30.06.2009

michael.. sen de gitme!!!!


19 Haziran sabahı..
çalışıyorum..
aynı işleri paslaşarak yaptığım arkadaşım yıllık izinde..
o yüzden 2 kişilik iş yapıyorum..
yoğunum..
koşturuyorum..
o koşturmaca arasında cep telefonum çalıyor..
ekrana bakıyorum, ablam..
saat 10:50..
Allah Allah?
ablam beni hafta içi bu saatte hiç aramaz ki?
o gün arıyor..
açıyorum..

sesi ağlamaklı ve titrek geliyor..
sevdicekten bahsederek:
- xxx aramadı mı seni, diyor?
- yooo, niye arayacaktı ki?
- seni almaya gelecekti..
- neden gelsin ki?, diyecek oluyorum..
- babaannemiz ölmüş, diyor..
-( kafama balyozla vurulmuş gibi oluyorum ) n.. ne.. nası.. ne zaman.. neden?, diye kekeliyorum..
- ( ağlayarak )bilmiyorum bu sabah herhalde, diyor.
- ……………. ben konuşamayacağım şu an kapatıyorum, diyebiliyorum…

ağlayarak lavaboya gidiyorum…
etraftakiler yüzüme gözüme kolonya sürmeye kalkıyorlar..
sevdiceği arıyorum telefonu kapalı..
haberi bilmediğimi sanıyor..
yüz yüze söylemek istiyor..
ablam erken davranmış, bilmiyor..

biraz sonra aşağıdan arıyor beni,
insene ben geldim diye,
şirketten aşağıya asansörle ineceğim halde yalnız bırakmıyorlar,
koluma giriyor biri,
ben titriyorum,
ağlıyorum..
sevdicek “ söylediler mi yoksa? “ diyor..
aşağıda sarılıyoruz..
ağlıyorum..

eve uğruyoruz önce..
siyah bi şeyler giymek lazım filan diye..
sevdicek bana bir şeyler yedirmeye uğraşıyor..
orada ayakta kalacaksın,
aç kalacaksın uzun süre diyor..
elime tutuşturduğu ekmekten bir lokma ısırıp öksürmeye başlıyorum..
yutma hareketini becermeye muktedir olmadığımı anlıyorum..
boğazımdan geçmiyor..

hemen annemlere gitmemiz gerek ve yolumuz uzun,
o yüzden çabucak üzerimi değiştirip yüzümü yıkayıp çıkmam gerektiğini biliyorum.
ama evin içinde tuhaf hareketler yapıyorum..
sonunda kedime sarılıyorum..
ilginç bir şekilde kediler sizin ruh halinizi anlıyor..
normalde kucakta durmayı sevmeyen kedim,
en ufak bir huysuzluk yapmıyor,
gözlerimin içine “ ben buradayım “ der gibi bakıyor,
gündüzleri hep yaptığı gibi kıvrılıp uyumak yerine,
evin içinde peşimde dolaşıyor,
hiç adeti olmadığı halde miyavlıyor,
sanki beni desteklemeye,
acıma ilaç olmaya çalışıyor..

annemlere giriyoruz..
akrabalar var..
annem halimi görünce paniğe kapılıyor..
evladının derdine düşen her anne gibi
“ bu kadar üzülme evladım, sana bakmaktan sana üzülmekten ben de hastalanacağım şimdi “ diyor..

onun yanında düzgün durmaya çalışıyorum..
cenaze ikindi namazına yetiştiriliyor..
camide kim bilir kaç yıldır görülmeyen akrabalarla karşılaşılıyor..
“ bir düğünde bir cenazede görüşmeyelim artık, hep buluşalım “ diye sözler veriliyor.
insanoğlu tuhaf yaratık..
sevdiklerini görünce avunuyor..
kalabalığın arasında acımı biraz olsun unutup onlarla sohbet edebiliyorum…
çocuklarını anlatıyor herkes..
cenaze namazı kılınıyor..
tekrar ağlıyorum..
mezarlıkta ise katılaşıyorum..
gömülme anını buz gibi dimdik karşılıyorum..
tepki verme sınırını aştığımı anlıyorum..

evinde okuması oluyor sonra babaannemin..
yıllarca yemekler yaparak heyecanla beklediği neredeyse tüm akraba ve komşuları orada..
herkes iyi yönlerinden bahsediyor…
kimse kötü bir şey hatırlamıyor..
hatta arada bir güzel anılar hatırlanıp gülümseniyor..
o zaman anlıyorum bazı adetler bir sebebe dayanıyor..
ölüm gününde yalnız bırakılmamak, insana dayanma gücü veriyor..

evet,
ben tam tersini düşünürdüm,
zaten acısı olan insanları bir de kalabalıkla boğmamak gerekir der,
çok yakınlarım dışında ölümlerde kimseye gitmek istemezdim ama
tam tersi olduğunu anlıyorum..
insan her teselli sözcüğüne ihtiyaç duyuyor..
her tanıdık yüzü sevinçle karşılıyor..
her sarılmaya minnettar oluyor..

o günü böylece atlatıyoruz..
gece annemlerde kalıp cumartesinin de önemli bölümünü beraber geçiriyoruz..
pazar babalar günü zaten..
annemler, dayımlar, kayınvalidemler,
hepimiz anneannemlerde toplanıyor,
nispeten rahat bir gün geçiriyoruz..
hediyelerimizi veriyoruz..
“ annesini kaybetmenin yükü çok ağır gelecek “ diye düşündüğüm babam bile iyi gibi..
konuşuyor,
arada bir gülümseyebiliyor..
geç saatlere kadar yemek eşliğinde sohbet edip evlerimize dağılıyoruz..

işte o gece evde iki kişi kalınca asıl acı anlaşılmaya başlıyor..
sevdicek sonuçta babaannemi çok tanımadığı için,
kendimi evde acımla tek başına gibi hissediyorum..
inanılmaz bir boşluk duygusuyla uyuyup sabah daha da berbat halde kalkıyorum..
elim kolum kıpırdamıyor,
işe gitmek istemiyorum ama zorla kendimi sürüklüyorum..
gün çok yavaş,
çok ağır geçiyor..
ertesi gün ve ertesi gün de..
tüm hafta kendimle boğuşuyorum..
akşamları yemek bile hazırlamıyorum..

babaannemi kaybetmenin acısı dışında,
ölüm fikri ve sonunda bitecek kısacık bir hayat düşüncesiyle başa çıkamıyorum,
daha sinirliyim,
insanlara sert davranıyorum,
çünkü herkesin ölümden muafmışçasına saçma sapan konularla uğraşıyor olmasına katlanamıyorum..
kalan zamanımı kendi istediğim şeyleri yaparak geçirmek istiyorum..

zar zor perşembe akşamı oluyor..
babaannemin 7’ si yapılıyor.
annem sen gelme diyor..
gitmiyorum..
evde tüm haftayı düşünüp kalan 1 günü geçirebilmenin
ve artık üzerimdeki ölü toprağını atabilmenin hesaplarını yapıyorum..

babaannemin ölümü aynı zamanda çocukluğumun parıltılı bayram günlerinin
ve heyecanın bitmesi,
aniden büyüyüvermek ve ölüme saplantılı sıkıcı bir yetişkin oluvermek gibi..
ben bu olmamalıyım diyorum..
“ öyleyse daha çok sarılmalıyım çocuklukta bana mutluluk veren her şeye “ diyorum..
zaten bir gece önce Cine5’ te Moonwalker filmini izlemişim..
Michael dinlemekle başlayacağım işe diye karar veriyorum..
çocukluğumdaki gibi delilercesine Michael dinleyeceğim..

ona çılgınca bağlı olduğum günleri hatırlayıp gülümsüyorum..
zorla aldırdığım kasetlerini,
binlerce kez izlediğim kliplerini,
gazetede çıkan her resmini kesip yapıştırdığım,
yanına da yazılar yazdığım “ Michael Defteri’ ni “ anımsıyorum..
özellikle Dangerous albümünü sony walkman’ imle defalarca dinlediğimi,
sonra bana annemin o albümün arabadan çalındığını söylediğini hatırlıyorum..
günlerce ağlamıştım ama yenisini aldırmamıştım..
o yüzden de hala albümün aslında çalınmadığına,
annemin benim sürekli Michael dinlememden dolayı korktuğu için kaseti sakladığına inanırım..
herhalde bu sevgiden hastalanacağım falan sanıyordu..
öyle seviyordum..
öyle huzur duyuyordum..
sonra hayatıma metal ve rock girdi..
önce Metallica, Iron Maiden, Pink Floyd,
sonra Panthera, Slayer, Sepultura,
biraz da Bon Jovi - Nirvana..
metal- rock- grunge..
hepsini seviyordum ama artık pop da Michael da dinlemiyordum..
onu kalbimin bir köşesine koymuş, geçmişte unutmuştum..
tabii ara sıra haberlerini duyuyor,
ama hakkında söylenen tek bir kötü şeye inanmıyordum..

o benim için platonik bir ilkokul aşkı,
hatta bir sıra arkadaşı kadar değerliydi,
kutsaldı,
özeldi.
ben onu çocukluğumda da bir hayran psikolojisiyle sevmemiştim..
onu hep kendime yakın bir dost gibi görmüştüm..
okuduğum röportajlarında,
erken ünlü olmaktan duyduğu sıkıntıyı,
kendini yalnız ve mutsuz hissedişini anladığımda,
yanına gitmek isterdim..
sanki beni tanırsa bütün üzüntüsü bitecek gibi gelirdi..
ister kızı gibi,
ister arkadaşı gibi,
ister sevgilisi gibi,
ister annesi gibi..
hangi rolde hayatına girersem gireyim benden sonra mutlu olacaktı işte..

onun evinde yaşayabilirdim..
onu neşelendirebilirdim..
seyahat de edebilirdik,
oyun da oynayabilirdik,
fark etmezdi.
ben yanında olup ona olan büyük sevgimi her gün tekrar anlattıkça,
o da benim ne kadar harika biri olduğumu görüp beni o kadar çok sevecekti ki,
benimle olmanın mutluluğu her şeyi silecekti.
işte ben Michael’ ı bir hayran psikolojisiyle değil,
bu psikolojiyle seviyordum
ve beni tanıyıp mutlu olacağı günün bir an önce gelmesi için,
Amerika’ ya gidip karşısına çıkmanın hayallerini kuruyordum..

evet,
bunlar çocukluk günlerimin masum hayalleriydi..
evet,
babaannem gitmişti ama çocukluğum bana geri gelebilir,
masum heyecanlarıyla bana yeniden huzuru getirebilirdi..
evet,
yeniden Michael dinleyecektim..
haftasonu gidip Transformers’ ı izleyecektim..
ve daha bir çok şeyi geçmişten geri döndürecektim..

perşembe gecesi yatağa bu duygularla gittim..
yeni aldığım kararların etkisiyle biraz daha iyi gibiydim…

sabah kalkar kalkmaz televizyonu açtım..
ve Michael’ ın öldüğünü öğrendim..
Neeee?????????
Neeeeeeee?????????
Neeeeeeeeeeeeeee????????? dedim..
Michael ölemezdi ki!!
o gidemezdi..
benim için “ uzaklardaki koskoca bir efsanenin “ değil,
bir yakınımın kaybı gibiydi..
babaannemin ölümü
ve o sıkıntıdan çıkmak için aldığım kararlardan sonra,
bu çocukluk sevdasının üstelik 50 yaşında ellerimden alınması çok ağır geldi..

haftasonu evde olduğum tüm zamanları MTV izleyerek geçirdim..
onu yad ettim,
ağladım,
düşledim..

hiç kendimde değilim..






25.06.2009

Avrupa Notları 3 - Lüksemburg ve Köln..

( aşağıdaki yazı yoğun acılar yaşadığım bir dönemde yayınlandı.
önceden yazıp hazırladığım için sayfaya koydum ama asıl içinden geçtiğim dünyayı sonraki yazılarda, Avrupa serisi bitince ve ben yeni yazı yazabilecek kadar kendime gelince anlatacağım )

ertesi sabah Lüksemburg’ a gitmek üzere rüyalarımın şehri Paris’ ten ayrıldık.
ama ayrılır ayrılmaz kentin biraz dışındaki outlet kasabasında uzunca bir mola verildi.
hesapta burası ünlü markaları ucuza satın alabileceğiniz bir yerdi.
ama bizim aklımız ve ruh halimiz alışveriş modunda değildi.
yine de biraz gezindik.
fakat tercih ettiğimiz marka ve modellerin fiyatları Türkiye ile hemen hemen aynı gibiydi.
gümrükten geçirme zorluklarını vs de düşünerek bir şey almayı tercih etmedik.

ama millet arılar gibi etrafa saldırmış olmalı ki,
çoğu kişi buluşma noktasına eli kolu alışveriş torbalarıyla dolu geldi.
daha sonra bunları taşımak hep sorun oldu tabii.


birkaç saatlik yolculuk ve bir yemek molasının ardından biraz daha devam edip Lüksemburg’ a girdik.
küçük, zengin, düzen abidesi Lüksemburg’a..







Lüksemburg minik bir ülke.
400.000 nüfuslu.
kişi başına gelirin ortalama 86.000 USD olduğu
ve saat 16.30 gibi bütün işyerlerinin kapadığı bir yer.
insanlar sakin,
huzurlu ve uyumlu.
sessizliği ve düzeni bozacak pek bir şey yok gibi.
bunun yanında bir meydan ve vitraylarıyla ünlü bir katedral dışında görülecek de pek bir şey yok.

biz de meydandaki kafelerde yemek yedik
ve şehrin en önemli bölgesi olan Petrus vadisini gezdik.
bu vadi oldukça derin bir vadi ve üzerinde etkileyici bir köprü mevcut.
köprünün kemerinin çapı 85 metre ve yapıldığı zaman için dünyanın en geniş kemeriymiş.
şu an da bu durum pek değişmemiş gibi
ve bu köprü hala mimari açıdan dünyadaki sayılı köprülerden biri.





saat çok geç olmadan otelimize gittik.
önceki otellerimiz de fena olmamakla birlikte,
Lüksemburg’ ta kaldığımız Novotel ve Amsterdam’ da kaldığımız Radisson en iyileriydi.

rahat lobide rehberle biraz sohbet edip gırgır şamata yaptık,
otelin Türk aşçısıyla tanıştık,
sonra odaya çıkıp yarım yamalak UEFA finalinin 2. yarısını izledik.
çünkü sabah erken kalkacaktık ve uyukluyorduk..
zaten tüm tatil boyunca uyandırma 05:30 ya da 06:30 saatlerinden biri olarak belirleniyordu.
çünkü ülkeler arası yolculuklarımız otobüsle gerçekleşiyordu,
haliyle bu da zaman alıyordu.
gün kaybetmemek için çok az uyuyorduk ama yaşadıklarımız buna değiyordu.
bir sabah Brüksel’ de ertesi sabah Paris’ te uyanmak,
sonra 3 gün Paris’ in büyülü havasını soluyup,
ardından Lüksemburg’ a,
Köln’ e,
Amsterdam’ a ulaşmak,
tümüne ilk defa gittiğimiz bu yerlerde inanılmaz deneyimler yaşamamıza neden oluyordu.
en basit bir yapı,
bir katedral
ya da geleneksel bir yemek bile bize büyük mutluluklar veriyordu.
çünkü biz tamamen yabancı olduğumuz koskoca bir dünyanın kapılarını aralıyorduk.
Lüksemburg bu açıdan biraz fakir bir ülke olduğundan,
orada 1 gün kalmakla yetiniyor,
ardından günübirlik gezimiz için Köln’ e geçiyorduk.







Köln de Paris gibi şehirlerle karşılaştırıldığında tarih açısından çok zengin sayılamayacak bir şehir..
ama öyle bir varlığa sahip ki,
bu eserle eksiklerini büyük ölçüde kapatıyor:
Dom Katedrali..
bu katedral için ne demek, onu nasıl tarif etmek gerekir bilmiyorum.
hem güzel, hem ürkütücü, hem karanlık, hem çekici,
devasa,
heybetli,
eski
ya da sadece çok güzel!
Ren Nehri kıyısından tatlı bir girişle sizi karşılayan Köln’ ün,
gezdiğimiz diğer şehirlerin tümünden daha temiz olan mis gibi sokaklarının size merhaba dediği bir anda,
bu katedrali karşınızda görüyor
ve karmaşık duygulara sürükleniyordunuz.
onu sevecek miydiniz, ürkecek miydiniz?
yoksa sadece hayran olup sorgulamayı kesecek miydiniz karar veremiyordunuz.

dile kolay karşınızdaki 761 yaşında muhteşem bir eser.
yapımına 1248 yılında başlanıyor.
ancak 1880 yılında tamamlanıyor.
düşünün, yapımı tam 632 yıl sürüyor..
gotik bir mimariye sahip ve yüksekliği 157 metreyi buluyor..
ve yazarınızla sevdiceği ne yapıyor?
buraya –da- tırmanmaya karar veriyor.





o dönen merdivenlerde nasıl yitip gitmedik,
nasıl kalp krizi geçirmedik bilmiyorum.
ama en tepeye çıktığımızda resmen bitmiştik!
yine de güzelim Ren nehri manzarasına ve etrafımızı çevreleyen kutsal kulelere bakıp değer dedik..
birkaç fotoğraf çekip yine zorlu bir iniş gerçekleştirdik ve Köln meydanına indik.
burada früh diye bir köln birası içtik
ve toskana usulü pizza benzeri bir şey yedik.

sanırım gelişimiz İsa’ nın göğe yükselişi gibi bir güne denk gelmişti o yüzden resmi tatildi.
dolayısıyla çoğu dükkan kapalıydı.
biraz etrafı gezip açık bulduğumuz dükkanlardan yine magnet ve hediyelik birkaç şey aldık.
donut yedik..
sonra da ben Avrupa’ ya gitmişken bunu yapmadan gitmek olmaz diye düşünerek,
yaldızlı makyajlar yapıp heykel gibi duran,
para atınca kıpırdayıp fotoğraf çektiren sokak sanatçılarından biriyle resim çektirdim.
10 sn.lik yan yana gelmemizde adam benimle epey sohbet etmeyi başarabildi.
önce İngilizce mi Fransızca mı konuşacağız diye sordu..
ingilizce dedim..
nereden geliyorsun dedi..
türkiye dedim..
ben de ispanyolum dedi..
akdeniz kültürü yakın sayılırız dedim..
gülüp bana sımsıkı sarıldı..
böyle sarılmazsak olmazmış, bu resmin özelliği buymuş..

peki diyip resmimi çektirdim.
başımın göğe erdiğine karar verdikten sonra 2 EUR verdim
ve turdakilerle buluşma yerimize gittik.
artık gideceğimiz son yer olan Amsterdam’ a doğru ilerlemekteydik..

13.06.2009

Avrupa Notları 2 - Sevgilimmmm Paris...

biraz uyuklamıştım..
hafif bir mahmurlukla gözlerimi araladım..
tatlı bir akşamüstü güneşi vurmuştu o muhteşem şehre..
sevgilinin “ hadi aç gözlerini bak neyi kaçırıyorsun “ sözlerini de duyunca,
resmi olarak Paris’ e giriş yaptığımı anladım..
önce fotoğraf makineme sarıldım..
ama bir yandan da kararsızdım:
otobüs camından bin bir güçlükle fotoğraf çekmeye
ve fotoğraflamaya yetişilmesi imkansız binlerce güzel ayrıntıyı ölümsüzleştirmeye mi çalışacaktım
yoksa cam kenarında kıpırtısızca durup içime derin nefesler çekerek,
yıllardır bir sevgili gibi hayalini kurduğum, özlemini duyduğum bu şehirle kavuşmamın tadını mı çıkaracaktım?
aslında,
ikisini de biraz biraz yapmaya çalıştım..






Paris’ in İstanbul’ la yarışan trafiğiyle tanışmam da bu dakikalara rastlar..
bizi öncelikle bir kaza karşıladı..
yol kenarında duran bir araba bütünüyle yanmıştı…
olay sebebiyle bir çok şerit de trafiğe kapanmıştı..
ama bu bana Paris’ e yavaşça girme fırsatı sunduğundan çok da sıkılmıyordum..
ayılmaya,
içinde bulunduğum durumun güzelliğini yaşamaya çalışıyordum..
çünkü artık klişe sayılsa da Paris benim için özeldi..
adını ilk duyduğum yüzünü ilk gördüğüm andan beri sevdiğimdi…
ve bu benim Paris’ e ilk gidişimdi..
yaşamım boyunca asla unutamayacağım günlerden geçtiğimi daha iyi anlıyorum şimdi..

evet Paris’ in trafiği kötü..
bu yüzden tüm Paris’ i çevreleyen
Periferik (peripherique) diye bir otoban yapmayı uygun görmüşler…
bu yol biraz kurtarıcı olmuş gibi ama yeterli değil..
her yere, her noktaya metro var neyse ki..
bakımsız ve pis bir metro ama ulaşamayacağınız yer yok gibi..
üstelik mantığı çok basit,
haritasını elinize aldıktan sonra,
gideceğiniz noktayı saptayıp belirtilen numaralı trene binmekte hiç zorluk çekmiyorsunuz..
şöyle söyleyeyim, hiç 2 dk.dan fazla metro beklemiyorsunuz..

akşamüstü giriş yaptığımız Paris’ imde ilk dakikalarımız panaromik tabir edilen şehir turuyla geçti..
önemli caddeler ve binalar bize şöyle bir gösterildi..
uygun bir noktada 5 dk Eiffel Kulesi için fotoğraf molası verildi.
bahsettiğim nokta sırf bu iş için düşünülmüş,
turistlerle dolu teras benzeri bir yükseltiydi..
Paris gözlerimizin önüne serilmişti.
ve bu benim aramızda otobüs camı olmadan canım sevgilimle ilk gözgöze gelişimdi..
öyle tuhaf hissettim ki!
oradaydım ama havalara uçamıyordum bile..
çünkü içime ilk dakikadan ayrılık acısı çökmüştü!
kaybedeceğini bilmenin derin sızısı kalbimde ara sıra oynatılan bir bıçak gibi yatıyordu..
mutluluk ve hüzünle aynı anda gölgelenmiş gözlerimle Eiffel Kulesi’ ne huzursuz nazarlar fırlatıp,
coşkulu görünen fotoğraflar çektiriyordum.
kameramız yoktu ama sevgili fotoğraf makinesiyle ufak videolar da çekiyordu ve ben durmadan: -beni çekme bu güzelliği çek diyordum.

otele yerleştik.
sonra apar topar Champs Elysees’ ye gittik.
dünyanın bu belki de en ünlü caddesine..
çocukluğumdan beri hayal ettiğim şeylerden biri daha!
siz inanmayın “ Bağdat Caddesi’nin Paris versiyonu işte “ filan diye atıp tutanlara..
burası Arc de Triomphe ile başlayıp Concorde Meydanı ile biten bir yer bir defa..
ilk ayrıcalığı burada..
70 metre genişliğinde,
alabildiğine rahat,
etrafını çevreleyen ağaçlarla,
mağazalarla,
otomobil fuarlarıyla,
yeme-içme-eğlenme mekanlarıyla,
Lido’ suyla apayrı bir dünya..
gündüz saçlarınızın arasında gezinen o yumuşak rüzgarını hissetmek bir yana,
gece ışıklar altındaki halini bir kez görmek mutlaka nasip olmalı her insana..

bize iyi ki nasip oldu dedik..
bir aşağı bir yukarı gezindik.
caddeyi kesen her ara sokağa bakıp
“ aaa burada da süper binalar varmış “ dedik..
sonra karnımız acıktı.
gözümüze cadde üstünde güzel bir yer kestirip beyaz şarap eşliğinde somon yedik.
tatlı olarak da La Vie En Rose isimli,
çilekli - dondurmalı hafif ama nefis bir şey yedik...







zamanın nasıl geçtiğini fark etmedik fakat epey geç olmuştu.
otelimiz şehrin biraz dışındaydı ve gece yarısından sonra metroya binmek olmazdı.
bir taksiye atlayıp dünyanın en ilginç taksicisiyle otele gittik!
adam zenciydi,
radyoda bangır bangır yankılanan bir futbol programı dinliyordu
ve biz tabii sıfır Fransızcamızla söylenenlerden zerrece bir şey anlamıyorduk.
sonra bize British misiniz diye sordu.
yok, türküz dedik.
adam hemen “ aaa Galatasaraayyy “ dedi..
fakat arkasından “ fenerbaaçe “ demeyi de ihmal etmedi.
marsilya’ yı tutuyormuş,
Gerets’ den dolayı Galatasaray’ ı daha iyi tanıyormuş,
UEFA kupasını da almıştınız siz dedi :)
evet Galatasaray febeden daha büyüktür dedim.
tabii sevdicek hemen itiraz etti.
kısacası yolculuğumuz neşeli geçti.
bedeli de 22 EUR idi.





ertesi gün sıra büyük Paris gezisindeydi.
ilk olarak Seine Nehri turu için tekneye gidildi.
üzeri açık ve fotoğraf çekmeye gayet müsait güzel bir tekneyle yapılan tur 1 saatten fazla sürdü.
ilk defa Paris’ in güzelliklerini bu denli yakından görüyorduk.
zaten Seine Nehri’ nin 2 yakasında bulunan binalar ve tarihi yapılar şehrin en görmeye değer,
en büyülü yerleri.
nehrin 2 yakasını birbirine bağlayan 36 köprü bile başlı başına birer sanat eseriydi.
tümünün üzerinde,
altında,
kenarlarında,
heykeller, altın varaklar, oymalar kısacası sanat örülüydü.
ve her birini geçtiğinizde müthiş bir eser karşınıza çıkıyordu.
Louvre Müzesi gibi,
d’Orsay Müzesi gibi,
cite adası üzerindeki muhteşem Notre Dame Katedrali gibi.
biraz uzaktan görülen Eiffel kulesi,
Sorbonne tarafı ve St. Michel bölgesi,
hem tarihi yanıyla,
hem de hala yaşayan cıvıl cıvıl varlığıyla benim için inanılmaz birer çekim merkeziydi.
en sıradan işler için kullanılan alelale gündelik binalar bile estetikti.
tümünde bir sanat kaygısı,
üstün bir güzellik anlayışı belirgindi.
savaş günlerinde neden pasif direnişe geçerek,
“ bu şehir bir dünya kültür mirasıdır,
zarar vermeyin şehir sizindir “ diyip bu güzelliği teslim ettiklerini daha iyi anlıyordunuz.
onun bir taşının bile eksilmesine göz yumulamayacağını daha iyi kavrıyordunuz.
Paris böyleydi,
milletler üstü,
ülkeler üstü bir yerdi.
kimin egemenliği altına girerse girsin yok edilmemeliydi.
iyi ki de edilmedi.





güneşli bir havada süren tekne gezimizde,
Burgonya’ dan doğup Manş Denizi’ ne dökülen,
nazlı nazlı Paris içlerinde kıvrılıp giden Seine Nehri’ ni yine
“ çok özleyeceğim “ nazarlarıyla süzdükten
ve etrafındaki yapılardan yayılan büyülü kokuyu doya doya içimize çektikten sonra,
Montmarte denilen ve Sacre Coeur kilisesinin de bulunduğu ressamlar tepesine gittik.






yukarı füniküler mantığında ama açıktan giden basit bir araçla çıkılıyordu.
isterseniz hemen yanındaki merdivenleri de kullanabiliyordunuz
-ki biz inerken öyle yaptık –
yukarıda sizi karşılayan Sacre Coeur merdivenlerine daha çok öğrenciler, müzisyenler ve turistler oturmuşlardı.
şehri bir balkon gibi gören bu tepeden muhteşem manzarayı seyrediyorlardı.
gitar çalanlar da vardı.

Sacre Coeur bembeyaz bir kilise..
Paris’ in belki de en beyaz şeyi..
Sacre Coeur’ un anlamı kutsal kalpmiş…
Fransa-Prusya Savaşı’ nda ölen Fransızlar anısına yapılmış.
yapımına 1875 yılında başlanmış ancak 1914 yılında tamamlanmış ve I. Dünya Savaşı’ ndan sonra açılmış.
kare şeklindeki çanı çok ünlüymüş ve sıkı durun bu çanın ağırlığı tam 18,8 tonmuş.






biz de burada biraz soluklanıp Montmarte içlerine doğru ilerledik.
onlarcası yan yana dizilmiş ressamların eserlerini inceledik.
ama vakit kısıtlı olduğu için kendi resmimizi çizdiremedik.
karnımız da acıkmıştı.
buranın meşhur yemeği olduğu söylenen soğan çorbasından biraz tane içtik.
biraz nefes alıp nispeten daha ucuz bulduğumuz dükkanlarından evimiz için birkaç magnet seçtik.
sonra elimizde aldıklarımız,
midemizde soğan çorbamız,
ruhumuzda kelebeklerle,
güle oynaya merdivenlerden indik,
buluşma yerimize gittik,
otobüsümüze bindik
ve birkaç dakika sonra..
Louvre Müzesi’ ndeydik.






öncelikle Louvre için ilk görüşte söyleyecek laf bulmadığımı belirtmek isterim.
çok konuşabilen bir insan olmama rağmen,
ilk birkaç saniye buraya uygun bir söz bulup söylemeyi beceremedim.
o denli büyülenmiştim.
sonunda galiba muhteşem, müthiş, benzersiz gibi cümleler kurabildim.
öyle büyük, öyle ihtişamlı, öyle kudretli görünüyordu ki..
içindeki eserlerle birlikte düşündüğümde,
benim için sadece bir müzeden çok daha fazla şey ifade ediyordu.
tam önündeki devasa cam piramidi ise maalesef sevemedim.
tek başına ya da farklı bir yerde görsem belki biraz olsun sempati besleyebilirdim.
ama klasik mimariyle modernizmi sentezlemek adına Louvre gibi müthiş bir yapının bahçesine böyle bir “ şey ” oturtulmasını içime sindiremedim.

içeri girdik.
3 saat kadar vaktimiz vardı ki,
bu Louvre söz konusu olduğunda bir hiç demekti!
ilk yaptığımız 3 ana bölümden birini tercih etmekti:
-Denon
-Sully
-Richelieu
aceleyle Denon denilen bölümü seçip içeri girdik.
burada İtalyan ressamların eserlerinin olduğu bölümü gezebildik.
Mona Lisa’ yı da görme şerefine eriştik.
aslında yüzlerce başyapıt içinde bakıldığında,
Mona Lisa size pek de bir şey ifade etmiyor.
ama işte “ ün “ böyle bir şey.
merak yaratıyor ve sizi kendine çekiyor.
bizi de çekti.
“ aaa pek de küçükmüş “ gibi saçma bir ilk tepki gösterdik,
fotoğraflarını çektik
ve gezebildiğimiz kadar Denon tarafının kalan kısımlarını gezdik.
3 saat bittiğinde ayaklarımıza kara sular inmişti.




yine de biraz Seine Nehri kıyısına indik.
etrafı dolaşıp güzel bir köprünün üzerinde resimler çektik..
ardından buluşma yerine yakın bir bistroda oturup bir şeyler içerek azıcık serinledik.
sonra yavaş yavaş herkes toplanmaya başladı ve ve ve…
artık o büyük ana gelmiştik..
Tour Eiffel’ e gidecektik..
heyecandan karnımızda kelebekler uçuşarak Eiffel’ in altına ulaşıp birazcık da sıra bekledik..
sonra etrafı tamamen açık bir asansöre bindik..
saniyeler içinde büyük büyük aşkımın en önemli simgesi Eiffel’ in ikinci katında,
112 metrede,
muhteşem Paris manzarasını süzmekteydik..
saat 19:00’ du ama güneş parlıyordu.
zaten kuzeye doğru yol almış olduğumuzdan,
gittiğimiz hiçbir şehirde güneş 22:00-22:30’ dan önce batmıyordu.
uzun bir aydınlığı yaşıyorduk..






Eiffel Kulesi’ ni Gustave Eiffel adında bir mimar tasarlıyor…
yapımına 1887’ de başlanıyor,
26 ay gibi kısa bir sürede bitirilerek Fransız Devrimi’ nin 100. yıl kutlamalarına yetişiyor.
300 metre yüksekliğindeki bu kulenin yapımında,
3.000 işçi 18.038 adet demir parçayı 2,5 milyon perçinle birleştiriyor..

ilk yapıldığında Parisliler tarafından sevilmeyip,
şehir görüntüsüne zarar verdiği,
sokak lambasına ya da fabrika bacasına benzediği söyleniyor.
zaten 20 yıllık bir ömrü var.
çünkü Eiffel bu kule için yalnızca 20 yıllık izin alıyor ve yapının 1909 yılında yıkılması gerekiyor.
ancak 1909 yılına gelindiğinde,
kulenin yüksekliği nedeniyle Atlantik ötesi haberleşmeye uygun olması göz önünde bulunduruluyor
ve yıkımdan vazgeçiliyor.
zaten yavaş yavaş bir sembol haline gelmiş olan Tour Eiffel,
giderek bir gözbebeğine dönüşüyor
ve günümüze kadar gelebilmesi için çeşitli tekniklerle sürekli korunuyor.
7 yılda bir boyanıyor ve bu işlem 15 ay sürüyor..
kısacası bu kule bir şekilde sağlam tutuluyor
ve bizim gibi çok uzaklardan gelmiş hayranlarının ağzı kulaklarında onunla buluşmasını bekliyor..

biz de onun beklentilerini geri çevirmedik.
üzerinde bol bol kalıp fotoğraf çektik,
etrafı izledik ve istemeye istemeye de olsa aşağı indik.
otele dönüş yoluna geçtik.
ama biz otelde yemek istemiyorduk.
rehberden bizi St Michel’ de indirmesini istedik.
bizimle birlikte birkaç kişi daha indi.
dönüş saatimiz geç olacağından,
ve metro o saatlerde pek tekin olmadığından,
gece buluşmak üzere onlarla sözleştik,
ve yemek yiyecek bir yer aramaya giriştik.

şanssızlığa bakın ki biz daha avare biçimde dolaşmaya doyamadan inanılmaz bir sağanak yağmur bastırdı!
biz de “ Avrupa’ dır havası güvenilmezdir “ diyerek gezinin başından beri yanımızda şemsiye taşıyorduk.
fakat hava çok güzel gidiyordu ve güneş her gün bize yüzünü gösteriyordu.
o yüzden sadece o gün şemsiyeyi yanımıza almamıştık ve bütün tatilin tek yağmuru o anda yağdı!
hem de ne yağmak..
bardaktan boşanırcasına..
kapanmış bir dükkanın saçak altına sığındık ama burada bile kuru kalmak imkansızdı.
kısa süre içinde dinecek gibi de görünmüyordu.
biz de kafamıza ceket vs bir şeyler tutmaya çalışarak,
yolun karşısında gördüğümüz Cafe Benjamin’ e kadar koştuk.
ıslak giysilerimizle orada oturduk.

güçlükle ne yiyebileceğimizi sorduk çünkü efsane doğruydu.
Fransızların neredeyse hiçbiri İngilizce konuşmuyordu.
garsonlar bile!
anlasalar dahi hiçbiri size İngilizce cevap vermiyordu.
sürekli Fransızca cevap verirlerse birdenbire Fransızca öğreneceğinize dair tuhaf bir inançları vardı.
çoğu menüde, tabelada ya da haritada İngilizce sözcükler bulunmuyordu.
o yüzden tuhaf bir yemekle karşılaşmamak için hamburger, patates kızartması ve bira söyledik.
neyseki hepsi büyük tabaklarda,
salatasıyla filan nefis hazırlanmış şekilde geldi.
cam kenarındaki masamızda yağmurlu Paris sokaklarına dalıp giderek
bu basit ama lezzetli yemeğin tadını çıkarttık.

orada epey zaman geçti.
yağmur dindi.
biz de biraz daha turlayıp soluğu önceden sözleştiğimiz buluşma yerinde aldık.
metroyla otele dönmeyi başardık ve yorgun ama mutlu bir uykuya daldık.
ertesi gün turdan ayrılacaktık çünkü onlar Disneyland gezisi yapacaktı ama
biz henüz Paris’ in bir çok yerini görememiş,
en önemlisi sokaklarına doyamamıştık.
Paris gibi bir hazinede geçirecek sadece 3 günlük bir zamanımız varsa
bunun koskoca 1 tam gününü Disney’ de geçirebilmeyi aklımız almıyordu.
belki 7 gün ya da daha fazla kalsak biz de katılırdık ama
kısıtlı zamanımızı düşünerek bu organizasyonun dışında kaldık.

bu kararımızda “ küçük “ bir başka etkenin de katkısı vardı
o da annemlerin de o tarihte birkaç akrabamız ile birlikte Paris’ e giriş yapmış olmasıydı!
onlarınki 1 haftalık bir Paris tatiliydi ve şans eseri 1 günümüz çakışıyordu.
ertesi sabah 10 gibi bizim aileden 8 kişi Arc de Triomphe namı diğer Zafer Takı’ nın altındaydık.
sarıldık.
bakıştık.
annem:
“ başardın sonunda “ dedi bana.
“ Paris’ tesin işte “..
küçüklük hayallerimi bildiğinden beni en iyi o anlamıştı tabii.
gülümsedim.
ama içimde bir yerlerde ağlamak istedim.
çünkü ertesi gün çok uzaklara gidecektim.
Paris’ te 3 günün yetmeyeceğini biliyordum ama
bu kadar derinden etkileneceğimi tahmin etmemiştim.






önce Zafer Takı’ na tırmandık.
Zafer Takı Napolyon’ un isteği üzerine Austelitz’ deki askerlerin anısına yapılmış.
“ bu seferden dönenler zafer taklarının altından geçecekler “ anlamına gelen bir cümlesi de var..
yüksekliği sanırım 49 metre..
Charles De Gaulle meydanında bulunuyor
ve zahmet edip bizim gibi merdivenlerini tırmanırsanız,
aize güzel bir Paris manzarası ve Champs Elysees görünümü sunuyor..
altında meçhul askerleri temsil eden,
hiç sönmediği ve hiç söndürülmeyeceği rivayet edilen bir ateş bulunuyor.
söylenenlere göre bu ateş ilk 1923 yılında yakılmış
ve o günden bu yana her gün burada askeri tören yapılıp ateş beslenerek hiç sönmemesi sağlanmış.
hatta Hitler Paris’ i işgal ettiğinde bile,
bu ateş Alman askerlerinin gözü önünde yakılmaya devam edilmiş..
( vayyy bee.. )






bu ateşin ve yukarıdan izlenebilen müthiş manzaranın resimlerini çektikten sonra,
Napoleon’ un Mezarına ve hemen yanındaki askeri müzeye uğradık.
Napoleon’ un mezarı altın kaplı kubbesiyle Paris’ in her yerinden dikkatinizi çekiyor.
içeri girildiğinde dev bir İsa Heykeli önüne kazılmış büyük bir çukurla karşılaşılıyor.
bu çukurda Napoleon’ un sandukası var.
girdiğiniz kattan sandukayı görmek için eğilmek zorunda kalıyorsunuz.
bu da iddiaya göre herkesin Napoleon’ un huzurunda eğilmesini sağlamak için özellikle yapılmış bir şey.
sonra merdivenlerden inerek sandukayla aynı hizaya gelebiliyorsunuz gerçi.





aynı zamanda Napoleon’ un da eğitim gördüğü Parisian Ecole Royale Militaire namlı askeri okulu da buradan çıkar çıkmaz gezebiliyorsunuz.
biz de aynen öyle yapıp aynı zamanda burada bulunan bir kilisede hayır için 5 EUR’ ya mum diktik.
ardından Grand Palais ve Petit Palais bölgesine geldik.
Büyük Saray kapalıydı,
Küçük Saray’ a ise şöyle bir dışarıdan bakıp bahçesinde oturmakla yetindik,
çünkü çok acıkmış ve yorulmuş bir haldeydik.
dolayısıyla Champs Elysee’ ye geçip bir yemek molası verdik…
Pizza Pino’ da cam kenarında bir masaya tüneyip nefis pizzalarını bir çırpıda tükettik..
bu arada Champs Elysees’ de akan trafiğin tam ortasında durup cadde üzerinde fonda Zafer Takı ile bir fotoğraf çektirmeyi ihmal etmedik.

sonra soluğu La Defense bölgesinde aldık.
Paris’ in modern tarafı olarak nitelendirebileceğimiz bu bölgede
Zafer Takı’ nın tam karşısına yapılmış olan,
La Grande Arche de La Defense isimli yapıya çıktık.
mimarisi itibariyle Zafer Takı’ nı andırıyor ancak dediğim gibi modern mimariyi temsil ediyor.
yüksekliği yanlış hatırlamıyorsam 112 metre.
genişliği de 108 civarı.
yani genel itibariyle yüksek, devasa bir kare.

neyse ki burada asansör kullandık.
tüp biçiminde yapılmış ve kenarları tamamen şeffaf olan bu asansörle,
Paris’ in modern yüzüne tepeden bakmaya daha yol üzerindeyken başladık.
yukarıda yine fotoğraflar,
gözlemler,
anlatılanlarla güzel dakikalar yaşadık.
hediyelik eşya dükkanından hoş bir duvar saati aldık.
galiba birkaç da magnet aldık.
o kadar çok magnet aldık ki artık nereden alındıklarını ayırt edemiyorum..





ardından opera bölgesine gittik.
opera binasına baktık.
baktık.
biraz daha baktık.
kısacası bakakaldık.
tam önünde müzik yapanları fotoğrafladık.

orada biraz daha kaldıktan sonra meşhur Concorde meydanına gittik.
şimdi burası önemli..
Fransız Devrimi’ nin belki de en önemli simgesi..
anlatılanlara göre devrimciler
13 Temmuz 1789’ da krallığa ait kışlaları basıyor,
silah benzeri ne varsa ele geçiriyor.
Tuileries Sarayı’na da baskın düzenliyorlar ve XVI. Louis’ yi esir alıyorlar.
14 Temmuz’ da Bastille Zindanı yıkılıyor ve tutsaklar serbest bırakılıyor.
yeni anayasa Concorde Meydanı’nda halka açıklanıyor,
cumhuriyet ilan ediliyor.
binlerce Parislinin “ Yaşasın cumhuriyet, krala ölüm!” şeklinde haykırışları Concorde Meydanı’ nı çınlatıyor.Kral XVI. Louis’in başı, kalabalığın karşısında burada giyotinle uçuruluyor.
10 ay sonra Marie Antoniette’ in ki de..
bu devasa meydan daha sonra pek çok başka idama da tanıklık ediyor..
yıllar sonra Cezayir’ de bağımsızlık isteyenlerin gösterilerine de..
etrafını çeşmeler ve heykeller çevreliyor..
insana inanılmaz bir uçsuz bucaksızlık hissi veriyor..






meydanı turlayıp eserleri inceledikten sonra Tuileries Bahçeleri’ nde bir cafede oturup nefes aldık.
tatlı bir şeyler yiyip içeceklerimizi yudumlarken,
bir yandan da koyu bir sohbete daldık.
kalktıktan sonra ortadaki havuz-gölet benzeri şeyin başında da biraz oyalandık.
kuşlara baktık.
iş çıkışı buraya gelmiş spor yapan insanlara baktık.
yürüyerek Louvre bahçesine kadar uzandık.
o ihtişamı bir de akşamüstü güneşinin altında izleme fırsatı yakaladık.
tam da bu anda bir sokak sanatçısı buraya gelmiş yan flüt çalıyordu.
bir yandan onu dinleyerek,
bu kutsal havayı soluya soluya nehir kıyısına doğru yol adık.

akşam yemeği için Latin Mahallesi’ ne gittik.
burada yeme içme ve eğlenme amaçlı yapılmış çeşit çeşit mekanın arasından,
bir yunan meyhanesinde karar kıldık.
çoğunun Türkçesini de bildiğimiz yunan şarkıları eşliğinde yemek yedik,
uzo içtik.
yemeğin üzerine yunan tatlısı adı altında baklava,
yunan kahvesi adı altında türk kahvesi getirdiler.
bizse tartışmaya girmedik :)

yemekten sonra annemler kendi yoluna biz kendi yolumuza gittik.
bir taksiye atlayıp,
bu kez jazz dinleyen suskun bir taksici eşliğinde otele gittik.
sanki ışıklar altında bir başka görünen,
bir bir önünden geçtiğimiz tüm o görkemli eserler,
benimle gözyaşları içinde vedalaşıyor gibiydi.
ya da bana öyle geldi.
ve Paris’ teki son gecemizi de böyle bitirdik.


7.06.2009

Avrupa Notları 1 - Brüksel ve Brugge..



merhabalar efenim..
bloğumu taşıma zorunluluğu yüzünden ve bunun “ nasıl yapacağım? “ sancılarından dolayı,
5 ülkeyi dolaştığım kapsamlı Avrupa seyahatimi anlatamadım günlerdir..
uzun yazmaya mecalim var aslında ama zamanım yok..
hiçbir şeyi geçiştirmek istemiyorum yine de..
her şey iyi güzeldi de,
diğer yandan insanı çileden çıkaracak cinstendi..
çünkü dönüşte yaşamlarımız bize daha da yavan geldi..

bölümlere ayıracağım merak etmeyin..
önce Brüksel..
Avrupa Birliği için önemli şehirlerden biri..
İlk bakışta tüm Brüksel büyük bir park gibi..
biz varoşları görmedik belki ama gördüğümüz kadarıyla böyle..
ağaçlar içinde, yemyeşiller içinde zevkli küçük binalar,
tarihi yapılar…
demek ki bir şehir çok iyi planlanabiliyor istenirse..
çoğu yerde ağaçlardan evler fark edilmeyecek neredeyse..

Heysel Stadı’ nı gördük önce..
faciadan sonra adı değiştirilmiş ama yeni adı aklımda kalmadı işte..
ne olmuştu Heysel’ de?
“ Liverpool –Juventus arasında oynanan Avrupa Şampiyon Kulüpler Kupası finalinin başlamasından önce taraftarlar arasında çıkan kavgada 39 kişi ölmüştü “
cevabını alacaklar her söylenişte..
ingilizler saldırmış ilk, anlatılanlara göre..
güvenlik bariyeri yokmuş, italyanların olduğu bölüme saldırmak kolay olmuş..
italyanların kaçmak istediği noktada ise bir duvar varmış..
duvar yıkılmış..
taraftarlar tel örgülere sıkışmış..
olaydan sonra İngiltere’ ye uluslar arası karşılaşmalardan 5 yıl men cezası verilmiş…
liverpool’ a da 8 yıl..
ölenler mi?
tabii ki geri gelmemiş..





Atomium’ u gördük sonra..
50’ lı yıllarda Expo fuarı için yapılmış..
yüksekliği 102 metre..
atomun 165 milyon kere büyütülmüş haliymiş..
9 küre birleştirilmiş,
kürelerin içine de yeme içme mekanları yerleştirilmiş..
artık Brüksel’ de modern mimarinin simgesi gibi bir şeymiş..
eh, peki dedik,
ilerledik..
geldik eski şehrin meydanına..
binaların yüksekliği ve güzelliği göz kamaştıracak boyutlarda..
her katı, her noktası ayrı ayrı işlenmiş,
heykeller yerleştirilmiş,
o heybetli görünüm bilinçli olarak verilmiş..
o günlerin koşullarında inanılmaz bir emekle korkunç bir sabırla bu binalar yapılabilmiş..






bol bol “ vay bee” çektik,
etkilendik,
eonra bizdeki Kumkapı-Çiçek Pasajı tarzı mekanların olduğu dar sokaklarda ilerledik.
bir de gaylar festivaline denk gelmişiz,
defalarca tuhaf makyajlı ve etrafa sataşan bol içki içmiş ilginç tiple gözgöze geldik..
bazı ünlü mekanlar hakkında da bilgi edindik..
Leon bunlardan biri..
tüm Avrupa’ ya yayılmış ama Brüksel asıl doğum yeri..
fakat daha çok Fransa’ da faaliyet gösteriyor..
9 şubesi oradaymış galiba..
biz ancak Champs Elysees’ dekini görme şerefine nail olabildik daha..
çok pahalı filan değil ama meşhur işte..

midyeden envai çeşit yemek yapıyorlar..
en önemlisi çorba türü bir şey ama midyeler içine kabuğuyla atılıyor..
ben güvenip yemedim..
yakınlarımızdakilerden yiyeni de görmedim..

zaten midye Belçikalıların bayağı önemli bi şeyi..
patates kızartması da bir diğeri..
ilginç soslarıyla yaptıkları patatesleri elde yenebilecek şekilde sunup satıyorlar,
millet de elinde patates ve bira eşliğinde Brüksel sokaklarında gezebilmek için uzun kuyruklar oluşturuyor..
bu patates olayından biz de nasiplendik tabii :)
Avrupa Birliği binalarının olduğu bölümü de görüp otele gittik…
feci yorgun olduğumuzdan tekrar şehre inemedik..
yemeği otelde yiyip BBC’ den Eurovision’ un bir kısmını – sonunu –izledik..
( türk heryerde türktür evet, zaten diğer TV kanallarında izlenebilecek düzgün bir alternatif de yoktu pek )
ben Norveç’ in şarkısını henüz Türkiye’ deyken dinleyip ayakta alkışlamıştım..
dünyanın en güzel şarkısı değil belki ama bir an için bende o hissi yaratmıştı.
( evet hem de bunu bir Eurovision şarkısı başarmıştı. )

sonraki durak bir masal şehriydi: Brugge..
ortaçağ’ ın masalsı zamanlarından fırlamış,
hiç bozulmamış,
deforme olmamış,
çikolatamsı güzellik..
daha In Brugge filmini izlerken vurulup aşık olduğum minik sihir..
belki de dünyanın en iyi korunmuş yeri.
iyi ki de korunmuş yeri.
küçük bir göl üzerine yapılmış güzel bir köprüden geçerek giriyorsunuz şehre..
yeşil alanlar, yürüyüş parkurları ve bisiklet yolları karşılıyor sizi.
şehrin meydanına doğru faytonlarla buluşuyorsunuz.
her yeri kaplayan su kanalları,
üzerlerinde minik köprüler,
teknelerle müthiş keyifli gezintiler..
ve evler evler evler..
her biri şekerlemeden yapılmışçasına size göz kırpan,
belki de dünyanın en eski ve en güzel evleri..







meydanda yine görkemli birkaç yapı ve görkemli bir kule..
yani Belfry Tower..
bu kuleye tırmanıp tüm şehri görebiliyorsunuz..
hatta uzaktaki yel değirmenlerini bile..
bir de pencerelerinde, o istikamette yer alan şehirlerin yeri ok ile kazınmış biçimde gösteriliyor,
yanında da örneğin Paris 180 km vb biçiminde ibareler yer alıyor..
88 metre yüksekliğindeki bu kuleye girişte epey bir sıra bekliyorsunuz,
tırmanırken 2 kişinin yan yana geçemeyeceği daracık dönen merdivenleri kullanıyorsunuz
ve epey yoruluyorsunuz,
ama yine de değiyor işte.
avrupa’ nın bu müthiş şehrine bir de şöyle tepeden bakma fırsatı buluyorsunuz..
ayrıca In Brugge filmini izlediyseniz,
oradaki önemli sahnelerin bu daracık merdivenlerde nasıl çekilebildiğine kafa yoruyor,
biraz da filmden şeker enstantaneler hatırlayıp gülebiliyorsunuz..






aşağı inip şehrin sokaklarını turladığınızda çikolata, patates kızartması ve bira kokularını sıkça duyuyorsunuz..
ayrıca danteli meşhur olan bu şehrin minik dantel satan dükkanlarında,
dantelden hiç hoşlanmayanların bile bayılabileceği bir çok obje görebiliyorsunuz.
ve bütçeniz doğrultusunda bunlardan birkaçını kapıp hediye olarak yanınızda götürebiliyorsunuz..
biz pek dantel düşkünü olmadığımız için kısıtlı zamanımızda önceliği çikolatacılara verdik :)
Leonidas adındaki epey meşhur bir çikolatacıdan bi şiyler yüklendik..
sonra da meşhur Brugge birası eşliğinde patates kızartması
ve şimdi ismini hatırlayamadığım ilginç bir et yemeği yedik..
kalan zamanımızda da kuzeyin Venedik’ i denilen bu müthiş yerin büyülü sokaklarını gezdik..
tabii ki yetinemedik..
tabii ki biz bu masala doyduk diyemedik..
fakat bizi bu üzüntülerden
ve şehirden ayrılmanın kederinden sıyıran bir bahanemiz vardı,
birkaç saat içinde Paris’ a gidecektik..