11.03.2010

46 dergi ve Kavaf..


bütün basın çalkalandı,
yankıları -azalmakla beraber- hala devam ediyor.
bir kısım(!) insan bu ay mütemadiyen Vogue’ dan bahsediyor.
( Hüseyin Çağlayan’ ın deyimiyle vööğgg )
evet,
ben de bu konuya şöyle bir değinip geçtim,
ama bu karmaşa arasında bence yeni çıkan başka bir dergiye yazık oluyor:
46’ ya.
Vogue yüzünden yeteri kadar konuşulamıyor,
-zaten kulvarları da çok çok farklı-
ama dergiyi alanlar kaliteli bir işi elinde tutmanın ne demek olduğunu anlıyor.
Cem Yılmaz filan bir yana,
sizi bu dergiye işte asıl bu kalite çekiyor.

ne yapıyor,
ne anlatıyor,
kuş mu konduruyor?
hayır kondurmuyor hatta bildiğimiz şeylerden bahsediyor ama buram buram "düzey" kokuyor.

bir defa dergiye müthiş fotoğrafçı Mehmet Turgut’ un elinin değdiği hemen anlaşılıyor.
fotoğrafların güzelliği sayfalardan taşıyor.
öyle ki sevgilime bile "vavv" çektiriyor.
kendisinden zerre hoşlanmadığım Ayşe Özyılmazel röportajına da yer veriyor mesela,
o bile resimlerini görünce "bu ben miyim?" diye kalakalıyor.
gönül tez elden kendini Mehmet Turgut’ a fotoğraflatmak istiyor.

Patricia Kaas, Rashit, Özgür Masur röportajları,
gerçekleşecek bomba gibi festivallerden haberler,
yeme-içme tavsiyeleri,
moda çekimleri arka arkaya bu sayfalarda kendine yer buluyor.
tüm bunlar inanılmaz bir baskı kalitesiyle size sunuluyor.
sonuçta ortaya unisex bir dergi çıkıyor.

dergilerin kaderi şöyle işler:
dergiyi bir şekilde duyarsınız.
gider satın alırsınız.
önce tüm sayfaları şöyle bir çevirirsiniz,
yani dergiye "bir bakarsınız"
arka kapağı kapatana kadar hızlı bir serüven yaşarsınız.
işte tam o an bu dergi sizde bir izlenim bırakır.
bir kere içiniz sıkıldıysa,
içinde dünyanın en güzel yazıları bile yazıyor olsa onları okuma şansına sahip olmazsınız,
çünkü o derginin kapağını bir daha asla kaldırmazsınız.
ama içinizde hoş ve sıcak bir his oluştuysa,
detayları görmek ve yazıları okumak için tekrar tekrar o dergiyi elinize alırsınız,
sayfaları didik didik tararsınız ve okunmadık tek satırını bırakmazsınız.
o zaman o dergi artık "sizin dergilerden" biri olur
ve bir daha ki sayısını da satın alma kararı alırsınız.

bence ilk göz atmanın sonunda arka kapağı kapattığınızda,
46’ dan hoşlanacak ve sayfalarına bir daha göz atmaktan kendinizi alamayacaksınız.
sonra da takipçisi olacaksınız.

****

Selma Kavaf..
dikkat buyuralım lütfen,
kendisi Kadından ve Aileden Sorumlu Devlet Bakanı.
kadın ve aile..
ne kadar hassas, naif, incelik gerektiren konular değil mi?
haliyle bu işe “bakan” kişinin de öyle olması gerektiğini farz edersiniz herhalde.
hem bilgili ve donanımlı,
hem de kıvrak bir kavrayış ve manevra kabiliyetine sahip,
zarafet dolu biri olmasını da istersiniz.
bayrağı Nimet Çubukçu’ nun bıraktığı muhteşem(!) noktadan ileri taşıyacağını umut edersiniz bir de.

fakat bakınız kendisinin kafası nasıl işliyor
ve geçen gün yaptığı müthiş değerlendirmelerinde ne buyuruyor:
ben eşcinselliğin biyolojik bir bozukluk, bir hastalık olduğuna inanıyorum.
tedavi edilmesi gereken bir şey bence.
dolayısıyla eşcinsel evliliklere olumlu bakmıyorum.

evet,
bu hükümetten toptan umudum yok zaten,
tamam,
ama en azından kadından ve aileden sorumlu bir kadının biraz da olsa farklı olması gerektiğine inanıyorum,
bunları söyleyebilmesine ise hala inanamıyorum!
hala şok oluyorum.

ama kendisinin incileri bunlarla da bitmiyor:
- eşcinsellerle ilgili bir çalışmamız yok. ( aferin, övünç meselesiymiş gibi beyan edin bir de! )
- eşcinsellerin evlenmeleri yasak olduğu için, bence evlat da edinmemeliler ( vay vay vay.. )
- Aşk-ı Memnu gibi diziler şifreli yayınlansın. ( tabi ahlaksız bu diziler )
- hiç fiziksel şiddet görmedim. ama mesela bunu o kadar ileriye götüren Sivil Toplum Kuruluşları var ki,
mesela işte eşin karısına "evde yemek var mı?" diye sormasını bile baskı unsuru, şiddet olarak algılıyorlar.

inanın bunları yazarken bile sinirden bütün tüylerim diken diken oluyor.
kadını koruyup kollaması gereken bir bakan
evet koskoca bir bakan,
kadına uygulanan psikolojik şiddetin bir kısmının görmezden gelinmesi gerektiğini alenen savunuyor.
sığınma evlerini,
eş ve baba baskısından yılmış kadınların başvurabilecekleri STK’ ları desteklemesi gerekirken,
"kocandır sever de döver de, kır dizini otur evinde" buyuran mahalle karakolu zihniyetini kibarca önümüze sunuyor.
aman eşin azıcık da kızıversin,
azıcık da bağırıversin,
kafan gözün yarılmadıkça devleti kendi meselelerinizle meşgul etmeyin! diyor.

sayın bakan,
psikolojik şiddet de bir şiddet çeşididir ve kişiyi intihara bile sürükleyebilir.
zaten yıllarca baskıya maruz kalıp zerre kadar gıkını bile çıkaramayan milyonlarca kadınımız varken,
bir şekilde STK’ lara başvurmaya cesaret edebilmiş bir avuç kadınımızı da
"aman sen de kocan yemek sorsa şiddet gördüm diyeceksin, yazık walla bu erkeklere, evde bi huzurları yok keh keh" mantalitesiyle karşılarsak,
hangi eğitimi, hangi refahı, hangi ekonomik göstergeyi iyileştirebileceğiz?
evet,
o kırsın dizini otursun dediğiniz kadınlar huzurlu ve mutlu olmadıkça,
ne eğitim düzelir,
ne sağlık sistemi ve evet hatta o çok önemsediğimiz ekonomi.
bireylerini tek tek değerli varlıklar olarak görüp,
onların sorunlarına saygıyla eğilmeyen hiçbir devlet yükselemez.

tabii bu pek hoşa gitmeyecek ama bahsettiğim o bireylerin içinde eşcinseller de var.
onlar hasta değiller.
öyle doğdular, öyle hissediyorlar ve onlar için normal olan bu.
tedaviye ihtiyaç duymuyorlar.
sadece onlar da artık toplumda sıradan karşılanmayı ve onaylanmayı arzuluyorlar.
itilip kakılmak, küçük görülmek istemiyorlar.

heteroseksüel bir erkeği başka bir erkekle birlikte olmaya zorlamak,
ne denli abuksa,
homoseksüel bir erkeği bir kadınla evlendirip ömür boyu olmadığı biri gibi davranmasını beklemek de o denli abuk.
aynı şey lezbiyenler için de geçerli.
tabii bir de biseksüeller var.
kabul edin ya da etmeyin,
onlar da sizin bizim kadar sağlıklı ve normal insanlar.
sadece cinsel tercihlerini bizden farklı kullanıyorlar.

şimdi ben bu bakanımızın beyanlarını okuyacağım ve şöyle mi diyeceğim:
ooohh şükür!
annemden babamdan normal(!) doğmuşum,
tabii buna hiçbi katkım olmadı ama olsun.
heteroseksüel doğdum ve öyle öleceğim!
yaşı yaşıma boyu boyuma uygun bir erkekle evlendim!
toplumsal bir kuralı çiğnemedim.
Tanrım mutlu ölebilirim!

lütfen artık kimseyi ötekileştirmeyelim.
eşcinseller asıl görev tanımınızda yer alan "ailelerin" içinde yaşıyor.
ve bir çoğu durumlarını ailelerine anlatmaktan çekiniyor.
ya ailelerinden kopup farklı yollar çizmeye kalkıyor,
ya da cinsel tercihini açıklamaya cesaret etse bile,

ailede çoğunlukla istenmeyen kişi ilan ediliyor.
iş hayatından da kimi zaman aforoz ediliyorlar.
ve maalesef bir kısmı geçinmek için fuhuş yapmaya mecbur kalıyor.
dolayısıyla aileden sorumlu olmak,

onların sorunlarından da sorumlu olmak anlamına geliyor.
onların da artık normal olduklarının anlaşılması için çalışma yapma görevini de içeriyor.
bu çalışmanın yolu da takdir edersiniz ki "onlar hasta, tedavi edilmemeliler!" önermesinden geçmiyor.







3.03.2010

Veda, Vogue, Galatasaray ve LOST!!


kısa bir aradan sonra,
birikmiş haber, görüş ve önerilerimde emrinizdeyim.
bu yazıda size Veda filmi, Vogue Türkiye, Galatasaray ve Lost’ tan bahsedeceğim.
şimdiden söyleyeyim.

içinde Atatürk olan her şeye duyduğum gibi,
Veda’ya da daha izlemeden saygı duyduğumdan,
filmi güzel bir salonda izlemek amacıyla cumartesi iş çıkışı sevdicekle beraber kalktım İstinyepark’ a gittim.
yoğun bir bilet kuyruğu tam karşımızdaydı ve
kuyrukta efendi bir şekilde sırasını bekleyenler arasında Saadettin Saran da vardı.
( fakat gördüğümüz kadarıyla Hülya Avşar yanında değildi. )

genelde ünlü görmeye meraklı insanlar değiliz,
ama uupuzuuunnn boyuyla herkesin arasından sıyrılan Saadettin Saran’ ı görmemek de mümkün değil gibiydi.
o kalabalığın arasında sıra bekliyor olmasını,
kendini kimseden üstün ya da ayrı tutmuyor olmasını takdir ettik.
ancak biz kendisi kadar sabır taşı insanlar olmadığımızdan sıraya girmedik ve kiosklara yöneldik.
2 dk içinde de biletimizi almış yemeği nerede yiyeceğimizi düşünmekteydik.

Burger’ da bi şeyler atıştırıp filme kadar biraz dolaşmayı tercih ettik.
ben yine D&R’ da ve Mudo’ da kendimden geçtim.
her şeyi her şeyi satın almak istedim..

film saati geldi sonra.
mısırım-kolam kucağımda,
hevesle koltuğuma yerleştim.
ama maalesef yine beklediğimi elde edemedim.
kafamdaki gibi profesyonel bir Atatürk filmi izleyemedim.
evet bu seferki belki Mustafa’ dan daha iyi niyetliydi.
emek de harcanmıştı, belliydi.
ama bir çok şey, üzülerek söylüyorum acemiceydi.


bir kere Türk filmlerinin büyük zaafı montaj problemi yine başrollerdeydi.
oradan oraya zıplamalar, sahneler arası bağlantılardaki aksaklıklar sık rastlanan türdendi.
makyajların çoğu başarısız,
Sinan Tuzcu iyi bir oyuncu olmasına rağmen Atatürk portresiyle inandırıcılıktan uzak, figüranların oyun kalitesi ise yerlerdeydi.
güzel olansa fotoğraf olarak bakıldığında estetik değer fışkıran birkaç sahne ve Zülfü Livaneli’ nin muhteşem müzikleriydi.

İstinye Park dönüşü bu kez heyecanla beklediğim başka bir şey,
Vogue Türkiye elimdeydi.
pazar gününün büyük kısmı da onu incelemekle geçti.
Vogue efsanesini zaten hepimiz biliyor ve takdir ediyoruz
ama Türkiye’ deki durumun nasıl olduğunu irdelemek ayrıca keyif vericiydi.
ilk elinize aldığınızda diğer kadın dergilerinden bir farkı olmadığını düşünebiliyorsunuz,
fakat o 500 küsur sayfalık nimeti kucağınıza alıp okumaya başladığınızda,
gerçekten detaylı ve kaliteli bir işle karşı karşıya olduğunuzu anlıyorsunuz.
okunacak, bakılacak şeyleri diğer dergilerde olduğu gibi 1 saatte bitiremiyorsunuz
ve ciddi anlamda “aylık” bir dergiyle karşı karşıya olduğunuzu fark ediyorsunuz.
o yüzden benim pazar günü yaptığıma da ancak bir ilk bakış ya da ön okuma diyebiliriz.
bu ilk bakışta göze çarpan konular arasında,
-Ünlü tasarımcı McQueen’ in intiharını,
-Ferzan Özpetek dosyasını,
-Mardin ve Bodrum’daki moda çekimlerini,
-Zeki Müren eksenli kıyafet inkılabı yazısını,
-Geçmişten bugüne stil ikonları ile ilgili hazırlanan dosyayı
(Coco, Diana, Kate, Jackie, Grace, Marilyn, Brigitte vb ),
-Sinema-müzik-kitap tavsiyelerini,
-İstanbul Moda haftası eleştirilerini sayabiliriz
.

sırf bu kadar fikir edinebilmek bile günümün önemli bir kısmını aldı.
kalan kısmındaysa nefes kesici futbol mücadelesi vardı.
ilk olarak Fenerbahçe’ nin puan kaybı yatıştırıcıydı,
ardından Galatasaray’ ın muhteşem futboluyla yakaladığı 4-1’ lik galibiyet takdire şayandı.
Galatasaray, korkmadan,
kendisi gibi oynadı,
ve rakibine büyük üstünlük kurarak,
seyircisine bir futbol resitali sunarak 3 puanı kazandı.
yazarınız da evde bol bol hopladı zıpladı.

size anlatmak istediğim konular arasında son olarak da Lost vardı.
burada uyarımızı yapalım,
ve 6. Sezon 5. Bölümü izlemeyenler için
yazının bu kısmıyla ilgili kocaman " spoiler " uyarımızı koyalım.
eğer bu bölümle ilgili bir şey okumak istemeyenler varsa,
onlarla yazının bu kısmında vedalaşalım.
bölümü izlemiş, dolayısıyla neden bahsettiğimi anlayabilecek olanlarla yola koyulalım
ve konumuza bodoslama dalalım.


şimdi,
her ne kadar ara sıra denyoluklar yapmış olsa da,
ilk bölümden beri sevip saydığımız bir karakterdi daktır Jack.
fakat bu bölümde deniz fenerindeki aynaları kırdı ya,
yemin ederim canımdan can gitti.
ben ki öyle babaanne gibi televizyonla konuşan,
kapının arkasından saklanan katili görünce filmdeki kurbana doğru "sakın girme o kapıdan" diye bağıran biri değilim.
ama o Jack olacak adamın aynaları kırdığı sahnede,
ben bile büyük bir şaşkınlık içinde " aaa naapptı??? " dedim.
gerçekten de “ne yaptın sen Jack?”
ya da onların deyimiyle " hey ahbap, söylesene senin derdin ne ha? " demek istedim.

düşünsenize,
tüm tarih boyunca icat edilmiş belki de en karmaşık ve ilginç aygıtlardan biri o an karşınızda.
bilimsel bişeyse belki Tesla’nın veya benzeri uçuk bir bilim adamının uzun çalışmalarının ürünü.
bilimsel bi şey değilse,
belki –sümme haşa- Tanrı’ nın dürbününün dünyadaki izdüşümü vs gibi dokunursan çarpılacağın,
derin mistik gizemleri olma ihtimali yüksek bi bi şey,
belki bi test, bi simge.

en azından bi doktor olarak, bi bilim insanı olarak,
"Allah Allah nasıl çalışıo bu alet, nasıl gösterio bu aynalar çevremizde olmayan yerleri?" demez misin?
neden hepimizin birer numarası var,
burada isimleri geçen diğer kişiler kim,
bu çarkın çalışma prensibi nedir demez misin?
en kötü ihtimalle, bi arkadaş, bi kanka olarak,
yanında seninle oralara kadar çıkmış Hugo varken
"hacı du bakalım bi de senin numarana doğru çevirelim şu çarkı, ne gösterecek" demez misin?
yıllardır biricik sevdiceğin olan Kate’ in numarasına bakınca neler göreceğini merak etmez misin?
üzeri çizilmiş-çizilmemiş kişiler arasındaki bağlantıları/farkları irdelemez misin?

belki 6 senedir izleyip izleyip çözememekten artık fenalık geçirdiğimiz,
bileklerimize kolonyalar sürdüğümüz dizinin bütün gizemlerinin cevapları o aygıtta.
sen napıosun?
okumuş etmiş adam gibi davranmak yerine,
bi Recep İvedik edasıyla,
önce " neyi yansıtıo la bu " diye arkana bakıyorsun.
-tamamen düz mantık-
sonra da tam bi maganda gibi paramparça ediyosun aleti!

bir bilseniz o an o kadar sinirlendiğimi..
en son John Locke benzer bir vandallık yapıp denizaltıyı patlattığında kendimi böyle hissetmiştim.
çünkü o ana kadar bizim için en önemli şey Lostielerimizin adadan sağ salim çekip gidebilmesiydi.
evet belki gizemler de çözülmeliydi ama nihai amaç eve dönmekti.
Locke bu şansı mahvetmişti.

bence bu iki örneğin ortak özelliği bencilliği temsil etmeleri.
John Locke " ben bu adadan çıkılmaması gerektiğine inandım o zaman kimse çıkmayacak! " mantığıyla güzelim denizaltıyı Jack’ in gözleri önünde yok etmekten çekinmedi.
Jack de aynı şekilde kendi evinin yansımasını aynada görür görmez,
aygıtı parça pinçik etti.
tamam sen sinirlendin ama başta yanındaki Hugo olmak üzere,
diğerleri de kendileriyle ilgili ne göründüğünü bilmek isteyebilirlerdi.

işte o aynalar kırılırken ben bunları hissettim.
fakat sonra kendime şöyle dedim:
Jack az önce tüm hayatının adeta bir BBG evinden, adeta bir Truman Show’dan ibaret olduğunu öğrendi.
bütün yaşamı Jacob adında üstelik hiç tanımadığı biri tarafından manipüle edilmişti.
tabii ki bir şok geçirecek,
tabii ki durumla alakalı elinde bulunan tek nesneye düşünmeden zarar verecekti.

yine de şunu belirtmek isterim,
favori dizi karakterim Michael Scofield asla böyle bir eylemi gerçekleştirmezdi.
ne denli yıkılmış ya da duygularıyla oynanmış olursa olsun,
adaya düştüğü ilk andan itibaren fırsatları değerlendirirdi,
parçaları birleştirirdi ve mutlaka çözüm daha ilk sezonda kafasında belirirdi.
6 sezon sonunda ise Los Angeles – Ada arası otoban bile inşa etmiş olurdu,
ben size o kadarını söyleyeyim.
ve yazıma şöyle bir son vereyim:
R.I.P Michael.
everybody will miss you 4ever.

bye.