar yakılarak uğurlanan bir haftasonu daha!
bu günler,
size ait olduklarında öyle çabuk geçip gidiyorlar ki!
- çalışma günlerimiz bize ait değiller bittabi -

kimlerin hayatında,
kimbilir neler gerçekleşmedi ki.
ama dönüp baktığınızda söyleyebileceğiniz şey sadece
“ kuş gibi uçup gitti “.

cumartesi sabahı sanki sadece 1 an öncesi gibi.
haftasonu önümde upuzuuuun biçimde duran çekici bir vaat,
yapılacaklar ve asla yapılmayacaklar içimi sıcacık ısıtmakta ama kalkmak istemiyorum.
saat 13:00 oluyor bu arada.
sefkili çoktan kalkmış tabii,
kediyi kapmış dalıyor odaya:
- bak sana kimi getirdim!

“ normalde “ arthur giremiyor yatak odası ve mutfağa.
en azından 1-2 mekanı “ hijyenik “ tutacağız ya!
sanki bütün gün ağzından öpüp durmuyoruz kediyi,
“ bebeğimizzzzzzzz meleğimizzzzz “ diye koynumuzda tutmuyoruz,
mutfağa sokmadın bitti bütün probler di mi,
bizdeki de kafa!
bütün aşılarını ve kontrollerini düzenli yaptırıyor olmamızın verdiği bir rahatlık var ya..
ona güveniyoruz zannımca.

kediyi kucağımızdan düşürmüyoruz,
bi an bıraksak da etrafımızda olsun istiyoruz,
aynı odada bulunmaktan hoşlanıyoruz,
bu duyguyla “ koku yapar “ falan demedik,
mama kabıyla su kabını bile salona getirdik.
ve aylar geçti biz “ aaa bak ne güzel yemek yiyor “ çocukluğuyla yavrumuzu seyrediyoruz hala.
ama o da gerçekten melek gibi ya.
güzellikler saçıyor resmen dünyaya.

neyse bu baba kucağında odaya giriyor.
sevgili akıllı tabii,
beni en önemli kozu kullanarak kaldırıyor.
çünkü likelife kedisine dayanamıyor.
agucuk gugucuk derken uykum açılıyor.
rahat rahat kahvaltı,
uzun uzun gazete okumak filan derken,
havanın kapalı olması da ekleniyor
- zaten 19:00’ da maç var -
evde kalma kararı veriliyor.
benim o an için canıma minnet.
çünkü yağmurda sokağa çıkmak benim kedi tabiatıma ihanet!

“ eskiden “ böyle değildi tabi.
haftaiçi çalışıldığından sevgiliyle ancak haftasonu görüşülebilirdi.
ve sevgiliyi görmek demek,
dışarı çıkmak demekti.
abartmıyorum,
hayatımın son birkaç yılı haftaiçi ve haftasonu sürekli dışarıda bulunarak geçti.
haftaiçi işte,
haftasonu gezmede.
şööööööööööyle bir evde oturmayı o kadar özlüyordum ki.
ama sevdiceğimi görmeden de duramıyordum.
ayrıca sosyalleşmek için de haftasonlarına ihtiyaç duyuyordum.
bu nedenle,
saç-makyaj-manikür-pedikür-bakım sayesinde dışarıya belli etmesem de.
ruhen “ exhausted “ durumda geziyordum,
- bir de “ her zaman iyi görüneceksin düsturu var tabii, evet -

evlenince ne oldu?
nihayet evde oturabilme lüksüm oldu.
evet,
belki diğer kadınlar için lüks olan dışarı çıkmaktır,
hatta “ her haftsonu gezdiriyor –köpek misin pardon?- beni kocam “
cümleleri birer iftihar sebebidir
ama benim için tam tersi.
“ kocamla “ arada bir evde oturup maç seyredebilmek,
benimki gibi
“ kurtlu “ ve “ sosyal böcek “ birine bile iyi geldi.
heleki önümüzde uzanan buzzzzzzz gibi kış günlerini düşününce,
bu konforu daha çok tercih edeceğiz gibi.

c.tesi sabahı uzuuuunnn oturmalardan ve uzuuun okumalardan sonra,
benim aklım Mamma Mia DVD’ sine gitti.
sevgili de hadi izleyelim dedi ama,
filmi yarı uykulu yarı uyanık gözlerle takip etti.
peki ben beğendim mi?
ada süper,
şarkılar süper,
oyuncular şeker,
insan başka ne ister?
senaryo filan beklenmiyor tabii.
bayram şekeri tadında bir eğlencelikti.

sonrası play station oynama,
maç seyretme,
yayılma oturma vs vs şeklinde geçti.
güzeldi.
gerçekten güzeldi.

sevdiceğe kalsa pazar günü de böyle geçecekti.
ama kısa bir süre de olsa dışarı çıkarabildim kendisini.
profilo’ ya gidip biraz dolaştık,
yemek yiyip alışveriş yaptık.
sinemaya gidecektik ama
ama istediğimiz gibi bir film bulamadık.

akşam da kedimizle yuvarlandık,
oyun oynadık
ve galatasaray’ ın trabzonu yenmesine
( 3 – 0 )
hakkını vererek sevindim ben.

sonraysa hüzünlenme evresine geçtim.
elime dergimi filan alıp koltuğa çöreklendim.
bedenimi,
saat 02:00 gibi zorlukla yatağa sürükleyebildim.
yatağa yatar yatmaz karnımda bir ağrı hissettim.
“ uyuyunca geçer “ dedim.
gözlerimi kapattım,
biraz dalar gibi olduğumda,
odada gürültüler duydum.
müzik sesi gibi bi şiydi.
kalktım.
bi baktım,
saat 7 olmuştu ve çalan telefonun alarm ziliydi!

5 sn gibi gelen 5 saatlik uykuyla gece geçip gitmişti.
söylene söylene işe geldim.
Koltuğuma çökerek “ bitti “ dedim.
gerçek zamanlar bitti.yine bekleme zamanları başlıyor şimdi..


11.10.2008

YORUM FARKI! ya da blogcu dostlarım hakkında...


ben uzun yazıyorum.
aslında o kadar uzun değil de,
fontu büyük ve kalın.
( oha. )

sık sık entera basmayı sevdiğimden,
bi satırda fazla bi şiy olmuyor aslında.
başlandığında çabucak okunup bitirilebiliyor.

ama başlanıyor mu?
acaba.
okunuyor muyum?
acaba.
beğeniliyor muyum?
acaba.
bunlar kafamda gezinen önemli birer soru.
bunları cevaplayabilecek olan da ne sayaçlar
ne de “ istatistikler “ sekmesi.
esas cevap yorumlarda.
ama ne hikmetse az yorum geliyor bana.
anlayamıyorum.
hafif yazıyorum oysa.
bir şeyler eklenebilir gibi yazıyorum.
bitirilmiş yazılar gibi değil de,
okuyucunun yorumuyla tamamlayabileceği gibi,
sonu açık bırakılmış,
çoğunluğu uçucu yazılar.

bunu da bilinçli yapıyorum.
nadir çıldırma anları dışında,
bloğun havasını ağırlaştırmıyorum.
ama yorumlar özellikle son zamanlarda iyice azalmış durumda.
bunun sebeplerinden biri “ eski dostların “ blogcuyu terk edip,
blogspotcu olmalarıdır mutlaka.
oralarda da bulmuşlar birbirlerini.
ben sanki öksüz kaldım buralarda.

taşınmaya da üşeniyorum.
o kadar yazıyı al,
kopyala.
arşiv diye bırakamam da ardımda.
bloğumda bir derinlik olsun,
çok yazı olsun,
isteyen gidip eski bi yazıma da zırt diye ulaşsın diye uzun zaman uğraştım sonuçta.

ama onları izlemeyi bıraktım,
yazılarını okumuyorum demek değil bu.
okuyorum.
takip ediyorum.
hem de soluk soluğa.

alpernatif mesela.
o nasıl bir dolphin macerasıdır ya?
kopuyorum,
hem de her satırda.

peki ya dolphinim,
yunusum.
nedir senin bu çektiklerin?
bitmeyecek mi demek isterim
ama bitmediğini de bilirim.
bir de size belki sadistlik gibi gelecek ama,
eski sevdicekle ilgili yazıları ayrı bir güzel geliyor bana.
çünkü bence bütün duyguları sonuna kadar yaşayan,
gerçek bir insan var orda.
“ ben sevgilimden ayrıldım ama turp gibiyim,
spora da giderim,
dünyayı da gezerim,
etkilenmem,
üzülmem “ diyenler,
yapay geliyor bana.
dolphinse tüm gerçekliğiyle duruyor orada.
evet belki acı çekiyor,
ama en azından yaşıyor.
uyuşturulmuş cam fanuslarda değil,
gerçek dünyada yaşıyor.
bu çok önemli bir nokta.

burdayımsaklanıyorumum.
sen hiç saklanma.
her gün yaz,
mutlaka yaz ama.
eğlenceli hallerin,
sel’ i övmelerin,
sevgilisiyle - kardeşin filan bir yana,
çerçey nedeniyle takılmıştım ben ilk sana.
hem kediyim,
hem kediseverim ne de olsa.
az iş değil bu da.
( artık kedim Arthur da var ya )
insan arıyor hayatı kendi penceresinden görenleri.
ve al işte.
dün akşam aynı şeyi seyretmişiz.
erdal sarızeybek bana hangi hisleri vermişse,
aynılarını vermiş ona da.
bunları okumak harika!

atalet!
yorum bile yapamıyorum ona.
tek söyleyebileceğim jötemmm vulevu kesköseeeee jö mapel likelifeeee.
( nasıl ama? )

şarkuteri zaten başka bir dünya.
“ yeni dünya “
şarküteri yeniliği,
ferahlığı,
dolaşmayı,
dünyaya açık olmayı çağrıştırıyor bana.
ailesinin ABD’ yi gezdiği yazıya bitmiştim mesela.
ve daha bir çoklarına.
şimdi yine yollarda.

jidotakafu’ yu alperden gördüm.
bi kaç kere uğradık birbirimizin bloğuna.
o bi kaç yorum da yazdı sonra.
öyle konu kapandı gibi oldu.
ya da o öyle sanıyor.
ama az da yazsa,
ben onun yazılarını okuyorum hala.
ve alpernatifizmdeki maceralarını bekliyorum merakla.
( kör oldun ya bi anda:(((
şişman da yaptı seni hain Alper )

hicasliyok kardeşim.
sen de bi kere bloğuma geldin.
“ benden sana sonsuz sevgi gösterileri “ gibi bi yorum yazdın gittin.
kimin nesiymiş bakayım merakıyla sayfana girdim,
dikkat kesildim.
bloğuna hala ara sıra gelip gidiyorum.
her geldiğimde,
bana lise-üni. dönemlerimi çağrıştırdığın için,
“ ah canım küçük kardeş napıo bakalım “ modunda yazılarını okuyorum.
ama zaman geçtikçe üni.deki sosyal faaliyetlerini,
projelerini,
ve özellikle aşkını okudukça,
yok yav koskoca bi kız oldu işte,
geçti artık o liseye gittiği,
ÖSS’ ye hazırlandığı dönem diyorum.
seviyorum.
gülüyorum.
kulağına “ aman noolursa olsun aşkı yaşa “ diyorum.
bu bi ayrılıp bi barışmalarını filan kendime fena halde benzetiyorum.
“ yapma “ demek istiyorum ama yapacak,
onu da biliyorum.
o yüzden sesimi çıkartmıyorum.

oyanın dünlüğü,
kendisini okuduğumdan habersiz,
çünkü onu da yorumların arasından filan tanıyarak çektim çıkardım.
arada bi uğruyorum,
ne yazmış bakıyorum.
ses yapmadan çıkıyorum.

çağlarbilir.
bu sayfaya ilk girenlerden.
ve bunu ilk ifade edenlerden.
yeri ayrı haliyle.
ama benim “ yeri ayrı “ dememe ihtiyaç duymadığını da bilirim ziyadesiyle.
çünkü bütün blog alemi peşinde.
herkes onu sevmekte,
takip etmekte.
( ne güzel işte )

gergin beyefendi,
yine uzaktan sevdiklerimden.
kızmasını istemiyorum.
kızlarını gezmeye götürdüğü yazılarını daha bi çok seviyorum.
okuyorum - kaçıyorum.

bu arada birilerini fena halde özlüyorum.
ennn birincisi keşkülü.
o bitaneydi diyorum başka bi şiy demiyorum.

bi de depresyonik manyaaam.
çok samimi değildik ama
ona yine de manyaaam canım şekerim diyebileceğimi biliyorum.
kafamı gözümü yarsa da 2. sn’ de güler onu da biliyorum.
bi de anne oldu artık.
nasıl tatlı olacağını tahmin edebiliyorum.

daha kimler kimler var okuduğum ama burada yazamıyorum.
çünkü sığdıramıyorum.
sadece şunu bilin istedim,
ben işyerinde “ kota “ problemleri nedeniyle çok az nete girebiliyorum,
evde de ancak bu bahsettiğim okumaları yapabiliyorum
o yüzden her zaman yorum yazamıyorum.
bir de “ yazın çok güzel “ gibi yavan yorumlar yazmak istemiyorum,
yanına espriler,
izlenimler,
duygular katmak istiyorum.
öyle olmayacaksa hiç olmasın diyerek
pek paylaşımcı olamıyorum.

belki bu yazıyı da bu yüzden yazdım.
ve şunu demek istedim.
Gölge gibi peşinizden ayrılmıyorum.
Ve yorum istiyorum!

( tabi bu yazıyı okuyup okumayacağınızı bile bilmiyorum.
kendimi kaderin ellerine teslim ediyorum )

erkekler mars' dan, kadınlar venüs' ten... yahut silistre..


sevdiğimizi hem dövüp hem sevme hallerimiz var ki pek fena.
en azından dişilerde durum bu.
erkek tarafını bilemiycem.
“kadınlar”cak böyleyiz.

“ dövmek” ten kastım,
elimizi kaldırıp,
Allah ne verdiyse önümüze gelen yerlerine pat pat vurmak değil tabii.
biz aslında onları,
içimizde,
kafamızda - haklı olarak- hırpalıyoruz,
ruhları bile duymuyor.

bu kez bi şey yaşamadım,
bi yazı okudum da ondan söylüyorum.
yazının özü şu:
“ sana kızdım mızdım ama,
yine de hala seviliyorsun haberin olsun,
hınzır seniii “

yaşanan durum annelerle çocukları arasındaki durum gibi.
- değil gibi de aslında -
mesela kadın kızıyor çocuğuna,
evin içinde döne döne arıyor,
ki bulursa fena sövecek.
bir anda çocuğunun bir kenara kıvrılmış uyumakta olduğunu görüyor.
bu görüntü karşısında yelkenleri suya indiriyor,
ne kadar kızmış olduğunu unutup,
yoğun bir sevgi duygusuyla çocuğunu bağrına basmak istiyor.

ilişkilerde de bu durum var gibi.
“ hayvansın,
itin tekisin,
aramıyor etmiyorsun ama,
bi gülüşün dünyalara bedel.
bi sarıl,
zaten ölürüm ben.
vefasız prensim,
sevgililer günün kutlu olsun “
benzeri ilanlar görüyoruz belirli gün ve haftalarda mesela.
ve hiç şaşırmıyoruz buna.
yaşanabilir buluyoruz zira.
bi problem olduğunda kalakalıyoruz sonra.

halbuki hata ortada.
biz yalnız kendi kafamızda kızıyoruz olanlara.
“ bak bugün hiç aramadı “ diyoruz.
“ doğumgünümü unuttu “ diyoruz
vs,
vs,
diyoruz
ama bunları hep içimizden diyoruz.
sokağın köşesini dönüp de onu karşımızda görünce,
her şeyi unutuyoruz,
hele boynumuza dolanıp,
bizi öpücüklere boğarsa,
“ seni özledim güzeller güzelim,
sevgilim,
her şeyim “ filan diye sarmalarsa,
aslında ona çok sinirlenmiş olduğumuzu söyleyemiyoruz.
böylece hazretlerinin kendilerine 1-2 gündür özenle biriktirilen kinden haberi bile olmuyor.

söz konusu kin de,
bir dahaki kavgaya kadar,
içimizde bir yerlere,
derinlere atılıyor.
fakat bir sonraki sürtüşme anında bize döndüğünde,
artık çok güçlenmiş,
derinliklerde karşılaştığı diğer arkadaşlarıyla birleşmiş,
devleşmiş
adeta voltranı oluşturmuş halde geri dönüyor.
bunlardan bir tanesinde öyle bir patlıyoruz ki,
sonunda işi
“ artık dayanamıyorum, çok şey birikti “ diye başlayan ayrılıklara getirebiliyoruz.
erkek tarafının da tabi bu “ birikenlerden ” haberi olmadığından size:
- ne birikti ki? çok iyiydik? sırf şımarıklık olsun diye yapıosun,
kaprislisin,
kibirlisin,
beni üzmek için mi uğraşıyorsun diye şaşırmalara,
kızmalara doyamayan bir cevap geliyor.

bu nokta zaten kızın ağlamaya başladığı,
“ baaaaaaak işte gördün mü,
beni anlamıyorsun işteeee,
bir kere bile içimde ne fırtınalar kopuyor gördün müüüüüüüü ehühühüheeee “ diye duygulanımlar fışkırttığı nokta oluyor.
bunun üzerine erkek eğer:
- eeehhh be! yettin artık! diye çekip gidecek bi öküzcan değilse,
paniğe kapılıyor.
- tamam sevgilim, hayatım, ağlama seviyorum ben seni
vb söylemlerle,
suçunu anlamasa da ( ki bu nokta çok önemli ) durumu düzeltmeye çalışıyor.
2 dk öpüşüp koklaştıktan sonra da olay kapandı gibi düşünüyor.
bana kızdı,
biraz da zırladı,
sonunda yine alttan alan ben oldum ama neyse barıştık diyor.
kendini haklı görüyor.
bir daha da bu olayı aklına bile getirmiyor.

oysa kız tarafında durum farklı gelişiyor
eve gidiyor.
en yakın arkadaşı arıyor.
diyalog başlıyor:
- ay bugün acaaipppp kavga ettik benimkiyle.
- hadi yaaa..
- walla yer yerinden oynadı (!?)
- anlatsana şunu doğru dürüst bakim
- ya işte dedim ki dedi ki dedim ki dedi ki bıdı bıdı vik vik vik
- alla alla sonra
- ondan sonra bıdı da bıdı bıdıbıdıbıdıbıdıbıdı..
- aaa? bak terbiyesize!
- yaaaa.. sonra bana bi de dedi ki ne hakla ayrılırsın,
kibirlisin, şımarıksın, bencilsin, ay inanmazsın neler neler dedi yaaa
- sen naaptın?
- dayanamadım ağladım tabi. aslında hiç öyle yani çok
fazla filan ağlayan biri değilimdir.
- tabii ki canım benim.
- işte ben ağlayınca bu dayanamadı hemen yılışmalara filan (!?) başladıaaa..
- eee??
- ee si ben de affettim (!?) işte napiyim.
- ay kızım manyak mısın yaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaa
- ya kızım gönül buuuuu. kondu bi kere işte bu salağaaaa.
- manyaksın kızım sen.
- ama gözleri çok güzel di miaaa..
- güzellik geçicidir bi kere!
- olsun geçtiği zaman düşünürüz. ehehehue
- …
- ekikikiki
- …
- ekikikikikikiki
- ehehehe
- eheheehehehehe
- ahahahahahahahahahahha ( bkz. kızların anlamsız gülüşmeleri )
- ee bu arada seninki napio?
- ay domuzcan mı? aynı walla şekerim. daha geçen gün şunu yaptı bi de bunu da yaptı ayrıca da bu da var bi de şu bla bla blablabla..

konuşma uzayıp gidiyor.
çocuk bu arada evde maçını izliyor
o gün yerin yerinden oynadığından,
ertesinde de affedildiğinden filan haberi bile yok.
günlük hayatına sakin bir şekilde devam ediyor.

kısacası söylenenler doğru.
kadınlar ve erkekler farklı dünyalarda yaşıyor.

9.10.2008

tatilde tatlılıklar ve köprüler..


benim yaşadığım başka..
herkesinkinden farklı,
fazla,
hepsinden çok.
benim aşkım en büyük,
benim psikolojim en derin,
benim hayallerim en yüksek diye diye hep istisnai bir yerlere oturturuz ya kendimizi.
- bilinçli ya da bilinçsiz-
bu kez öyle olmayacak benimki.
bayram tatilinden kısaca söz edeceğim size.
farklı değildi,
derin değildi,
ne bileyim bi alpernatifin macaristanı değildi
-sonunda köprü vardı ama,
herkeste bazen köprü var,
şehir ayırt etmeksizin-
herkesinki gibi bir tatildi işte.
eğlenceliydi.

aslında tam anlamıyla uzun bile denemezdi,
cumartesi ve pzt çalışmıştım zira.
bencilce “ şanslı “ sayılabilecek tek yanı ise
hem benim annemlerin –Kemer-
hem sevdiceğin ailesinin –Şarköy-
tatilde oluşlarıydı.
ablamlar anneannemlerdeyken,
biz de oraya gittik,
böylece bayram ziyaretlerini tek vuruşta bitirdik.
- pek iyi -

yoğun istek üzerine kediyi de yüklendik.
burdasaklanıyorum’ un çerçeyinin yolculuk maceralarını okuduktan sonra,
“ seyahat “ imiz sadece istanbul’ un 2 yakası arasında geçecek de olsa,
korku vermişti bana.

neyse koyduk beyefendiyi taşıma kabına.
misafirlik temiz kumunu,
mamasını,
oyuncaklarını da attık taksinin arka koltuğuna,
sessiz sorunsuz vardık yolun sonuna!

fakat dakika 1 gol 1,
bizim pabuçlar damda!
arthur kucaklarda.
yok efendim bu kesinlikle kedi olamazmış da,
kendisi “ öte “ bir yaşam formuymuş da,
bu kadar tatlı olmaya hakkı yokmuş da!
ne laflar işittik.
bu arada tabii envai çeşit
-abartmıyorum-
yemek yedik.
uzun uzun sofrada sohbet ettik.
sonra anneannemle ben musiki bile icra ettik.
masadakiler de katıldılar.
kedisiyle medisiyle,
bayağı “ ah o eski bayramlar “ tadında bir akşam geçirdik.
eve döndüğümüzde daha bi huzurlu,
daha bi aile gibiydik.

diğer günler için detaya girmeyeceğim,
arkadaşlarla görüşme,
gezme,
evde mayışma şeklinde 2 günü zor geçirdik.
tabi sürekli çalışmaktan,
evde vakit geçirmeye alışık değil bünye(ler)
2 genç evde uzun süre kalırsa ne yapacaksa onu yaptık biz de,
kalktık play station 3 aldık.
aslında PS2 vardı,
idare ediyorudk,
futbol oynuyorduk filan,
ama dedim ya,
3 günde kudurduk işte.

80 GB’ lık konsol,
çift Dual Shock kol,
2 tane de oyun
( GT5 ve Heavenly Sword )
eşliğinde teşrif etti evimize.
bir anda koliler,
ufak poşetler,
kılavuzlar filan etrafa saçıldı,
arthur da hepsini tek tek elledi,
kokladı,
PS3’ e tüylerini yapıştırdı.
yapma etme demelerimize aldırmadan eve yeni giren bu “ şeyin “
önce o keyfini çıkardı.
sonra da biz tabii.

mütamediyen,
alacak hiçbirşeyimiz olmasa bile,
düzenli turlar attığımız Teknosa vb yerlerde,
devamlı gördüğümüz,
bir türlü almayıp sadece,
“ abi görüntüye bak yaaa “ diye inciler döktüğümüz “ şey “ evimizdeydi işte.
tam anlamıyla başına çöreklendik,
cuma cumartesi sabah 5’ lere kadar
-abartmıyorum-
oyun oynayıp şenlendik.

pazar günü son gündür deyip sevdiceği dışarı çıkardım sonunda.
biraz alışveriş yaptık.
bowling oynadık.
arkadaşları çağırıp evde GS ve FB maçlarını izledik.
4-1’ lik Kayseri zaferine canlı tanıklık ettik.
kediyi sevdik.
PS3’ le pek elleşmedik.

gece oldu sonra.
korkunç gece.
en zor gece.
“ son “ gece.
yemin ediyorum,
1 dk bile uyumadan taş gibi yattım yatakta.
sabah da saatin alarmı filan çalmadan kalktım.
uyumadığıma göre ne için çalacaktı ki?

tüm gece o gel-git köprüsünde geçti işte.
her şeyi bırakıp,
yollara çıkıp,
gezerek,
keşfederek,
özgürlüğü ta içimde hissederek devam etmek istedi ruhum bütün gece.
bütün işlerden ve sorumluluklardan koparsam,
hayatımda bir daha hiç yaşanmayacaktı “ son gece “ .
“ yarın iş var yaaaa “
ya da “ yarın şu, bu bi de öbürü var “ olmayacaktı bir daha.
bunun üzerine dünki yazı çıktı işte.

bunları yazmak da bugüne kaldı.
iyi oldu belki de.