25.03.2009

vahşi yürekli olup da kafeslerde tutulanlar için bir dua...

i
çime oturdu sonunda..
bu saate kadar dayanmıştım oysa..

hastayım..
ya da boğazı iltihaplıyım diyelim.
dün kayıplardaydım..
ateşler içinde yatak döşek yatmaktaydım..
bugün işyerindeyim ama bütün kemiklerim ağrıyor hala..

doktor-antibiyotik- ağrı kesici..
1 günde ne kadar çare olunabilirse o kadar çare oldular işte..
bana kalsa birkaç gün daha yatmam gerekirdi ama hayat, neyse..

yazmış mıydım hatırlamıyorum,
adam fawer / olasılıksız’ ı okuyorum..
biraz geç belki evet,
ama sıra geldi mi geldi işte..

hikaye,
beklediğimden farklı bir akışla,
sağlam bir kurguyla büyüyor gibi..
221. sayfadayım şu anda..
tabii Lost benzeri “ sonunu bağlayabilecekler mi olm? “ korkusu gırla..

evet,
yazarlara, senaristlere güvenmiyoruz pek galiba..
bir dizi izliyoruz,
güzel gelişiyor,
herkesin anlattığından farklı hikayeler anlatmaya başlıyor ama içimizde hep şu korkuyu taşıyoruz:
sonunu sağlam açıklayabilecekler mi?

belki bu korkuyla izleme-okuma zevkinin de büyük bölümünü kaçırıyoruz ama,
eğer cidden beklediğimizin ötesinde bitirilmişse eser,
büyük bir “ vayy beee “ çekmenin hazzını yaşıyoruz.

hele ince düşünülmüş bir “ ters köşeye “ hepimiz tav oluyoruz…
bir daha okuyor/izliyoruz,
yakınlarımıza tavsiye ediyoruz vs..

ama bir de beklentiler içerisinde tamamlanmamışsa eser,
en acımasız suratlarımızı takınıyoruz,
birilerinden çok bilmiş bir takım tavırlar ediniyoruz
ve “ yaratıcının “ üzerine çullanıyoruz.
burada yaşadığımız= ben senden daha iyisini yazardım duygusu.

“ e o zaman yazsaydın “ diyen de çıkmadığından,
yuvarlanıp gidiyoruz
( en azından yosun tutmuyoruz )

küçük dünyalarda kurduğumuz küçük kulisler,
evet,
tiksindirici.
ben de tüm “ küçüklüklerden “ ölümüne tiksinen biriyim.
ama kendi “ fight club “ ımı yaratmaya da muktedir değilim..
çaresizim..

geçen yazıda aldatılmasından dem vurduğumuz angelina’ yı sevmemize neden olan faktörlerden birini de,
bu vesileyle buraya ekleyeyim.
“ vahşi yürekli olup da kafeslerde tutulanlar için bir dua “ diyor vücuduna yaptırdığı dövmelerden birinde..
duygulara tercüman gibi sanki,
ne bileyim?

hayatımı,
gerçekten,
kökünden değiştirmek istiyorum..
özgür olmak istiyorum.
kafesleri kırmak istiyorum..

ama istediklerimi elde ederken hiç acı çekmek istemiyorum..
hayatımdan çıkaracaklarım beni anlayışla karşılasınlar,
suçlanmayayım,
yargılanmayayım,
hayatımı kazanma sıkıntım olmasın,
“ kendiliğindenliği “ olan her nesne gibi,
harmoni içinde yuvarlanayım istiyorum..

bütünleşmişlik,
uçuculuk,
tatlı bir değişkenlik içinde,
hiç birşeyden sıkılmadan,
istediğim her şeyi yanıma alarak,
istemediklerimden pat diye kurtularak,
dürüst cümlelerin doğruca söylendiği kendi evrenimde var olmak istiyorum..

sorun şu:
bunlara neden ulaşamıyorum?
( bkz. biliyor musun güntekin, şu an ağlıyorum. )

19.03.2009

Brad ve Angie...


bugün bu konuda yazan pek çok kişi olacaktır belki ama,
konu güzel,
o yüzden benim de değinmeden geçemeyeceğim bir hadise:
biricik Angelina’ nın büyük Brad Pitt tarafından aldatılması hadisesi.

“ glamorous “ çift olarak gözümüze göründüler çoğu yerde evet..
bir “ eski Hollywood zamanları ihtişamı “ ile gezindiler,
bütün törenleri – mekanları güzellikleriyle süslediler.
yetmedi üzerine dünya tatlısı çocuklar evlat edindiler
ve biyolojik çocuklarını dünyaya getirdiler..

evlenmediler..
ama ortak soyadlarını çocuklarına verdiler..
dünyayı gezdiler..
yardıma ihtiyacı olanlara yardım ettiler..
ne kadarı reklam içindi bilmiyoruz ama kaliteli zaman geçirdiler..

muhtemelen Brad Pitt’ de gözü olanların,
“ artık bu ilişkinin üzerine bir şey koyamam ben,
daha üstünü yaşatamam,
o yüzden bir kenara çekileyim “ dedikleri zamanlardı..

evdeki 6 çocuğun en küçükleri olan ikizler yataklarına uzanmışlardı..
uyukluyorlardı..
belli ki diğer herkesin de o sıralar yapacak işleri vardı..
Angelina’ mızınsa “ ekmek parası “ için dışarıda olduğu bu saatlerde,
Brad Pitt’ le çocuk bakıcısı arasında o meşum yakınlaşma yaşandı..

yakınlaşmanın derecesini bilmiyoruz ama,
haber doğruysa,
Angie akciğerlerini parçalarcasına bağırıp Brad’ i sağlam şekilde tokatladığına göre,
“ basıldıklarında “ çok uygun bir durumda değillerdi.

bana göreyse olayın asıl “ çocuk bakıcısı “ kısmı ilgi çekici.
yani bir filmde senaryo şeklinde karşımıza çıksa bu,
“ hadi canım böyle klişe mi olur, katil de uşak zaten “ deriz..
diyebiliriz..
yani..
şakaysa hiç komik değil, gerçekse çok komik bir mevzu bu.
fakat habere göre maalesef doğru..

yetmezmiş gibi zamanında Jude da Sienna’ ya yapmış bunu..
Allahım, ne zamandan beri bakıcılık böyle “ gözde “ bir meslek oldu..
gözdelik burada şu anlamda tabii:
hani hareme genç biri gelir de,
valide sultanların hakimiyetini bir günde bitirip,
padişahın iplerini eline geçirir..
bu hatunlar da genelde “ yeni gözde “ olarak nitelendirilir.
onun gibi..

fakat bu gözdelerle ilgili benim teorim şuydu:
bu hatunlar genelde “ devşirme “ olduğundan,
efenim bir italyanın, bir ukraynalının güzelliğini
ve “ oyun “ kültürünü ilk defa karşısında gören sultanlar,
sudan çıkmış balığa dönüyorlardı..

ancak Brad için aynı durum söz konusu değil..
dünyanın en beğenilen kadınlarından biriyle beraber olması yetmezmiş gibi,
ülkeler genelinde yaşayan kadın nüfusu içinde kendisini reddedecek kadın sayısı oldukça sınırlı..
“ hmm, so you brad pitt?
that don’ t impress me much “ diyenlerin bile,
karşılarında görseler ne tepki verecekleri tahmin edilebilir..
biraz yaşlandı filan belki ama,
kabaca seçeneklerinin birkaç milyondan fazla olduğu hesap edilebilir..

ee?
bir tarafta muhteşem Angelina Jolie
diğer tarafta milyonlarca muhteşem hatun daha varken,
neden illa o çocuk bakıcısı?
bu erkek tembelliğine bir kanıt mı?
“ ne uğraşacağım milleti ayartmakla, elimin altındakiyle yetineyim “ dediğinin ispatı mı?

ya da bu dadı,
harbiden angie’ yi bile gölgede bırakacak muhteşem bir yaratık mı?
bilmiyorum, bilemiyorum..
ama bugün,
“ belki benimki beni aldatmıyordur “ diyen bir çok kadının derin bir umutsuzluğa kapıldığını düşünebiliyorum..
Angelina bile aldatıldıysa, şeklinde..

mevzuya bir de Angelina tarafından bakmak lazım..
kendisi bilindiği üzere özgüveni tavan yap(tırıl)mış biri..
hem kendisi hem çevresindekiler tarafından..
hoş, bu çift hakkında
“ Angie doğumgünü sürprizi olarak Brad’ e bir model getirmişti.
kız sürpriz bir şekilde dolaptan çıktı ve birlikte yatağa girdiler “ şeklinde haberler çıkmıştı.
yani hem güzel hem de “ özgür(!) “ bildiğimiz bir abla kendisi..
ama bu olaya bağıra çağıra çılgınca bir tepki verdiğine göre,
üzülmüş demek ki.
belli ki özgüveni zedelendi..

ben bir hemcinsi olarak ne olursa olsun empati kurmadan yapamıyorum bittabi..
eskiden yaptığı “ çılgınlıkların “ boyutuna bakılmaksızın,
son yıllarını hangi duygu içinde geçirdiği düşünülmeli.
belli ki artık durulup düzgün bir hayat kurmak istemişti.
bunun için de “ zirvede “ bırakmalıyım diyerek kendine Brad’ i seçmişti.
bizim şu an kurduğumuz empatiyi o zaman kuramamış,
Jennifer Aniston’ ı yıkma pahasına,
Brad’ in evliliğini bozmaktan çekinmemişti.
dolayısıyla anneannelerin olaya “ yuva yıkanın yuvası olmazmış “ şeklinde yaklaşacağı,
Jennifer’ ın da içinin yağlarının eriyeceği kesin gibi.
Jenny’ yi günahım kadar sevmem ama kabul,
zamanında bu kadar üzülmeyi hak etmemişti.

şimdi aynı yıkımı,
hatta daha fazlasını Angelina da yaşıyor gibi..

“ gibi “ diyorum çünkü olayın asparagas olma ihtimali de oldukça fazla..
gündem yaratmak isteyen magazinciler bu yönteme başvuruyorlar sıkça..

ya da olay gerçekleşti, ama gerçekten Brad’ in anlattığı gibi gerçekleşti.
belki de Brad ciddi anlamda masum bir boyun masajıyla
- tamamen giyinik halde -
bakıcının ağrılarına dayanmasına yardımcı olmak istemişti.

dün sevdicekle bu olayı konuşurken aramızda şu konuşma geçti:
- ( ben ) : yok ya Brad Pitt yapmaz öyle şey..
- ( sevd. ): yapmış işte..
- asparagastır.. ya da gerçekten sadece masaj yapıyordur..
- bana bu kadar güvenmiyorsun yemin ederim!

ee güvenmem tabii.
insanın “ aldatılan “ durumunda kendisinin olduğunu sanmasıyla,
olayın ABD’ de 2 celebrity arasında geçtiğini düşünmesi karşısındaki tutumu bir olabilir mi?

birinde kurban angie,
diğerinde bizzat benim, kendimim!!
ciddi şüphelerim olmazsa asla dır dır etmeyi sevmem ama,
içime kurt düşerse de olayı didik didik ederim..
çünkü salak yerine konmayı kolay kabul edebilecek biri değilim..

“ aldatan kendini aldatır,
hem beni kaybetti salak,
kaybeden o! “ rahatlığı içinde olamayabilirim..

evet yapılacak şey tek:
çeker giderim.
ama uzun süre de bu ihanetin acısını çekerim..
karşımdakiyle ayrıldığım için değil,
insanlık anlamında böylesine hiç yerine konduğum,
kandırıldığım,
arkamdan dolaplar çevrildiği için.

düşünmek bile istemiyorum..
keşke bu,
dünya üzerindeki son aldatma vakası olsa diyorum..

çok şey mi diliyorum?

gece sözleri...

daha en baştan bir masal kitabı hediye ettiği için bana,borçlu muyum anneme bilmiyorum..
tek bir satırını okumadım ama saçlarımdan masal tozları damlıyor hala..
çünkü ben o diyarlarda yetiştirildim..

büyük ve yeşil evet, hayalim..
ama içinde çok başka maviler de var.
kimilerini gördükçe içim erimiyor değil..
özellikle basıp gidebilenleri..

zerre zerre sıkıştığını hissediyorum içimde ruhumun..
çok değil 3-4 yıl önceydi hepsi..
dönüp bakarsam namerdim demiştim oysa..
dudaklarımı ısırmayı hiç sevmem ama bana bunu da yaşattın..
özlediğim öyle çok şey var ki, rüyalarımda karşılaştıklarımın tek anına bile katlanamazdın..

bana hükmetmek ya da sahip olduğunu sanmak yanılgısındaki küçük adam da arkamda..
bir cam kadar uzağımda..
keşke tümü sonsuza kadar yok olabilse..

evli,kendinden biraz genç ama çok da toy olmadığını tahmin ettiğim birine gönlünü kaptırmış,2 çocuk annesi birini tanıyorum..
itiraf değil ama ima ediyor bunu..
yaptığının hem bilinmesini istiyor hem de hala içinde bulunduğu güvenli havayı solumayı..
bunları okusa ondan bahsettiğimi anlar belki..
boşanmak daha kolay oysa..

ağlama yavrum..
bu saatte çekilmiyorsun..
hangi komşu olduğunu bile kestiremediğim ailelerden biri..zamanında verdikleri " çocuğumuz olsun " kararının ceremesini ben çekiyorum..
ağlama..n
oolur ağlama, çocuk düşmanı ilan edileceğim..
halbuki değilim,ama gerçekten bu saatte çekilmiyorsun..

sabah gidilecek işler,yapılması gerekli düzineler de beni hiç cezbetmiyor hatta..
zorunluluk kelimesinin z harfine bile tahammülsüzüm..
sonuna vardığımda yalnız olmak istemiyorum lakin sevdiklerimi yanımda tutabilmek için katlandığım külfet çok mu?
fazlasıyla..
fedakar bir ceddin evlatlarıyız ne de olsa..
indigo olmak ister misin diye soruldu mu sana derseniz cevabım hayır..
fakat doğum tarihime göre indigo grubuna giriyor olduğum okundu küçükken suratıma..

o kutlu gün gelsin de,
dünyayı kökünden ve istediğim biçimde değiştirebileceğim kadar büyük olan ulvi gücüm çıksın diye ortaya,
elimde kırık bir oyuncak tren,
pencerelerde bekliyorum hala..

10.03.2009

beni bu havalar mahvetti.. yahut evkaf..


içime sıkıca yerleşip,
ayaklarını karnımın duvarlarına rahatça yaslayarak yatan sıkıntılarım:
var.

yağmurdan yakınmamak yaz çocuğu karakterimi bozar,
ama tek sıkıntım yağmur olsaydı keşke.

depresif günlerin onulmaz yaralı karakteri,
bu ıslak günü sokaklarda kaybolarak geçirmek istiyor.
konfordan uzak: evet.
ama bu konfordan ne anladığınıza bağlı.

sevdiğim her şeyin her dakika yanımda olması
ve istediğim zaman istediğime ulaşabilme dileğim,
şımarıkça bulunur ve şu cümleyle karşılanırdı çoğu kez:
sıkılırdın o zaman.
sıkılmak mı?
sanmam.

içimi boğan ve beni bu koltuğa oturmaya zorlayan tüm koşullarla kavgalıyım.
sabah böyle değildi halbuki.
belki bugün “ çarkı “ o kadar hissetmem demiştim.
lakin geri geldi.

özgürlüğüne bu denli düşkün biri olmasaydım daha rahat yaşar mıydım?
beceremezdim bence.
çünkü koşullarımız insan doğasına aykırı.
human nature, yeah..
( bu aralar bi de Darwin’ in kemikleri sızladı.. )

never compromise..
yine…ya da..namaste..

watchmen! or don't watch!..


çizgi roman seven bir insan sayılabilir miyim?
kesinlikle!
tamam,
sevgimin yoğunluğu pek fazla koleksiyoncu boyutunda
ya da bir The O.C’ deki Cohen tadında olmayabilir,
ama her gün okusam ve üzerinde tartışsam bıkmayacak boyutta diyebilirim.
çizgi romanların ayrı bir dünyaları olduğuna inandığım için,
onları gözümde hep ayrı bir yere koyarım.

dolayısıyla çizgi roman uyarlamalarına da sempatiyle bakar,
sinema perdesinde izlenmeleri gerektiğine inanırım.
“ eser “ i okumadıysam da işi biraz şansa bırakır,
ya Spider Man gibi çerezlik
ya da V For Vendetta gibi bir başyapıt izler,
son tahlilde salondan hoşnut ayrılırım.

bu hafta sonu da aynı kumarı oynadım.
hiç okumadığım Watchmen’ in filmine gitmeye kalktım.
Allahım! kalkmaz olsaydım!
bu bir işkence,
bu sinema aşığı kalbe yapılmış amansız bir işkence.

arka arkaya skeçler ve anlamsızlıklar silsilesi.
sevgili yapımcı kardeşlerim,
fragmanda “ kitabı okumayanlar hiç izlemesin “ diye belirtseydiniz keşke.
değerli cumartesi günümüzün 3 saatini bu çöpe harcamazdık biz de..

evet “ çöp “ lafı ağır oldu ama hissiyatım bu işte.
kitaptan habersiz herkes için de durum böyle bence.
film anlaşılmıyor zira.
yüzyılın belki de en iyi ilk 10 dk.sı ile açılıyor bak, o kabul.
o ilk 10 dk.yı izleyince,
muhteşem bir filme geldiğinize ikna oluyorsunuz.
koltuğunuza şöyle bir yaslanıp,
yüzünüze mesut bir gülümseme yerleştiriyorsunuz.

devamıysa parça parça görüntüler sadece.
300 Spartalıvari müthiş görsellikler
birkaç sahnede de inanılmaz müzikler..
ama bunlar dışında bu film bir ne?
kötü oyunculuklarla bezenmiş görüntüler dizisi.

aslında kitabın “ derunnnn “ anlamlar içerdiği belli,
lakin bunlar 3 saate sığdırılmaya çalışılınca,
arada kesilen-biçilen-atılan noktalar olunca,
“ bu neydi şimdi? “ duygusu oluyor içinizde salondan çıktığınızda..

şöyle söyleyeyim,
son Superman’ i beğenmediyseniz,
bu filmi hiç izlemeyin.
çünkü ağızda bıraktığı tat aynı yavanlıkta.

sevdiğim ve içime işleyen tek bir karakter oldu onca karmaşada:
rorschach.günlükleri,
sesi,
maskesi,
bakışlarıyla kafamda yeni bir fenomen doğdu adeta.
hapis sahneleri ve son gözüktüğü sahnedeki repliği:
kurumlar için bir ölü daha ne fark eder ki?

tüm dünyayı saran,
çoğunlukçu,
“ sadece 1 insandan ne olur “ inancının hepimizi nasıl aşağılayıp,
sistemin dişleri arasında ezdiğini yüzümüze çarpıverdi.

never compromise rorschach,
we love you!!

dediğim gibi bu filmden bana kalan o oldu..
ve genelinde verilmeye çalışılan aslında önemli ve güzel mesajlar olduğuna inandığım kitap hakkında kafamda şöyle bir düşünce oluştu:
aslında kitap çok güzelmiş ama adamlar kitabı bilmeyenlere de hitap edecek bir film çekememiş.
elde var bir kitap daha alma isteği işte.

umarım bir tane edinebilirim.
ve izlenimlerimi daha sonra bu çerçevede tekrar aktarabilirim.

saygılar efenim :)

4.03.2009

GS, kimya, Frost / Nixon.... ve muhteşem In Bruges...


bu ne uzun aradır kardeşim?
demenin engellenemeyeceği kadar bir süre yazmamışım, evet.
ama sinirlerim bozuktu.
baştan beri değil elbet.
ama son birkaç gündür bozuktu.

neyse önce perşembe akşamından başlayayım.
uzun zaman sonra ilk kez attım kendimi İstiklal Caddesi’ ne.
işten çıkmışım.
acele bir makyaj.
yorgun bir kafa.
aç bir mide.
yağmur yağıyor.
sevdiceğin eli elimde.

Ekvator’ a girdik.
eskiden bütün maçları koltuklarında izlediğimiz,
evlenince de Digitürklenip sattığımız, canımız ciğerimiz mekanımıza.
Allah böyle vurur işte D-smart’ la.

oturuyoruz.
erken gitmişiz.
yerimiz güzel.
yemeklerimizi söylüyoruz.
iki arkadaşımızla da karşılaşıyoruz.
ortam maç izlemeye müsait.
derken maç başlamadan golü yiyoruz.
“ nasıl olur “ demeyin,
oluyor.

40 dk. mide sancısı çekiyorum.
yediğim yemek midemde taş gibi duruyor.
önümde yarım kalmış içeceğimden bir yudum bile alamıyorum.
sonra ilk golümüz geliyor.
damarlarımda bir yanma hissediyorum.
uyuşmuş bacağın yavaş yavaş karıncalanması gibi bir his.
o an
golü atıncaya kadar gerginlikten damarlarımda kanın dolaşmadığını anlıyorum.
ani basınçla beynim zonkluyor.
umut dolu gözlerle
“ bu yarıyı böyle kapatır mıyız? “ derken,
Kewel’ dan insan üstü,
futbol üstü,
evrensel güzellikler fonuna katkı boyutunda bir gol geliyor.
tabii anında evrensel geyikler dönmeye başlıyor:
- top nereye?
- 90 tabir ettiğimiz yere..

ilk yarı bitiyor..
herkes rahatlıyor.
birtakım laflar dönüyor “ skoru korusak yeter “ minvalinde..
yalnız ben birden kötüyü oynuyorum..
siyahlara bürünüyorum..
hemen 2. yarının başında bir gol bulmalıyız diyorum,
bu adamlar daha gol atar.
tepki görüyorum.
ama haklı çıkıyorum.
güzel futbolla başlayıp,
3. bir golle süslediğimiz ikinci yarıda,
2 gol daha yiyerek 3-3’ lük ölüm skorunu karşımızda görüyoruz.
bu skorla biz eleniyoruz..
inanamıyoruz…
inanmak da istemiyoruz..

Sabri bizi çok bekletmiyor zaten..
“ bu sefer kaleyi tutturdum “ diye kıs kıs gülüyor.
aferin diyoruz..
bir kez tutturdun ama tam tutturdun..
gol sevincinde kendimden geçiyorum..
kalabalığın da verdiği coşkuyla bağırıyor-zıplıyor-sıçrıyorum.
maç 4-3 bitiyor.
turu geçiyoruz..
fakat bu 7 gol arasındaki gelip – gitmelerden benim vücudum fiziksel olarak etkileniyor.
önce kalbim uzun süre ağrıyor.
taksiyle eve dönerken annemle telefonda zor kunuşuyorum.
“ kalpten gidiyordum “ diyorum.
o an farkında değil ama ciddi söylüyorum.
eve varır varmaz TV’ yi açıp şölenin tadını çıkarmaya başlıyorum..
ama yemin ediyorum,
nefes alışım saat 01:00’ e kadar filan düzelmiyor,
aksak bir ritmde sürüyor.

ertesi gün,
burada anlatamayacağım büyük bir aksilik yaşıyorum.
birisine çok fazla kızıyorum.
haksızlığa,
hatta gaddarlığa uğradığımı düşünerek bütün hafta sonumu heba ediyorum.

cumartesi işe gitmek dışında,
bütün hafta sonu dışarı bile çıkmıyorum.
film izliyorum,
sevdicek Play Station oyunu alıyor bana moralim düzelsin diye,
Need For Speed - Undercover oynuyorum.

yine üzüntümün fiziksel yansımaları oluyor.
normal şekilde yememe rağmen 2 günde 1,5 kg veriyorum.
hoş,
kaybettiğim kilolara üzülecek değilim,
ama “ neden “ sorusuna takılıyorum..

pazartesi gergin bir gün geçirdikten sonra,
dün problemin bir kısmını çözerek,
ilk defa bi kaç saatlik uyku uyuyabiliyorum..
yazıyı da ancak bugün yazabiliyorum..

bitirmeden önce izlediğim 2 filmden bahsetmek istiyorum.
birincisi biraz geç de olsa seyredebildiğim Frost / Nixon.
hakkında ne söylenmeli çok fazla bilmiyorum.
sadece şiddetle tavsiye ederim diyorum.
olabildiğince sıkıcı görünmesine rağmen başladıktan sonra alabildiğine akıcı bir film.

Watergate skandalına adı karıştıktan sonra mecburi emekliliğe ayrılan Nixon’ ı 4 bölümlük bir söyleşiye razı eden Frost isimli televizyoncunun hikayesi.
en güzeli zaten bu söyleşi bölümleri.
pek çok konuda bizlere verilmiş bir ders gibi.
izlenmeli.

diğeri,
In Bruges.
diyorum.
burada duruyorum.
bir film bu kadar mı güzel olur.
bu kadar mı içten,
tatlı,
komik,
sempatik,
üzücü
ve dramatik olur.
bunların hepsi aynı anda nasıl olur,
modern kara mizah nasıl olur,
bir şehir bir filme nasıl bir muhteşem arka plan oluşturur,
Colin Farrell’ in bile müthiş oynaması ne demektir,
mükemmel soundtrack nasıl seçilir,
cücelerin derdi nedir
ve nasıl bir “ prensiplerine bağlı kalmalısın “ dersi verilir.

seyyar satıcılar gibi oldu ama evet,
hepsi bu filmde.
bunca muhteşem film izlediğim bu yılda bile,
gönlümde müthiş bir yer edindi kendine.
bir daha izlerim.
izlemeyene izlettiririm.
severim.
özlerim.
yer yer bahsederim.
Türkiye’ de sanırım gösterime girmeyen bu filmi,
ne yapın edin seyredin derim.
böyle şirin, küçük, kendi çapında gibi görünürken,
için için nasıl da büyük bir film,
isteyene.
deli gibi sevdim.
siz de sevin.

“ it’ s in Belgium. “