24.02.2009

...and the Oscar goes to...likelife!


çok şükür bu yıl da Oscar ödülleri sahiplerini buldu.
( bu da nasıl bir tanımlamaysa.
yuvarlana yuvarlana gidip kendileri seçiyor sanki Oscar heykelcikleri sahiplerini )

beklediğim gibi gerçekleşen,
aslında pek çok kişinin beklediği gibi gerçekleşen bir törendi.
En İyi Yabancı Film ödülü dışında beni çok şaşırtan bir eşleşme olmadı
( bu ödülün Beşir’ le Dans filmine gideceği düşünülüyordu.
ben Beşir’ le Dans’ ı izledim ama diğer adayları izlemediğim için yorum getiremeyeceğim )

En İyi Film:
Slumdog Millionaire – izledim.
belki kazanacağını en çok tahmin ettiğimdi.
baştan beri emindim.
sevdicek Benjamin Buton dese de ben bu dalda Slumdog’ ı tek geçtim.

En İyi Erkek Oyuncu:
Sean Penn.
hem Milk’ te Sean Penn’ i,
hem The Wrestler’ da Mickey’ i izledim.
kararsız olduğum dallardandı.
çünkü Mickey de çok iyiydi.
üstelik Altın Küre’ nin sahibiydi.
fakat diğer yanda Sean Penn nefisti.
Harvey Milk’ i oynamamış, Harvey Milk olmuş gibiydi.
ödülü kazanması kimseyi üzmedi.

En İyi Kadın Oyuncu:
Kate Winslet.
seveni çoktur,
ben de epey severdim ama bu seneki hareketleri itici geldi.
Altın Küre’ de,
kazandığı ödülü almak için çıktığı sahneye geldiğinde,
diğer adayları sayarken:
“ hmmm diğeri kimdi, evet Angelina’ ydı, dooru. “ gibi bir tavır takınması hoş değildi.
Allah’ tan Oscar heykelciğini seneler öncesinde evine götürmüş olan Angie bu toplara girmedi.
Kate Winsletse hırs 5 olmuş halleriyle o ödül töreni senin,
bu ödül töreni benim gezdi.
The Reader’ daki rolü çıplaklığı dışında çok da zorlayıcı bir rol değildi.
bence changeling’ de angelina jolie çok daha iyiydi.
( iki filmi de izledim, tabii )
isterdim ki Kate’ i hep Eternal Sunshine Of The Spotless Mind
sonrası sıcaklığında seveyim.
lakin sevemedim, sevinemedim.
( pis seni )

En İyi Yardımcı Kadın Oyuncu:
Penelope Cruz.
bu da belli gibiydi.
benjamin button’ daki teyzemize biraz yazık oldu gibi.
lakin Barcelona çok iyi filmdi
ve Cruz da bu ödülü hak etti.
sonuç: adil gibi.

En İyi Yardımcı Erkek oyuncu:
Heath Ledger.
ahhh dedirtti.
burnumuzun direğini,
yüreğimizin telini titretti..
hayatımızdan geçti.
Mathilda’ sını bırakıp arkasında.
gencecikti.
yetenekliydi.
hayır.
çok yetenekliydi.
yaşasaydı dün gece nasıl alkışlandığını görecekti.
göremedi.
gitti.

En İyi Yönetmen:
Danny Boyle.
David Fincher’ ı bu kez de o ödülden etti.
Benjamin Button’ la değil belki ama,
Seven - The Game - Fight Club gibi filmleriyle David fincher bu ödülü çoktan hak etmişti.
fakat bu yıl çok zorlu bir yarışa denk geldi.
Slumdog çok iyiydi.
eski filmlerin hatırına ödül David Fincher’ a verilse,
bu kez Danny Boyle haksızlığa uğramış gibi gelirdi.
bunun yanında benim gönlümden Gus Van Sant de geçmekteydi.
çok dolu bir seneydi, çok!
uzun süre arka arkaya böyle güzel filmler gelmez gibi.


ben töreni canlı izleyemediğim bittabi.
lakin 02:00’ ye kadar direndim.
23:00 – 02:00 arası kah E! Entertainment’ da
kah NTV’ de Oscar’ la ilgili programları,
kritikleri,
kırmızı halı geçişlerini izledim.
ertesi gün işe gidecek olmasam tümünü seyrederdim.
ama sabah kalkar kalkmaz TV’ den izlemekle yetindim.

bunun dışında biraz sıkıntılı gibiyim.
içimde kocaman bir taş var gibi.
onu biraz yerinden oynatabilme
ve nefes alabilme derdindeyim.

beklerim efendim.


20.02.2009

bir çarşamba akşamı..


uzun zamandır..
1 gün öncesinden bu kadar heyecanlanmıyordum Galatasaray maçları için..
salıdan başladı bu sefer..

maç saati..
ancak yemek yiyebiliyoruz..
eve geç geldiğimizden, iş-güç..
o da dışarıdan söylenmiş yemek..
ama önümdeki paketi açıp mutfaktan bardak almaya gidecek kadar bile kıpırdayamıyorum..
gözümü ekrandan ayıramıyorum..

1 dk bakmasam sanki gol yiyeceğiz..
aralıksız izliyorum..
ilk 3 dk birkaç atağımız var gibi,
ama sonra Bordeaux fena yükleniyor..
şimdi gol yedik-yiyeceğiz-yemeyelim diye diye bir 10 dk ecel terleriyle geçiyor..
sonrasında sanki bizim oyuncular
“ bi saniye ya, biz de koskoca Galatasarayız “ diyip,
rakibinin ayağından birkaç top alabiliyor…

bu sıralarda da müthiş bir gol kaçırıyoruz zaten…
Kewel kalenin dibinde..
kaleci can havliyle önüne atlıyor..
hikmetinden sual olunmayan yuvarlak meşin,
kalecinin bilinçsizce salladığı ayağına çarparak kornere çıkıyor..
birkaç atak daha deniyoruz..

fakat beni bir yerde maçtan çok spiker ve yorumcu ilgilendirmeye başlıyor..
yahu insan bu kadar mı kazma olur kardeşim..
Ömer Üründül’ e zaten gıcığım..

inanılmaz bir gol tehlikesi yaşıyoruz kalemizde..
spiker diyor ki: muhteşem bir kafa vuruşu..
ne zamandan beri rakip takımın hareketleri övülüyor,
kaçırdıkları gollere hayıflanılıyor onu düşünüyorum.
İrlandalı mısın güzel kardeşim?

futbolcuların isimlerini doğru telefuz edememesi
ve gördüğü her bordolu oyuncuya görgüf(!) ya da diara demesi ayrı bir hadise..
top alakasız bir futbolcudaymış ne gam!
o 2 tanesini – o da yarım yamalak – öğrenebilmiş daha..
bir ara ilk yarı “ shabani nonda “ lafları filan sayıkladı ki,
o sırada Nonda oyunda değildi..
2. yarı Nonda’ nın oyuna girip pas istediği bir pozisyonda da:
“ şaban top istiyor “ diyerek son noktayı koydu zaten..

Ömer Üründül’ün:
- Lincoln beyniyle defans yapıyor ( what is the matrix? )
- el olmasa penaltı o..
- artık her şey ali sami yen’ de belli olacak ( yok yea? )
türü vecizeleri de ayrı bir terane..

bir kere kalecinin saatte 120 km hızla Baros’ a girmesi penaltı.
bu “ crash “ sonunda can havliyle çırpınan Baros’ un eline çarpan toptan sarı kart görmesi,
bu yüzden ikinci yarı oynamamasına sebebiyet verilmesi,
en hafif ifade ile ayarsızlık..
2 tane atağınızın ofsaytla alakası olamamasına rağmen yan hakemler tarafından kesilmesi,
vicdansızlık.
A vitamini takviyesi öneriyoruz bu hakemlere,
zira gözler muhtemel körlük mertebesinde.

ben maçı izlerken sevgilinin yaptığı yorumlar ise şöyle:
- ( ben ) : oynasanıza be! ver lincoln’ e… ardacım sen ortalarsın.. vur..
- ( sevgili ) : aşkım farkında mısın takıma taktik veriyorsun?
- …….
- ahh seni getireceklerdi şu takımın başına..
- sus, heyecanlıyım..

biraz geçer:
- ( ben ) : ..ktir şurdan ya… odun barış.. evine git olm sen.. aa hakeme bak dhufkd!öıf!’^+%&/(hşlgg..
- ( sevgili ) : aşkım küfür ediyorsun..
- evet?
- etme!
- ???..

neyyyssse..
0-0 fena bir skor değil gibi görünse de,
hala tur açısından riskli gibi.

bordeaux’ lu TRT spikerinin
“ ama bordeaux deplasmanlarda çok iyidir, henüz her şey bitmedi “
minvalindeki sözleri de düşünmeye sevk edici..

lost izliycem bi de bu akşam,
o da ayrı tabi..

17.02.2009

sevgili..

bir zamanlar konuşmaların arasına İngilizce kelimeler sıkıştırmak,
konuşma sırasında “ ah Türkçesi neydi “ biçiminde birden kafası karışmak,
havalı tabir edilen bişiydi.
zamanla dünyanın en itici şeyi haline geldi.
hemen hemen tanıdığım herkes,
türkçenin arasına İngilizce sıkıştırmaya çalışan insanlardan nefret ediyor.
ha arada sırada ağzımızdan kaçmıyor mu hepimizin,
kaçıyor.
ama bu kelimeleri gerçekten gündelik hayatta çok kullandığımız için kaçıyor.
mesela ben de arada bir “ save ettim, download ettim, play’ e bas “ filan diyorum,
çünkü şu anda söylenişin yaygın olanı bu.
ama ne bileyim,
hiç bi zaman “ akşam bi event vardı ona gittik boy friendimle “ vari abuk cümleler kurmuyorum.
kurmuyoruz.
yani aklı başında kimse,
artık bu tuzağa düşmüyor.
ing. kelimeler seçmek eskiden marjinaldi,
artık değil,
bitti.
sevgililer günü için de benzer bir durum söz konusu.
“ ben sevgililer günü’ nden nefret ediyorum,
pis kapitalizm şeysi “ demek,
evet,
eskiden korkunç havalı bişiydi.
ama lütfen anlaşılsın ki:
artık değil!
bugünü sevmiyorsan,
kutlamıyorsan,
bari bahsetme.
madem çok olgun ve aşmış bir insansın,
aç yeni okuduğun Heidegger ya da Kierkegaard’ dan bahset,
gelsin Kafka,
gitsin Sartre, Nietzsche..
ya da izafiyet teorisi,
Tesla-Edison çekişmesi,
philadelphia deneyi..
( bak ben hem sevgililer gününe gıcık değilim,
hem bunları bilebiliyorum.
hayat be tuhaf di mi vapurlar filan? )
aslında özünde hiç de öyle “ üst insan “ falan olmayan bir takım kişilerin,
“ sevgililer günü yetti artık, iğrenç bi gün, kusucam ben “ filan diyerek,
aslında kendilerini yüceltme çabasına giriştikleri,
cam gibi görünüyor artık son kertede.
madem seviyorsunuz,
alın size klişe:
sevgililer gününü car car eleştirmek bir turnusol kağıdıdır diyeyim,
gerisini anlayın siz de.
özüm bir St. Valentine’ s Day hastası,
histerik biçimde “ en süper ben kutluycam! “ tutturukluğundaki bünyelerden biri değildir.
yine de hoş bir gözle bakarım böyle günlere
ve önemserim “ hayatı bölümlere ayırmaları “ açısından.
- bunu sonra açıklayacağım -
fakat 14 Şubat diye amuda filan kalktığımız yok.
hoşumuza giden şeyleri yaptığımız bir gün geçirdik açıkçası
ve romantik olacağız diye ekstradan kasmadık.
zaten yaptığımız şeyleri yaptık.
akşam Ortaköy’ de Picante diye bir yerde yemek yememizdi fazlası.
fakat öyle uçuk hesaplar filan vermedik.
sevdicek bana çiçek aldı.
- ki arada bir zaten alır -
sohbet ettik,
güldük - eğlendik
yani bize pek bir zararı dokunmadı.
güzel zaman geçirtmek dışında.
kısacası “ ticari bir gün bu, para tuzağı “ lafları mantıklı olana hava civa..
son tahlilde,
10.000 EUR’ luk pırlanta filan alınmadı bana.
ne de benzer bir hediye, O’ na.
ilintili bir sonuç olarak kabul edeceksek,
ertesi gün,
bir LCD TV aldık ama.
madem sevgililer günü hediyesi almamıştık,
bari evimize bi şey alsaydık,
hem salondaki TV 32’’
ve yatak odasındaki TV bozuldu aslında,
konuşmaları arasında.
bir baktık Darty satış danışmanı karşımızda.
- biz bunu beğendik ( LG’ nin 42’’ full HD güzel bi TV’ sini göstererek )
- tamam işlemlerimizi yapalım o zaman
- bizim zaten kaydımız var
- ( Allah’ ın teknoloji manyakları )
- efendim?
- bi şiy demedim efendim buyurun o zaman kasaya..
- biz bunu bugün istiyoruz yalnız..
- fakat? bugün pazar?
- evet?
- yani servis yok..
- siz bi telefon şey etseniz..
- TV’ yi kendi imkanlarınızla mı götüreceksiniz?
- yok kamyonet almadık daha.. ( 42’’ TV’nin kutulu hali kendisinin 2 katı )
- ben bi konuşayım..
( bekleme )
- evet teslimi ayarladık şu anda..
- kurulum – duvara asma vs de yapılacak yalnız..
- teknik servis de lazım yani?
- yani..
- ben bi konuşayım..
( bekleme )
- tamam bunu da ayarladık..
- aa çok teşekkür ederiz. bugün kesin gelirler di mi?
- gelirler.. geç saatte de olsa gelirler..
- piki teşekkürler..
dedik..
eve gidip bekledik..
gerçekten de getirdiler..
19:30 gibi kavuştuk bebeğimize..
öyle güzel ki ziyaretçi..
öderken yaşayacağımız zorlukları bile unuturdu gibi..
ekstre gelince gözlerimiz ayrıca yaşaracak tabii..
ama bu da gülün dikeni..

13.02.2009

filmler var, evet...


uzatmadan giriyorum konuya..
diğer yazının sonundaki “ hedef filmlerden” 3’ ünü izledim..
ilki Changeling / Sahtekar..
Angelina Jolie, çocuğu kaybeden acılı anne rolünde nefissss..
yönetmen koltuğunda Clint Eastwood muhteşem..
1920’ lerin atmosferi enfesss..
filme yedirilmiş karamsarlık asla insanın üstüne çökmüyor..
çünkü bir yandan annenin polis teşkilatına ve sisteme karşı sürdürdüğü hikayeye tanık oluyor,
heyecanlanıyorsunuz..
senaryonun gerçek bir olaydan alındığını hatırladıkça irkiliyorsunuz…
kısacık rolünde John Malkovich’ e ölüp bitiyorsunuz..
iyilik-kötülük-sadizm-adalet sistemi-polis-mahkeme-din adamı-anne-çocuk..
filmde her şeyi buluyorsunuz..
ben sinemada izledim ve çok etkilenmiş şekilde çıktım salondan..
evet belki üzülüyorsunuz,
ama yine de güzel duygular yaşıyorsunuz…

ertesi gün..
bu kez evde,
Milk’ i izledim..
yine gerçek hikaye,
yine bir mücadele hikayesi..
bu kez arka plan 70’ler…
40 yaşındaki eşcinsel Harvey Milk hayatının aşkıyla bir metroda tanışıyor:
Scotty..
beraber bir iş kurup yaşamaya çalışırken,
türlü dışlamalarla karşılaşıyorlar
ama sokaklarda öpüşmekte bir beis görmüyorlar..
ve önce kendi sokaklarından başlayarak tabuları yıkıyorlar..
fakat dikkat edin bugünün dünyasından söz etmiyoruz..
sokak ortasında gaylerin öldürüldüğü homofobik yıllardan söz ediyoruz..
o günün zor koşullarında kendi dükkanında mücadeleye başlayan
ve işi siyasete atılmaya kadar vardıran,
dünya şekeri Harvey Milk’ in göz yaşartan yaşam hikayesi..
beraberinde Sean Penn’ in oyunculuk gösterisi..
James Franco da Scotty ile nefis..
insan ancak sevdiğine öyle gülebilir diyor insan..
diğer tüm oyuncular da..
Gus Van Sant yönetmen koltuğunda..
ince bir tebessüm dudaklarda..
film akıp gidiyor..
bitiyor..
ve siz internette bu adamı araştırmaya koşuyorsunuz..
“ sessiz yürüyüşün “ gerçek olduğunu görüp hayrete düşüyorsunuz..
öyle bir film işte!

sonraki gün..
sırada “ The Reader “
kendinden yaşça büyük bir kadınla,
hastalığı vasıtasıyla tanışıp aşka düşen,
ilk gençlik-ilk cinsellik yollarını bu kadınla beraber yürüyen,
bir taraftan da ona durmadan kitap okumayı seven bir gencin öyküsü…
sevdiği kadının aslında eski bir SS gardiyanı olduğunu öğrendiğinde kabuk değiştiren aşkının öyküsü..
sürükleyici..
etkileyici..
leziz..

ve dün…
Barselona!!
bir Woody Allen showu daha..
gözler bir dakika kırpılmaksızın ekranda..
karşınızda en olmayacak sandığınız birliktelikler,
inanılmaz bir sakinlikle olmakta,
fonda muhteşem şehir Barselona..
aşk-çılgınlık-cinsellik-kendini arayış-kronik mutsuzluk ve kadınla erkeğe dair her şey bir arada!
ama zerre abartılmadan..
hiçbir şey göze sokulmadan..
müthiş bir estetik..
güzellik..
sadelik..
hele hele incelik..
yumuşacık tüy gibi bir film..
sizi sararken bir taraftan korkutmakta..
“ insanoğlu bu, her şeyi yapar! “ cümlesini kulağınıza fısıldamakta..
ve dünya sizi bangır bangır çağırmakta..
atla uçağa..
gez..
dolaş..
dönüp bakma arkana..

büyülü sözcük “ gitmek “..
hayatın gerçeği “ gidememek “..
pazartesi günü büyük acılar içinde çektirdiğin dişinle,
hemen sonrasın başlayan şiddetli griple,
diş çekimi sırasında ortaya çıkan kistle
ve sabah kadar “ ya çene kemiğime yayılırsa “ korkusuyla yüzleşmek…

hayat kötü..
filmler güzel..
güzel, film seyretmek…


5.02.2009

şehir testi, karakterim ve benim sinemalarım...


bloglarda geziyorum biliyorsunuz,bazen yorum yapıyorum,bazen yapamıyorum ama yazılanları ciddiye alıyorum.
geçen gün Oya’ nın bloğundaki “ siz hangi şehirsiniz “ testini görüp kendime uyguladım ve
“ ne “ çıktım dersiniz?
evet!
İstanbul
benden çıka çıka bu çıktı.
“ artık sevmiyorum, gideceğim, terk edeceğim “ dediğim,
tutkulu aşığım İstanbul.
site tarafından şahsıma şöyle buyuruldu :

“ Siz tam anlamıyla bir ‘ İstanbul ‘ sunuz.
Eğer İstanbul’da doğduysanız bu sizin için adeta bir şans demek, çünkü zaten başka bir şehirde mutlu olmazmışsınız gibi bir duruşunuz var. İstanbul hiç bir zaman öngörülemeyen karakterdedir, gizemli, cazibeli, büyüleyicidir, tıpkı sizin gibi.
Hem geçmişinin izlerini taşır hem bugünü tüm realitesiyle yaşatır.
Kim neyi görmek istiyorsa İstanbul’da onu görür.
Tanımak, tanımlamak zaman alır.
Tüm bunlar da size has özellikler değil mi?
Siz nereye giderseniz gidin denizinin kokusuyla, sokaklarının sesiyle, mavi rengiyle İstanbul sizi geri çağırır ve siz bu çağrıyı kulak ardı edemezsiniz. Çünkü siz zaten ‘ İstanbul ‘ sunuz. “

iyi.
bir gün kurtulurum bu hastalıklı aşktan ümitleri de sona erdi di mi?
peki.
diğer hastalıklı tutkularımın sonu gelir mi?
sinema gibi.
delirmişçesine film izlemem gibi.

sarmış vaziyetteyim.
sinemada - DVD’ de sürekli izlemedeyim.
Oscar ödül töreni yaklaştıkça bir bir düşmeye başlayan filmlerin peşindeyim.

daha önce anlatacağım demiştim.
Benjamin Button’ ı seyrettim.
ayılıp bayılarak,
Oscar alsın bu film noolur lütfen alsın diyerek izledim.
ertesi gün de 13 dalda aday oldu zaten.
I. Dünya Savaşı’ nın sonlarında yaşlı bir bedenle doğan bir çocuk
ve gittikçe gençleşerek sürdürdüğü hayat hikayesi.
nasıl güzel.
nasıl sıcak.
izlerken hem ne şirin film diyorsunuz
hem de ne büyük film!
David Fincher daha önce yönettiği Seven, The Game ve Fight Club gibi harikalardan sonra,
artık akademi ödülüyle taçlandırılmayı hak etti.
Brad Pitt başrolde çok iyiydi.
mekanlar, kostümler, ışıklar,
anlatım biçimi,
fonda akıp giden 20. yy dünya tarihi,
üzerimizde bir Forrest Gump etkisi yaratmaya yetti.

filmin bir tek şanssızlığı var,
Oscar için çok zorlu bir yıla denk gelmesi.
bu yıl bütün filmler o kadar iyi ki.
hele Slumdog Millionaire.
şimdiden en iyi film, en iyi yönetmen gibi büyük ödülleri alacağı belli gibi.
daha “ rahat “ bir senede B. Button rekorlar kırabilirdi.


izlediğim diğer bir film,
Mickey Rourke’ un en iyi erkek oyuncu dalında altın küreyi kucakladığı,
Oscar için de aday gösterildiği The Wrestler / Güreşçi’ ydi.
bu da çok güzel,
ancak daha belgesel tadında,
samimi bir filmdi.
eskiden ünlü bir profesyonel güreşçi olan Randy’ nin,
yaşlanıp hastalandıkça,
içinden çıkılmaz bir hal alan yalnız yaşantısını anlatan,
buruk hikayesi.
adeta kendi çöküşünü oynayan Mickey muh-te-şem-di.
o ağlarken eminim izleyen herkesin gözleri nemlendi.
ödül için çok iddialı ama,
aynı zamanda en iyi film dalında da aday olan
- henüz izleyemediğim -
Milk’ in başrolünde Sean Penn’ in de çok güçlü durumda olduğu sık sık söylendi.
bu dal kıyasıya rekabete konu olacak gibi.

Pride and Glory izlediklerimden bir diğeri..
bu ödüllük filmlerden değil..
sinemada fragmanını görüp DVD’ sini edindiklerimizden.
Edward Norton ve Collin Farrell başrollerde.
ancak ne senaryo ne de anlatılış tarzı bu isimlere yakışacak düzeyde.
özellikle Edward Norton iyi film seçimleriyle gönlümüzde taht kurmuş bir kişi.
bu filmle çıtayı biraz düşürmüş gibi.
yine de çekilmez değil.
hikaye,
polis kardeşlerin birinin suça karışması vs etrafında dönen,
klasik ama ilgi çeken bir hikayeydi.
ayrıca müzikleri güzeldi
ve birkaç etkileyici sahne içermekteydi
- özellikle Colin Farrell’ in bebekle sahnesi -
ehh işte denilebilecek bir filmdi..

Üç Maymun..
aday olamadı ama tabii ki tarafımdan izlendi.
bildiğimiz Nuri Bilge Ceylan gibi,
sakin,
kaliteli,
üst düzeydeydi.
hele uzaktan çekilmiş kadının yalvarma sahnesi,
yönetmenlik dersi gibiydi.
NBC adeta “ ben sadece fotoğraftan ibaret değilim “ demişti.
“ tutkuyla sevdiğim, yalnız ve güzel ülkeme “ sözü de tabii içimizde,
kaybedilmesi zor bir yer edindi.

haftasonu sinemada Valkyrie Operasyonu izlendi.
bu olay zaten ilk duyduğumda müthiş ilgimi çekmişti.
filminin yapıldığını duyduğumdan beri sürdürdüğüm bekleyişime değdi.
Claus von Stauffenberg isimli,
inanılmaz cesur adamın düşünüp yapabildikleri tek başına nefes kesiciydi.
Hitler’ in burnunun dibindeyken,
onun emrindeyken,
onu öldürmek gerektiğini,
Nazi zulmüne son vermek gerektiğini görüp,
bunu korkusuzca bazı subaylarla paylaşabilmişti.
Hitler’ in Kurt İni’ ne sızıp,
toplantı masasının altına bir bomba bırakarak patlamasını sağlayabilmişti.
ancak Hitler ölmemişti.
fakat tüm olay ve sonrasında yaşananlar,
destan gibiydi.
Tom Cruise başrolde beni rahatsız etmedi.
filmin anlatılış biçimi,
bizi olayın içine çekme niyetindeydi.
kahramanların yanında nefes alıyormuşçasına bir his,
film boyunca hep kalbimizin üstündeydi.
Schindler’ den sonra Yahudileri ve aslında tüm insanlığı Hitler denen mahluktan kurtarmak için çırpınan bu adam,
bana daha büyük bir kahraman gibi geldi.

dün akşamsa sıra DVD’ den Beşir’ le Dans’ ı seyretmeye geldi.
en iyi yabancı dilde film dalında altın küreyi alan,
Oscar’ ın da bu dalda en güçlü adayı olan film,
ciddi anlamda görülmeye değerdi.
ekşi sözlükte yapılan tanımlayı buraya aktarmak yeterli :" ari folman' ın sabra ve satilla katliamı sırasında israil ordusunda gorev yapmasinin ardindan ,
ileri yaşında girdiği savaş sonrası bunalımı ve bu bunalıma bağlı yasadığı hafıza kaybından kurtulma çabasının işlendiği
bunun yanında ordudan arkadaşlarıyla yaptığı söyleşiler yardımıyla hafızasındaki gedikleri dolduran folman’ ın hatırladıkları itibariyle,
dönemin kanlı Beyrut’ una sağlam bir bakisin atıldığı anti militarist bir animasyon.eski bir İsrail askerinin, kendi ülkesinin, kan dökülmesine karşı sergilediği vurdumduymazlığa ve savaşa karşı yüksek çığlığı.film aslında bir belgesel. ari folman, eski arkadaşlarıyla ve gazetecilerle yaptığı röportajları resmedip hareketlendirmiş , max richter tarafından bestelenen muhteşem müzikle de desteklenmiş. “

evet film bu.
aslında henüz taze olan Filistin katliamının yanında,
bu filmde yapılan eleştiriler biraz küçük kalıyor.
yine de İsrail’ in de suçlu olduğunu birazcık da olsa kabul eden savaş karşıtı bir film olması bile yeterli.
Oscar heykelciğini kucaklar gibi.

cumartesi günü haftalardan sonra ilk kez işe gitmemem ise,
klasik bir film izlememe neden olacak olaylar silsilesiyle meyvesini verdi.
sabah sabah denk geldiğim bir sinema programında karşılaştığım
“ Bisiklet Hırsızları “ o kısacık görüntüleriyle beni ağlatmaya yetti.
hemen peşine düştüm,
nete girdim,
binbir zorlukla da olsa,
1948 yapımı bu filmi izleyebildim.
gece.
02.00’ de.
çok etkilendim.
büyülendim.
II: Dünya Savaşı sonrası büyük fakirlik ve açlıkla boğuşan Roma’ da,
1 yıllık arayışın ardından bir iş bulan,
yoksul bir ailenin gururlu babasının öyküsü.
bulduğu iş afişçilik.
işi alması için bisikleti olması yeterli.
fakat bisiklet rehinde!
n’ apılıyor?
evin çarşafları satılıyor!
evet, çarşaflar satılarak bisiklet geri alınıyor..
iş başlıyor,
küçük oğlu Bruno ve karısı Maria’ yla artık adam çok mutlu.
sebep: doyabiliyor.
ama bisiklet birkaç gün içinde çalınıyor
ve olaylar başlıyor.
gururun,
baba – oğlun,
fakirliğin,
utancın,
yitirişin
ve yine gururun muhteşem hikayesi.

italyanca İsmi “ ladri di biciclette “
bir vittorio de sica filmi.
sinemada realizm akımının öncüsü kabul ediliyor.
çoğu sinemacı bu filmi izledikten sonra bu işi yapmaya karar veriyor..
- bir film izledim hayatım değişti -
kısacası bu film çığır açıyor…
başyapıt sözünü bin kere hak ediyor..
insanın boğazına yumruk gibi oturuyor..
başrolde oynayan adam gerçek hayatta bir işçi..
ilk oyunculuk denemesi..
oğlunu oynayan çocuk bir gazete satıcısı,
amatör..
ama öyle devleşmişler ki!
çekildiği tarihte akademi yabancı dilde filmlere ödül vermediğinden,
sırf bu film için yeni bir bölüm açılıyor,
ve yapıt bir onur ödülüyle taçlandırılıyor..
yıl 2009..
hala izleniyor..
eskimiyor.

“ ageless film for every age “ diyor…
bitmiyor..
düşündürüyor..

böyle filmler sayesinde de likelife’ ın sinema yolculuğu devam ediyor.
izleyip de aktarmadığım film olabilir ama epey anlattım sanırım.
şimdi acil izlenecekler listemde:
Sahtekar
Frost / Nixon
Milk ve
The Reader
var.

aslında başkaları da var.
fakat zamana ihtiyaç var.

bakalım.