15.12.2009

otomobillll uçarrrrrr giderrrr...


bu aralar benden bir şeyler duymak için uzun beklemek zorunda olduğunuzu biliyorum,
ama yazılarımı aralıklı olarak yayınlayabilmemin de sizin bildiğiniz " major " sebepleri var.
büyük bölümü,
yaşamımla ilgili radikal değişikliklere gitmem yüzünden..
daha önce bahsettiğim gibi uzuuun uğraşlardan sonra kendime istediğim gibi,
en azından belirdiğim çerçeveler içinde bir ev aldım.

evet gırtlağıma kadar borca battım ama geçen yıl da bundan daha iyi durumda sayılmazdım.
" en azından kendi mülküme ödeyeceğim " diye avunmalardayım.

gözlerimin çevresine bol bol mor halkalar yerleşti ve yaşlandım.
tüm bu gidiş gelişler sırasında çok yıprandım.
çünkü uzun zaman boyunca kafamda hep bir şeylerin muhakemesini yapmak ve irili ufaklı kararlar almak zorundaydım.

çoğunu çözmüş ama biriyle başa çıkamamıştım.
artık şehrin merkezinden biraz uzakta oturacaktım
ve burada toplu taşımanın da pek öyle muhteşem olduğu söylenemezdi!
beni işe nispeten rahat gitmem için bekleyen bir takım araçlara nasıl ulaşacaktım?

2 yıldır sabah akşam 25 dk yol yürümekten,
bunu yapamadığımdaysa taksiye tonlarca para vermekten bıkmıştım.
nasıl olsa birileri hayat inşa etme çalışmaları içinde olduğumu biliyordu,
bu yüzden herkesçe malum olduğu üzere parasızdım,
dolayısıyla daha fazla rezil olmanın bir yolu yoktu.
böylece ben de daha fazlasını nasıl isteyeceğimi araştırdım
ve bir araba almakta karar kıldım.

tabii ki paranın kaynağı ben değildim,
ama sonunda ben,sevdicek ve minik kedimizden oluşan çekirdek ailemize bir otomobil kazandırmayı başardım.
evet biraz yalvardım/zorlandım falan ama zaten işler çoktan çıldırmıştı.
ve ben daha fazlasına hazırdım.

küçük, 2. el, ucuz bi arabamız var artık.
sadece temiz ve işimizi görüyor.
bizim için minimum gerekliliği yerine getiriyor.
işe ve sağa sola ve heryere gitmemize yardımcı oluyor.
en azından,
" otobüse kadar, markete kadar, vapura kadar " vs nasıl gideceğini düşünmüyorsun.
bir noktadan sonra toplu taşımayı kullanacaksan bile,
" hmm tamam arabayı otobüs durağının oraya bırakırım " tarzı pratik planlar yapabiliyorsun.
ve İstanbul'da küçük, eski ve gösterişsiz olsa bile,
kendine ait dört tekerleğin olmasının şart olduğunu daha iyi anlıyorsun.

hele evleninceye kadar babanın arabasından poponu indirip otobüsle bir yere adım atmamış bir insansan.
ve evlendiğinden beri taksilere maaşının yarısını ödüyorsan.
bir gün yeter diyorsun ve bir araba alıyorsun.

biz de öyle yaptık.
2004 model bi Chevrolet Kalos aldık.
kırmızı,
65.000' de.
klimalı.
çift hava yastıklı.
aile arabası,
içi temiz, servis bakımlı :)))

ilan gibi konuştuğumu biliyorum ama uzun zaman boyunca hayatım sadece ev ve araba ilanlarıydı.
işte size bizim ufaklığın temsili bi fotoğrafı.
( şu an uygun bi resim bulamadım, araba bunun kırmızısı )








Allah borçlarımızı bitirmeyi nasip eder de bize arabamızla tatillere gittiğimizi gösterir,
biz de o tatillerde çektiğimiz orjinal resimleri ekleriz inşalahhhhhh..
Aminnnn..
ama siz şimdilik internetten aceleyle bulduğum bu fotoğrafla idare edin..

ve gelin bana,
baktıkça başımı ağrıtan tüm bu masrafların altından nasıl kalkacağımın ipucunu verin..





24.11.2009

zahir..


iyi bir yalan söyleyebilmek bir erdem midir bilmiyorum.
sıradan bir yalan değil.
başı, sonu, kapsamı ve detayları iyice düşünülmüş,
zemini güzelce hazırlanıp tertemiz bir kilim gibi insanların basıp geçecekleri yere usulca serilmiş bir yalan.
etraftaki insanların mutluluğunu ve huzurunu temine yarayan bir yalan.
belki de böylesini söylemek bir meziyettir..

ama ben yalanın hiçbir türlüsünü sevemiyorum.
salt dürüstlüğü ve sert gerçekleri istiyorum.
suratımda tokat gibi patlayacaklarını bilsem bile.
sarsılıp sendelemekten, nefessiz kalacak kadar incinmekten ölümüne korksam bile.
koruyucu yalanlardan hele, özellikle nefret ediyorum.
beni korunup kollanacak bir varlık gibi görenlere:
-beni korumayın, bunu illa yapacaksanız da yalanlarla yapmayın, demek istiyorum.

şunu iyi biliyorum:
bir kısmımız inkar etse de hepimiz sevilme isteğiyle dünyaya geliriz.
bu istek gelir hayatımızın belli bölümlerinde boğazımıza dayanır.
yutkunamadığımız için boğazımızdan aşağı 1 yudum içki yuvarlarız
ve bu içkinin adı çoğunlukla yalandır.

insanları sevme sebebimiz bile çoğu zaman sevilme isteği değil midir?
bir kısmımız bunu da inkar eder.
" benimki beklentisiz sevgi " der.
" sırf o mutlu olacaksa hayatından çeker giderim, onun beni sevmemesinden değil mutsuz olmasından korkarım " der.
edebiyat iyi güzel,
ama hayatımızın kenar süsü de değil.
işte böyle gereksiz edebiyat parçalamak da bence çoğunlukla sakil duruyor.

açıkça: sevilmek istiyoruz.
sevilme isteğiyle yanıp tutuşuyoruz.
" gerçek fedakarlık " diye yutturmaya çalıştıklarımızın,
" karşılıksız iyilik " gibi göstermeye çalıştıklarımızın sonucunda,
herkesin,
" vay be ne asalet! " demesini bekliyoruz.
karşımızdakinin hatasını! anlayıp,
" ben senin yüce gönüllülüğünü nasıl fark edememişim "
diyerek kollarımıza atılmasını kurgulamıyor muyuz?

küçük beyinlerimizde hazırladığımız masum tuzaklar,
aslında sandığımız kadar gizil değil.
şimdi ben ne yapayım sana göre beyninin kuytusu olması gereken yer,
bana apaçıksa!

işte bu minik sevilme çırpınmaları arasında dudaklardan dökülüveren
" ben seni korumak için yalan söyledim " safsatalarının ruhu,
gözüme daha en baştan düşük görünüyor..

bir şeyleri benden saklayarak borsa değerinizi arttırmanıza olanak yok,
çünkü ben zihninizin arkasını okuyabiliyorum.
bu yazının düşündüreceğinin aksine,
belki de kendime en alengirli yalanları ben söylediğim için,
arkamdan dolaşmaya cüret edenlere kaplan kesiliyorum.
derhal kendi sınırlarınızın arkasına çekilin yoksa en kanlı şekilde geri püskürtüleceksiniz diyen bir komutan olmak istiyorum.

en korktuğum ve pişmanlık duyduğum yalanları zaten uzun zaman önce bizzat söylemişken,
yenilerini üretmeye ağzını açanların hayatımın köşe başlarına düşman askerlerini yerleştirdiğini,
yarattıkları pusun ardından bile seçebiliyorum.
" geldikleri gibi giderler! " diyecek kadar dağ gibi olabilecek miyim,
bir tek onu bilmiyorum..



18.11.2009

döndüm..


neye döndün, nereden ve neden döndün derseniz,
cevabı bulacak durumda değilim.
belki de tek bir şeye döndüm: aptala.

öyle bir koşuturmacadır gitti ki aylardır,
kendimi bilmez bir haldeydim çoğu anında.
aradım, buldum, sonra kaybedip tekrar buldum,
defalarca gittim-geldim-söyledim-dinledim-dinlemedim
ve kerelerce döndüm durdum kendi etrafımda.

ilk gençlikten beri boşuna söylemiyorum,
evlilik zor,
sorumluluklar,
ev almak,
araba almak,
çoluk çocuk bunlar insanı kasar-gerer-sarar-esnetir-zorlar diye.

evet bunları söylüyorum,
ama zamanla her birinin içine yavaşça dalmaktan da geri kalmıyorum.
önce evlenmeyi denedim.
uzun zaman sevmiş olmama,
yaşanmışlıklarıma güvendim.
şu ana kadar geri döndürülmez şekilde " ne yaptım ben! " demedim.
- çok şükür –
galiba iyi gittim,
en azından fena değildim,
idare ettim.

ve kendime atlanacak yeni bir level icat ettim:
ev almaya karar verdim.
hem de ne uğruna?
ablan almış sen de alsan mı? biçiminde dillendirilmiş,
öylesine bir cümlenin peşine takılıp gitmek uğruna.
yani aslında kendim bile karar vermedim.

bu işin içine itildim,
ama " istersen çık " dediklerinde de verdiğim emeklere yazık etmek istemedim.
basıp gidemedim.
5-10 günde hallederim dediğim şey,
haftalara, hatta aylara sarktı.
ama elimde 15 gün öncesine kadar ne vardı?
bolca yorgunluk ve koskoca bir hiç.

günler bu minvalde,
ev arama derdinde geçerken,
gittiğim son emlakçı da artık " sizin istediğiniz kriterlerde ev bulamıyoruz hanımefendi! " diyip bana kapıyı göstermişken,
elimizde kalmış son bir ev broşürüne bakıp,
cebimizdeki son parayla bir taksiye atlayıp,
güneşin batmasına dakikalar kala son bir nefesle “ o” evi görmeye gittik.

aylardır ev aramanın yorgunluğundan mıydı,
gerçekten sevilmeye değer olduğundan mı bilinmez,
evimize anında ısındık.
şöyle bir alacakaranlıkta göz attığımız ev için,
bizim için yüklü miktarda sayılabilecek bir kredi aldık.
yıllar, yıllar, yıllar sonrası için bile borçlandık.

evim oldu diye sevinirken,
senelerime ipotek koydurmanın verdiği ağırlık içimdeki yaşama sevincinin bir kısmını aldı.
" kira ödeyecektin zaten kızım! " tesellilerine sarınmak epey zamanımı aldı.

evet " merkezden " biraz uzaklaşacak,
işe gidip gelmekte eskisine oranla biraz daha zorlanacaktık,
ama sonuçta kiradan kurtulacaktık.
bu da az şey değildi.

5 Kasım’ da evimizin tapusunu üzerime aldım
ama hala yeni evimizde yaşamaya başlayamadık.
toplanma - nakliyeci ayarlama vs işlerini ayarlayıp evden çıkmamız ayın 14’ ünü yani bu cumartesiyi buldu.
3 gündür de bilfiil yerleşmeye uğraşıyoruz.

" 1 günde yerleşirim ben! " derken,
aklıma gelen gelmeyen binlerce minik iş çıktı,
hala işler rayına oturmadı,
annemlerde kalıyoruz,
işe oradan gidip geliyoruz,
boş kalan her anımızda da “ kendi evimize “ fırlayıp düzenimizi kurmaya çalışıyoruz.
elekriği, suyu, doğalgazı, Digitürk’ ü, hepsi ayrı ayrı o kadar vaktimizi aldı ki,
önce hangi “ daireye “ gitmiştik,
neyi kapattırmış neyi açtırmıştık,
nereye borcumuz vardı artık hatırlamıyoruz.
her gün 3-4 yere bölünüyor işlerimizi halletmeye çalışıyoruz.

henüz doğalgaz açılmadı,
Digitürk’ te problem var ve eşyaları kutularından çıkartıp yerlerine yerleştirmek için büyük çaba sarf ediyoruz.
evet benim karakterime uygun değil bunlar ve zorlanıyorum.
ama bir taraftan da kendimi " bir şeyler başarıyorsun işte kızım! “ diye avutuyorum.
değip değmeyeceğini henüz bilmiyorum
ama her şeye rağmen yeni bir şeylere başlayacak olmanın heyecanını içimde duyuyorum…

4.10.2009

Gossip Girl ve Amerikan Gençliğinin Bitmez Sorunları...


selam mesaj kaygılı okur.
gözlerinin zarif satırlarımın üzerinde gezinmeye başladığı şu andan itibaren,
artık benim sayfamdasın ve günlük dertlerinin dışındasın.
şimdi kiranı, arabanı, çocuğunu kısacası bilimum sıkıntını bir kenara bırak
ve senin için burada yarattığım pespembe dünyaya akmaya bak.

böyle olabilirdi sayfamın açılışı ve içeriği.
bunları bana düşündürense gossip girl’ den başkası değil tabi.
yayınlandığı ilk günden beri çevremdekiler tarafından şişim şişirilmiş,
aylarca cnbc-e tarafından tekrar tekrar ve tekrar verilmiş,
gazetelerde ve hatta ciddi köşelerde filan kendisinden bahsedilmiş bir dizi olmasına rağmen,
bendeniz bu diziyi hala! izle(ye)memiştim saygıdeğer okur.

velakin Prison Break’ imin üzücü-ağlatıcı bir sonla adeta bir hayın gibi,
zalım gibi bitmesi,
Lost denen über yapımın tam bir sinsi gibi uzuuuun aralar vermesi
ve Türk tivilerinin bize " seyredecek şey " diye eli yüzü düzgün bir şey sunmayı bilmemesi,
beni yepyeni diziler bulma yoluna itti.
ha diyeceksin dizi seyretmesen ölecek misin,
ölmeyeceğim tabi ama,
herkesin 4.-5. sezonunu izlediği
ve ABD’ de yeni bölümü yayınlasa da ertesi gün netten indirip izlesem diye beklediği,
kısacası ömrünü vakfettiği dizileri,
DVD seti halinde 3-4 sezonu birden kapsayacak şekilde almanın,
birkaç bölüm sonra manyağı olmanın,
sabahlara kadar ard arda tüm bölümleri izlemenin güzelliğini ancak yaşayan bilir canım okur!

mesela bugün bile,
hatta belki şu an biz sizinle bunları konuşurken bile,
dünyanın bizim bilmediğimiz bir yerinde
bir kişi heyecandan elleri titreyerek Lost’ un ilk sezon ilk bölümünü içeren DVD’ yi playerına doğru yavaşça itti.
CD’ nin okunduğuna dair o meşum ses hoparlöründen yükseldi.
ve o kişi bugüne kadar adını çok duyduğu ancak izleme şerefine ancak nail olduğu Lost’ un,
karmaşık ve zeka dolu dünyasına girdi.

şimdi önünde 2 yol belirecek.
1-) bu ne be bi şey anlaşılmıo bundan, saçma sapan bi dizi bence yeaa diyip kalan bölümleri elinin tersiyle itecek,
2-) Allahım bu ne? Nasıl bir şeyin içine çekiliyorum ben, neden gözlerim birer çizgi halini aldı ve etraflarında mor halkalar var? diyerek,
günlerini hatta gecelerini bu yorucu ama zevk ve eğlence dolu serüveni yaşayarak geçirecek.


peki bir düşünün,
bu gencecik yürek,
bu talihsiz beşer,
en geç 2 hafta içinde 5 sezonu bitirip,
yeni bir bölüm için 5-6 ay beklemesi gerektiğini öğrendiğinde,
kendisini nasıl teskin edecek?

bir süre belki başka uğraşlarla oyalanabileceğini zannedecek.
ama damarları, kasları, beyninin bütün kıvrımları adeta bir bağımlı gibi,
o 2 hafta boyunca yaşadığı zevki,
heyecanı,
bağlılığı geri isteyecek.

bu sefer damardan Prison Break vermeye başlayacak kendine,
sonra zevkine göre artık Heroes, 24,
ne bulursa onu zerk edecek.
İşte belki o zaman,
o da beni anlayabilecek.

çünkü ben bu yollardan geçtim sevgili okurlar,
okul önlerine konuşlanmış torbacılar misali,
acımasızca bana bu CD’leri sunan arkadaşlar tarafından
bu zıkkıma deli gibi alıştırıldım.
ve artık çok mecbur kalmadıkça TV izleyemiyorum.
çünkü artık reklamlara
ya da yeni bölüm için bir hafta sonrayı beklemelere dayanamıyorum.
dolayısıyla akşamları boş kaldığım o az miktardaki kıymetli dakikalarda,
izleyecek bir şey bulamıyorum.

bu durumda bir dükkanın kapısından girip,
" sizde popüler dizilerden hangileri var, tavsiye edebilir misiniz? " demekten başka çare kalmıyor geriye.

şimdi ortalık bulutlanıyor..
geçen haftaya dönüyorum..
yine buna benzer bir " yoksunluk " günü yaşıyorum.
bir an satıcıyla konuşuyorum,
bir an sonra kendimi elimde bir poşet içinde
House ve Gossip Girl’ ün ilk sezonları ile kapıdan çıkarken buluyorum.

bayram tatili de araya girince sağda solda görüp merak ettiğim bu 2 diziyle de tanışma fırsatına sahip oluyorum.
House ile başlıyorum.
ancak House sevdicek tarafından da merak edildiğinden
ve bu nedenle her bölümü beraberce izlememiz gerektiğinden,
House konusunda daha yavaş ilerleyebiliyorum.
ilk sezondan 5 bölüm izliyorum ve
bu 5 bölümün beni hayran bırakmaya çoktan yettiğini anlıyorum.
Hugh Laurie diyorum,
muhteşem oyunculuk ( 2 altın küre ödülü / 1 emmy adaylığı ) diyorum,
zeka dolu mükemmel vaka çözümlemeleri diyorum,
süper kaliteli çekimler,
inanılmaz renk/resim seçimleri
ve başarılı yan karakterler diyorum,
doktorun House olacaksa dahi,
Allah kimseyi hastahaneye düşürmesin diyorum başka da bir şey demiyorum.
ve diziyi izledikçe daha ayrıntılı yorumlar yapma hakkımı sonrası için saklayarak,
sevgili Gossip Girl’ e geçiyorum.

öncelike şunu söylemek istiyorum:
Gossip Girl genel hatlarıyla bir kız dizisi.
izleyen erkeklere saygım sonsuz hatta kanka olmak isterim kendileriyle ama ortalama Türk erkeğine hitap etmeyecek gibi.
o yüzden bu diziyi sevdicekten daha olayın başında izole ettim.
o evde yokken ya da başka odalarla başka şeylerle meşgulken,
tamamen kendi başıma izledim.
konusuna ve atmosferine değineceğim ama belki sonda söylemem gereken şeyi şimdi söyleyeceğim:
90’ larda genç olan kalabalık bir kuşak olarak,
böyle diziler izlemeye ihtiyacımız var bizim.
her daim böyle bir dizimiz kenarda bulunmalı.
kafa yormamalı, sıkmamalı, aklımıza takılmamalı.
ama orada olmalı.
bizim canımız istediğinde izlememiz için sessiz sedasız yayınlanmalı.

çünkü biz alıştırıldık!
neye mi?
Amerika’ nın çok bi zengin ve rahat ailelerinin çocuklarının,
" ne yapsak, kendimize nasıl bir dert yaratsak " dercesine,
sıkılıp sıkılıp çeşitli mecralara aktıkları,
durduk yerde başlarını en olmayacak dertlere soktukları,
kimin elinin kimin cebinde olduğunun belli olmadığı,
ancak döndürülen entrikalar ve çevrilen dolaplar ne denli kirli olursa olsun,
finalde herkesin muhteşem müzikler eşliğinde sarılıp barıştığı dizilere,
küçük yaştan itibaren fena halde alıştırıldık!
ilk " Evimiz Hollywood’ da " ile başladık.
ki bu körpe beyinler için sert bir başlangıç sayılırdı.

annelerimiz babalarımız bize " sen hayatı bilmiyorsun, masumsun, hayat kötü acı şöyle böyle "
gibi öğütlemelere girişirken,
biz çoktan çarpık ilişkileri,
aşırılıkları ve tuhaflıkları tanımıştık.
ve hayatın kötü yüzünü epey tanımış sayıldık.
çünkü örneğin bu dizide,
çok yakın arkadaşız kankayız diyen insanların birbiriyle yatıp kalkmasında kimse bir beis görmüyordu.
ya da 17’ sinde bir çocuk,

eve geldiğinde annesini yatakta bi adamla basabiliyordu
ama gidip bileklerini filan kesmiyordu.
okullardan atılınabiliniyor,
ailenin mal varlığı umarsızca etrafa savrulabiliyor,
trafik kazaları-ölümler-yangınlar-ihanetler gündelik hayatın basit parçaları haline gelebiliyordu.
özünde her şey hafif, tatlı ve uçucuydu.
önemli olan en iyi sevgiliye ve en flaş ilişkiye sahip olmaktı.
diğer insan ilişkileri nasıl olsa halledilirdi.

ardından dünyamıza psikoloji bozma ustası Dawson’s Creek girdi.
bunlar da gençti,
bunlar da güzeldi.
bunların da dertleri hemen hemen aynıydı ama,
bu dizide bazen,
15-16 yaşında karakterlerden, ancak hayatın sırrına ermiş bilgelerin kurabileceği cümleler duyabilirdiniz.
tüm bu bilmiş bilmiş konuşmalarına karşın,
bunlar da ilişkilerini ve " ne hissettiklerini "
- Allahım bitmezdi o ne hissettikleri –
bir türlü çözemezlerdi.
giderler, gelirler,
birbirleriyle " bir gece geçirirler "
sonra uzaklara gidip,
tekrar gelip,
eski sevgilileriyle bir tur daha döner,
ama hala ne hissettiklerini tam bilemezlerdi.

burada bir Joey kişisi vardı ki ayrıca değinmek isterim.
dizideki tüm erkekleri sırayla kanser etti.
peşinden koşturma taktikleri diye bir ders verse kimse " hangi sıfatla? " diyemezdi.
ama tüm bu aşk oyunlarını öyle masum bir yüz ifadesiyle,
öyle bir kafası karışık ama aslında çok bi zeki,
en bi Harvardlara, en bi Yale’ lere, en bi Parislere yakışacak kız havasında gerçekleştirirdi ki,
hepimize hem kendini sevdirir,
kendine asla " hafif kadın " kafası vermez,
ama bu arada beğendiği kim varsa götürür
ve her bölüm bize " acaba kimi seçecek canımız ciğerimiz biricik Joey’ imiz " dedirtirdi.
neyse ki o günlerin cezasını,
gerçek hayatta Tom Cruise ile evlenerek çekti.
bana olan borcunu da verdiği engin taktiklerle ödedi.
bunların zararsız bir kaçını hayatımın gereken bölümlerinde kullandım
ve yararlandım.
bu yüzden kendisine teşekkürlerimi sunarım.

ardından hayatımıza The O.C girdi.
yine zengin mekanlar,
yakışıklı erkekler,
güzel kızlar,
ergen sorunları ve entrikalar vardı.
bunlara ek olarak fonda her zaman mükemmel
ama gerçekten mükemmel müzikler vardı.
Marissa’ sı, Ryan’ ı, Summer’ ı, Cohen’ i derken bu dizinin de birkaç sezon sonra sayfası kapandı.

bu dizilerin en önemli ortak noktası sürekli aşk üçgenlerinin-dörtgenlerinin oluşturulmasıydı.
90210’ da Brenda-Kelly-Dylan,
Dawson’s Creek’ de Joey-Dawson-Pacey
The O.C’ de Marissa-Ryan ve bunların çıktığı bilimum karakterler bu görevi sırtlandı.
O.C’ nin bitmesinin ardındansa kuşağımızın bu anlamda düştüğü ciddi bir boşluk vardı.

ve tüm bu dizilerde yer alan klişeler birleştirilip,
üzerine Sex and The City’ nin teenage versiyonu tozu eklenince,
yani kıyafetler ve mekanlar update edilip,
Gucci, Armani, Prada gibi markalar,
votkalar, martiniler ve ultra lüx partiler aralara serpiştirilince,
ortaya izlenme garantili kremalı pastamsı bir dizi çıktı:
Gossip Girl.

burada da çok zengin çok güzel 2 esas kız var.
Blair ve Serena.
pek zengin pek yakışıklı 2 esas erkek var
Nate ve Chuck.
bir de olaya dışarıdan dahil olmaya çalışan,
ne çok zengin ne de çok güzel olmayan,
aslında sadece sıkıcı olan 2 kardeş var ki,
biri erkek biri dişi:
Jenny ve Dan Humprey.


çok zengin çok güzel kızımız Serena,
parti kızı tadında yaşadığı

ve kendini tamamen kaybettiği birkaç yıllık periyodun ardından,
sarhoş olduğu bir gece en yakın arkadaşı Blair’ in sevgilisi Nate’ le sevişmiştir
- bak bak bak –
bu olayın üzerine birkaç ay şehri terk etmiş,
sonra pişmanlığını yanına alıp cici kız havalarında geri dönmüştür
gelir gelmez hiç de çarpıcı bi yönü olmayan Dan kişisine aşık olmuştur.
bunlar sevgili olurlar ki zaten Dan Serena’ yı yıllardır uzaktan ve küçük Emrah tadında sevmektedir.
Dan ve Serena mutludur ama Blair mutsuzdur,
aldatılmıştır,
en yakın arkadaşı ona kazık atmıştır,
esas oğlan Nate ise hem Blair’ i kaybetmiş,
hem ailesinin ekonomik sorunlarıyla yüzleşmiştir.

bu arada " pure evil " Chuck Bass de Nate’ in kankasıdır.
kendisi sonsuz kötülüğü,

ilginç kıyafetleri ve her şeyiyle ayrıca takip edilecek müthiş bir kişidir.
zaten birkaç bölüm içinde Blair ile yatmakta bir beis görmeyecektir.

böylece kader ağlarını örer,
ortaya yeni aşk üçgenleri dörtgenleri getirilir
ama bu arada kimse birbiriyle tam olarak küsmez çünkü ana karakterlerin hala arkadaş kalması önemlidir.
bu gençlerin aileleri de sütten çıkmış ak kaşık değildir
ve hepsi ayrı entrika içinde ayrı fettanlık peşindedir.

böyle böyle Gossip Girl dünyasının içine girilir.
zaten ilk 10 dakikadan sonra dizinin notu verilmiştir.
hayatımıza yeni bir klişeler yumağı,
yeni bir " Amerikan gençliğinin bitmez sorunları serisi " girdiği bellidir.
bu sorunları izleyip çözmeye çalışırken sıkılmamamız için,
önümüze sürekli doğumgünleri,
yaza merhaba partileri,
yok efendim Noel,
sosyeteye kabul partisi gibi etkinlikler getirilir.

kızlar süslendikçe süslenir,
mekanlar ve müzikler güzelleştikçe güzelleşir,
aşklar,
yalanlar,
okul,
aile,
ilişkiler ve zenginlerin dayanılmaz acıları düzleminde,
" sırf kıyafetlere baksan yeter olm " mantığıyla bölümler ard arda izlenir.

bu dizi size bir şey vermeyecektir.
siz de bu diziye bir şey vermeyeceksinizdir.
dünyayı kurtarmadığınız ve sadece kafanızı boşaltmak istediğiniz zamanlarda,
boş gözlerle ve " vayy be ne biçim yaşıo insanlar " diye diye relax bi halde izleyeceksinizdir.

yine de hayatınızın bir köşesinde,
böyle bir diziye ihtiyaç duyduğunuzu bilirsiniz.
çünkü siz 90210’ ların gençliğisinizdir.

gerekli zamanlarda bir doz gossip Girl alır
ve hayatınıza devam edersiniz.

işte Gossip Girl böyle bir dizidir.

13.09.2009

arama ve yıpranma çalışmaları...


yine uzun bir ara yine ben diye özetleyebiliriz durumu ama
gerçekler pek de öyle değil aslında.
ciddi anlamda koşturuyor,
yıpranıyor ve devamlı bir şeylerle uğraşıyordum sevgili okur!

takip edenler anlamıştır.
biz öyle pek zengin insanlar değiliz.
( biz: sevdicek ve ben )
elimize geçen 3 kuruş parayı çatur çutur yemeyi de çok iyi biliriz.
gerektiğinde farklı renk ve ebattaki çeşit çeşit kredi kartlarımızdan " destek " istemekten de çekinmeyiz.
bu " biriktirememe " ve devamlı gereksiz harcama yapmalarımızdan mütevellit
ayrıca Atatürk’ ün dediği gibi " harcamalarımız çok olduğundan değil ancak gelir pek kısıtlı bulunduğundan "
maaşlarımıza bakıp bakıp " napıcaz şimdi biz " çekmişliğimiz çoktur.
bu üzüntümüzü unutmak için hemen dışarıdan bi yemek ısmarlayıp yeriz o ayrı!

sevdicek de dahil olmakla birlikte,
özellikle bendenizin böyle ufak harcamalarla bütün parayı bitirmeye müsait bir yapısı olmasından dolayı,
Allah Allah 2 yemek yedik 2 sinemaya gittik para bitti şeklinde aymaz cümleler ağzımızdan sıklıkla duyulabilir.
bu yüzden de hala kiracıyız.
hala derken, evet aslında sadece 1,5 yıllık evliyiz ama işte sonuçta " kiradayız "

sevdicek bu durumdan sık sık şikayet eder
ve " aşkım bu kadar para vereceğimize kiraya, üstüne bi 300-500 lira ekleyip mortgage olayına filan girsek ya " diye beni ayartmaya çalışırdı
fakat benim özgür ruhum kati suretle böyle bir zincirlenmeyi kabul etmez,
" ben deliyim, yarın kalkar istifa ederim, kalkar Ege’ ye yerleşirim, kirada olmak mobiliteyi arttırır,
kafan kızınca basar gidersin, ama bilmem kaç bin TL’ lik bi banka borcun varsa biraz zor gidersin "
diyerek ondan gelecek atakları savuştururdum.

ancak bu iş böyle gitmeyecekti canım okur.
gitmemeliydi.
kiraya verdiğimiz para az değildi ve bize göre mütemadiyen çöpe gitmekteydi.
bir ay çalışıp kazandığın paranın neredeyse yarısını gidip yabancı bir adamın eline tıkır tıkır saymak kolay değildi.
ben bu düşünceler arasında bocalarken,
önce kredi faizlerinin düşmesi,
sonra da ablamın ev alması ve bizi de ev almamız için sürekli teşvik etmesi bu konuyla ilgili bakış açımı tamamen değiştirdi.

kendi kendime,
belki biz de ödeyebiliriz dedim.
hem kalkıp gitmek istersek yine gideriz,
buradaki evi de kiraya veririz dedim
( bkz. doğmamış çocuğa don biçmek )

ve hummalı bir ev arayışına girdim.
önce Şişli sonra karşı tarafın gündeme gelmesiyle beraber,

İstanbul' un türlü semtlerinde bir sürü ev gezdim.
internetten belki binlercesini inceledim ama heyhat.
uğraşa uğraşa ancak ülkemizde evlerin çok pahalı olduğu bilgisini edinebildim.

yaşamak istediğiniz semtin yaşanabilecek gibi olan yerlerinde çok pahalı,
bodrum katı, yarı zemin, çatı katı yerlerinde biraz daha az pahalı,
ancak dış mahalleleri ve otoban kenarı vs benzeri muhitlerinde normal pahalı evler bulunabileceğini öğrendim.
( ucuz evler ise görülebileceği gibi İstanbul’ da yok. )

neyse günlerin gecelerin sonunda nihayet hem yerini hem içini beğendiğim bir ev bulabilmiştim.
Acıbadem’ in güzel bir sokağında,
3+1 ve içi sıfırlanmış bir daireyi kendi ödeyebileceğim sınırlar dahilinde alabilecektim.
evin tek kötülüğü en üst kat olmasıydı ama ne olabilirdi ki yani,
evi satan adamın dediğine göre çatı daha yeni 8.500 TL’ ye yenilenmişti.
istediğimiz çatıcıyı getirip baktırabilirdik.
yani hemen hemen her şey bitmişti.
artık krediye filan başvuracaktık ki aklımıza son adım olarak tapudan evi araştırmak geldi.
kat mülkiyetli filan olan muhteşem dairemizin projelerine bir baktık ki, ne görelim.
apartmanın o bölümü aslında sadece bir " müşterek çamaşırhaneden " ibaretti!
evet, gerçekte minicik bir bölüm olarak düşünülen çatı katı genişletilmiş,
teraslar falan kapatılmış,
içi de allanıp pullanarak 120 m2’lik güzel(!) bir daire haline getirilmişti.
ve neredeyse bize kakalanmak üzereydi!

kısacası son anda uçurumun kenarından döndük.
hoş zaten o eve kredi filan çıkmazdı ama banka ekspertiz raporunu sununcaya kadar günlerce bekleyecektik
ve kredi çıkmasa bile bankaya belli bir ekspertiz ücretini ( yk 500 TL ) takdim edecektik.
harcadığımız zaman ve para midemize bir taş gibi oturacaktı ve elde sıfırla kalacaktık.

şimdi ne oldu?
yine elimizde sıfırla kalakaldık çünkü istediğimiz muhitlerde uygun fiyatlı başka bir daire henüz bulamadık.
internet emlakçılar filan ilan kaynıyor ama biz bir türlü " budur " diyemiyoruz.
anlayacağınız uğraşıyoruz,
haftasonlarını sokak sokak gezmekle geçiriyoruz,
birbirimize beğendirmeye çalıştığımız evler yüzünden sürekli kavga ediyoruz
dolayısıyla huzursuzuz ve yorgunuz.

" kolay değil, ev alacaksınız, öyle hemen olmaz bu işler " diyenler eşliğinde işi biraz rölantiye aldık.
yağmurlar da hevesimi iyice kırdı zaten.
kış iyiden iyiye başlarsa ( ki bu benim için havanın sadece birkaç derece daha soğuması demek )
bu işi bir dahaki yıla bile bırakabilirim.
o zamana kadar da bu işten iyice soğumuş olabilirim.
ya da bu kadar uzun sürede işimi filan kaybedip hiç ödeme yapamayacak hale gelebilirim.

dün gece bu düşüncelerle kendimi üzüntüden üzüntüye sürükledim.
ve kendime hayatım boyunca bir ev alamayacağımı,
çünkü bunun için yeterli inanç ve sabır duygusuna sahip olmadığımı söyledim.
kendi kendime ruhumu kötüledim.
kısacası mutsuz oldum ve bu işe biraz ara verdim diyelim.

ama tabii ki bu süre içinde tüm bu olaylar oluyor diye sinema zevkimden tamamen vazgeçmedim.
üzerlerinden epey geçti ama benim ancak bahsedebileceğim 2 filmi sinemada izlemeyi başarabildim:
Kızkardeşimin Hikayesi ve Soysuzlar Çetesi.

genel anlamda bakarsak,
kanserli bir kızın ve onun ailesinin bu müthiş zor hastalıkla savaşta yaşadıklarının konu alındığı bir film olarak niteleyebileceğimiz Kızkardeşimin Hikayesi için ben ancak “ bitirici “ diyebilirim.
ve kalbi zayıf olanların,
çocuğu veya kardeşi ölümcül hasta olanların asla seyretmemesi gerektiğini söyleyebilirim.
ben filmlerde kolay kolay ağlayabilen biri olmadığım için gözyaşı dökmedim ama
tüm salonun filmden resmen mahvolarak çıktığına şahitlik ettim.

Soysuzlar Çetesi ise benim için yine yalnızca çok büyük bir tatminden ibaretti diyebilirim.
bir Tarantino filmi izlemeye gittim.
izledim.
işte sinema budur dedim ve geldim.
o yüzden filmin zaten şimdiye kadar kesin duymuş olduğunuz konusundan bahsetmeyeceğim.
Pulp Fiction, Kill Bill gibi filmleriyle karşılaştırarak,
" şu daha iyiydi, bu daha kötüydü " çıkarsaması yapmaya çalışma aymazlığına da düşmeyeceğim.
sadece anlayabilecek olanlar gitsin ve seyretsin demekle yetineceğim.

ve huzurlarınızdan çekileceğim.



18.08.2009

var olmanın dayanılmaz ağırlığı..


sonsuza kadar yazabilen " yazıcılardan " olmak istiyorum ama nafile..
hayat izin vermiyor istediğim hiçbir şeyi gerçekleştirmeme.

uzun zamandır yazmayan birinin yeni yazısını bulup okudum bir süre önce.
ve dedim ki " yazıcı " olmak böyle bir şey işte.
kendime yazar diyemediğim için bu çirkin " yazıcı " kelimesini kullanıyorum.
aslında çeşitli imkanlar dahilinde gayet iyi bir yazar olacağıma inanıyorum.
( inanmak başlamanın yarısıdır.. başlamak bitirmenin şeysi.. bitirmek inanmanın.. hay bin kunduz! )

fark ettim ki,
küçüklüğümde,
üstelik kimse bana böyle yapmamı söylemişken,
kendime minik defterler edinip,
aklıma her geleni her an yazmaya başladığımdan
ve çantamda kağıt kalem olmazsa yaşayamayacağımı anladığımdan beri,
içimde hep " yazarak yaşayabileceğime dair " güzel bir umutla yaşıyorum..

safça görünebilir ama ben hayatımı yazı yazarak idame ettirebilmek istiyorum.
ille de " romancılık " değil üstelik,
okunanlardan olacağıma inansam köşe yazarlığına da tavım.
" her blogcunun rüyası " safsatalarıyla sizi boğmayacağım ama,
ciddi söylüyorum,
ben “normal” hayata asla uyum sağlayamayacağını anlamış,
ancak normlar dışında kaldığını baştan kabul ettiği tarzda bir yaşama kavuşmasının da neredeyse imkansız olduğunun ayrımına varmış,
bu nedenle günlük rutini içinde yapmak zorunda kaldığı her şeyi (neredeyse) ağlayarak karşılayan bir insanım.

erken kalkmak,
aynı işe gitmek,
aynı insanları görmek,
aynı trafikte sürünmek,
aynı " para işleriyle " uğraşıp hiçbir şey ama hiçbir şey yaratmadan her gün saatlerce çalışmak,
aynı şehirde yaşamak
ve en önemlisi " düzenli " tabir ettiğimiz yaşamın ezici silindirleri arasında kalmak beni hep boğdu!
hep de boğacak.

işte bana göre diğer insanlardan ayrıldığım nokta bu.
herkes üniversiteyi bitirdiğinde biraz afallar,
iş yaşamına alışamaz,
erken kalkmak istemez,
şirket sorumluluklarıyla baş edemez vs vs ama bu semptomlar bir süre sonra "geçer".
hafif bir pazartesi sendromu
ya da gün içi bir takım stresler eşliğinde bunalmalar baki kalsa da,
hayatın " işte böyle bir şey " olduğu kanıksanır.
hele bir de " evlenmelerden " filan sonra,
serzenişte bulunmak artık " hadi canım! " dır,
ayıptır.

sorun şu:
ben bu noktada kalıyorum.
bu yüzden derdimi anlatamıyorum.
çünkü ben alışamıyorum.
"
koskoca evli barklı çalışan birey " kalıbına ruhumu sığdıramıyorum.
sığdıranlara imreniyorum ama ben yapamıyorum!
ben hala 27 yaşındayım,
hala içimde bitmeyen ateşlerle yanıyorum.
tanımak, keşfetmek, görmek,
her şeye yerinde ve yakından bakmak istiyorum.

" tatil " anlamında yaptığım,
şöööyle bir avrupa’ ya uzandık türündeki kısacık turlarla filan yetinemiyorum.
kendi yol haritamı yine benim belirlediğim,
herkesten farklı rotalara sapabildiğim göçebe bir hayat istiyorum.
ama laf olsun diye değil,
ben gerçekten ancak bu şekilde yaşayabileceğime inanıyorum.

rastgele bir yola çıktım diyelim.
yol üzerinde önüme çıkan minik bir yere,
ya da tam tersi kocaman bir şehre de aşık oldum.
işte ben, birkaç gün bir otelde filan kalıp,
içimde türlü yetinmezliklerle kısıtlı bir zaman sonra oradan kopmak istemiyorum.
3 ay, 4 ay kalayım,
orada yaşamanın nasıl bir şey olduğunu tamamen anlayayım istiyorum.
sonra yolculuğuma devam edeyim,
bazı duraklarda 1 gün,
bazı duraklarda belki 5 yıl kalayım,
ama bu “ kalmalar ” sadece ben orada olmayı sevdiğim için olsun,
istediğim her yerden istediğim an çekip gidebilecek sınırsız mobiliteye sahip olayım istiyorum.

sonsuz dolaşma özgürlüğü!
sonsuz istediğin yerde yaşama özgürlüğü!
sonsuz çekip gidebilme özgürlüğü!
ve bana bu özgürlüğü sağlayanın da yazılarım olmasını istiyorum.

lap top vasıtasıyla,
telefonla,
bunları bulamadığım yerde belki postayla,
yazılarımı yayınlanacakları yerlere ulaştırayım
ve kendi mutlu dünyamda yeni yazılar için doya doya yaşayarak yeni deneyimler biriktireyim istiyorum.
bir ofise ve belli çalışma saatlerine bağlı kalmadan,
Türkiye’ den, Avrupa’ dan, Amerika’ dan, Afrika’ dan,
gönlüm o anda nerede olmak istiyorsa oradan "bildireyim" istiyorum.

" hayat gibi " bilineyim,
vadilere sığmayan serin nehirlerin kıyılarında ferahlayarak geceleyeyim,
başımın üstünde gökyüzü,
binlerce yıldızı sayarak çimenlere uzanırken,
avucumda en sevdiğimin eli,
ertesi gün beni kim bilir nelerin beklediğini düşünmenin heyecanıyla uykuya dalayım istiyorum.

kesintisiz uykular,
kıpırtısız geceler kadar,
sabahlamalar,
tepinmeler,
bulantılar da istiyorum.

yaşamın kıyısında değil,
tam ortasında bulunup dilediğimce yaşarken,
içimden zaten kendiliğinden taşan yazılarımla mutlu mesut geçineyim,
en azından kendim için uydurduğum ve mutluluk diye tanımladığım bu duygunun sınırları içinde,
tüm dünya tek ülkeden ibaretmişçesine,
nefes nefese var olayım istiyorum..

bunlara ulaşamadığımı görerek geçirdiğim her gün ise,
üzülüyor,
bitiyor,
kahroluyorum.
mevcut koşullarıma alışamıyor,
"araya" kaynaşamıyor,
kaynaşanlarla anlaşamıyorum.

her gün,
beni kurtarıp isteklerime kavuşturacak kişiye ölene kadar minnettar kalacağıma söz veriyorum.
bir çıkış yolu bulmak için devamlı düşünerek küçük değerli gri beyin hücrelerime işkence ediyorum.
ve galiba gitgide daha mutsuz oluyorum..


9.08.2009

Yaşamın sürprizleri olmasaydı?


uzun zaman ve çok şey oldu.
mümkün mertebe özet geçmeye çalışacağım.

20 Temmuz' da sevdicek işten eve bir sürprizle döndü.
Zülfü Livaneli' nin dün akşam gerçekleştirdiği Harbiye Açıkhava' daki konserine biletlerle!
sevinmek ne kelime.
delirdim.
en çok sevdiğim insanlardan birinin kırk yılda bir rica minnet verdiği konserlerden birinin bileti sonunda elimdeydi işte.

dün akşam da konserde yerli yerimdeydim.
bütün gün yağmur yağdığı için iptal korkusundan karnıma ağrılar girse de,
konser gerçekleşti ve ben onu izleyen şanslı kitlenin içindeydim..
etkilendim..
mutlu oldum..
ağladım..
güldüm..
dopdolu bir 3 saat geçirdim.
kendi içime dönüp arındım, temizlendim.
bağıra çağıra şarkılar söyleyip,
binlerce insanın bunu benimle aynı anda aynı duyguyla yapmasına şahitlik ettim.
ve bu geceyi beynimdeki " hayatın unutulmazları " bölümüne kaydettim.
bence orada olan Hıncal Uluç da,
Türkan Şoray da
ve salona girişiyle ayakta alkışlanan Yaşar Kemal de kaydetti.
eminim.

24 temmuz sevdiceğin doğumgünüydü.
ona bu kez farklı ve romantik bir şey vermek istedim.
ve bir gramofon hediye ettim.
yalnızca taş plak çaldığı halde
ve artık taş plak bulmak neredeyse imkansızlaştığı halde,
hala çalışan bir Edith Piaf plağı bulup onu da yanına ekleyerek hem de.
salonumuzun baş köşesine yerleştirdik.
ve onu " ölümsüz aşkımızın " yeni bir simgesi kabul ettik.


1 Ağustos' ta yani sadece bir hafta sonraysa berbat bir kavga ettik.
neredeyse herşeye bir son verecektik.
ben kalkıp anneanneme gittim.
o da peşimden geldi.
boğaza karşı tatlı bir ikna sohbeti içinde güzel bir yemek yedik.
aile büyüğü olmanın ne demek olduğunu anlayarak ve
onun eşsiz tavsiyelerini alarak evimize döndük sonra.

ertesi gün sevdicek bana bir sürpriz yaptı.
ve aslında 23 Ağustos' ta kutlayacağımız doğumgünü hediyemi erkenden aldı.
eve gelip verdiğinde beni havalara uçuran cinstendi.
3G' li, dokunmaktik ve bana göre süper,
yeni nesil bir cep telefonuyla çıkagelmişti (Samsung S5603).

çok sevindim ve büyük bir teşekür ettim.
bu yeni teknolojiye alışmaya çalıştım sonra.


ve hayata daha olumlu bakmaya..


26.07.2009

şimdilik böyle...


bu aralar bir film arıyorum…
izleyeyim ve hayatım değişsin,
önüme her gelene o filmi anlatmak isteyeyim,
yoldan geçenlere “ acaba o da benim filmimi(!) seyretmiş midir? “ diye umutla,
çakmak çakmak bakayım istiyorum.
fakat heyhat!
bulamıyorum.

çok fazla film izlemiş olmaktan mıdır bilmiyorum,
izlerken küt diye kalıp,
sonrasında koltuğuma mıhlanacağım bir şey artık karşıma çıkmayacak gibi hissediyorum.
geçen hafta sonu büyük umutlarla Halk Düşmanları’ na gittim mesela.
beğendim ama beklediğim kadar da etkilenmedim.
evde izlediğim Last Chance Harvey için de sadece keyifli bir seyirlikti diyebilirim.
pazar öğleden sonra,
sırf pazar sıkıntımızı alsın diye izlediğimiz “ 17 Again “ den zaten bir şey beklememiştik.
ama sonraki akşam seyrettiğimiz belgesel-film Nanking’ ten olumsuz anlamda epey etkilendik.
1937 yılında Çin’ in Nanking şehrinde yapılan büyük katliam hakkında bolca sevimsiz bilgi edindik.
kadın-çocuk demeden 200.000 kişinin öldürüldüğünü,
binlerce kadına tecavüz edildiğini
ve insanların ne kadar vahşileşebileceğini,
dünyanın da buna nasıl seyirci kalabileceğini gördük.

fakat bu “ etkilenme “ benim beklediğim cinsten değildi.
ben insanların soysuzluğu karşısında dehşete düştüğüm bir belgesel izlemek değil,
kilitlenip kalacağım sinemasal anlamda gerçek bir eser izlemek istiyordum.
Bodrum’ dan beri.

Bodrum tatilinde yanımızda TV, lap top, internet bulundurmadığımızdan,
bilakis,
deniz kenarında balık yiyelim,
rakı içelim,
tekneye binelim tenimiz denize değsin,
kumsala gidelim rüzgar tenimizde essin modunda olduğumuzdan bahsetmiştim..
kısacası doğaya dönmüştük sevgili kadir kıymet bilir okur.

yalnız insan nankör, özlüyor.
TV’ yi biraz, DVD player’ ını çokça, Play Station’ ını ise deli gibi özlüyor.
yukarıdaki sıralamaya bakınca,
günlük hayatımda değer verdiğim şeylerden,
beni diğer insanlarla ne kadar çok ayırdığına inanırsam o kadar zevk aldığımı fark ettim.

örneğe bakarsak:
en az özlediğim TV : çünkü bunu herkes seyredebilir.
herkes sevebilir.
benim sevmem karakterimin bir getirisi ya da farklılığımın belirtisi değildir.
TV, TV’ dir.
tematik kanallarda kalınarak bu duygu biraz giderilebilir.

2. sırada özlediğim DVD Player: neden?
çünkü karakteri ortaya çıkartmaya birebirdir.
izleyeceğiniz filmi ya da diziyi siz seçersiniz, izleyeceğiniz saati siz seçersiniz.
örneğin dizi izleyicisiyseniz, “ 11 bölüm üst üste izledim olm dün gece. “ diyebilirsiniz.
burada bir virgül koyup konuya farklı bir açılım getirmek isterim canım ziyaretçi.
bu dizileri artık nasıl yapıyorlarsa, değişik yapıyorlar ( nasıl da sanatsal bir cümle! )
örneğin Lost izliyorsunuz diyelim.
bir bölümü yk. 40 dakika.
11 bölüm eder 440 dk.
yani 7 saat 20 dakika! - hesapları kendi kafamdan yaptım :) –

şimdi herhangi bir “ seyirliğin “ konusu ne kadar iyi olursa olsun,
ne kadar “ merak ettirme “ duygusuna oynarsa oynasın
normalde bu kadar izlenememesi lazım!
ben -ki sinema delisi bir kişiyim-
en sevdiğim filmi bile 7 buçççukk saat izleyemezdim.
ama dizi olunca izleniyor kardeşim.
anlamıyorum bu Lost, Prison Break, 24 türevi şeylerin içine nasıl bir uyuşturucu katıyorlar,
ne tür bir kamera oyunu vs ile aklımızı bulandırıyorlar ama kendilerini bal gibi seyrettiriyorlar.
hem de 5 saat, 6 saat seyrettiriyorlar.
sabah 06:30’ da kalkıp işe gidecekken,
gecenin 3’ lerine 4’ lerine kadar izletiyorlar.
bu konuya ayrıca değineceğim.

neyse efennim.
işte ben başkalarına garip gelen Avrupa Sineması seçkilerini
ya da kafama göre Amerikan filmlerini,
veyahut dizileri saatlerce izleyip birilerine heyecanlı heyecanlı onlardan bahsettiğimde
ve “ normal insanlar “ bana:
- deli misin? ne anlıyorsun onları izlemekten? dediğinde,
kendimi acayip mutlu hissediyorum
işte diyorum daha normalleşmemişim.
hala gencim, farklıyım, özelim.
diyorum.
onlar anlayamaz beni, bizi diyorum.
kendimi süper hissediyorum “ onlar “ beni beğenmedikçe.
- deli misin? , diyorlar.-
cevabım:
-hayır değilim. sadece sizin anlayamayacağınız biriyim.

en çok özlediğim Play Station III:
çünkü bu daha farklı bir statü.
başkalarının gözünde 27 yaşında,
evli barklı,
işinde gücünde yani artık “ durulması gereken” biriyken,
bir anda haftada 6 gün çalıştığı temposundan adeta sıyırarak toplayıp,
biriktirdiği azıcık zamanda Play Station oynayan biri haline dönüştüğüm zaman da aynı soru geliyor:
-deli misin?
-yoo.. değilim.. ama anlamazsın.

ben böyle deşarj oluyorum güzel kardeşim.
ben oyunlar dünyasında yaşamaktan zevk alıyorum.
her şeyde bir masalsılık, bir büyü,
bir buğu arıyorum.
ben futbolu da senin gördüğün gibi görmüyorum.
basketbolu da, tenisi de.
Fransa Bisiklet Turu’ nu da senin gözlerinle izlemiyorum.
ben oyunların, kazanmanın, naif tarafını gören öykü kısmında nefes alıp veriyorum.

evet hayatta kalabilmek için sistemin çarkları arasına kaptırmışım büyük bölümümü
ve kendimi ancak bu küçücük sihirli alanlarımda koruyup yaşatabiliyorum.
evet sana benzemiyorum.
sana benzemediğim her gün için de ruhuma şükrediyorum.
hatta sana benzeyeceğim günü görmeyi en büyük korkum addediyorum.
biliyorum senin için tehlike oluyorum.
ama bunun için özür dilemeyeceğim gerçeğini de baştan koyuyorum.

evet ben TV’ de senin merak bile etmeyeceğin şeyleri izliyorum.
evet DVD playerımın yanı başında senin tü kaka edeceğin bir sürü film sıralanmış.
evet geçip Play Station karşısına çocuklar gibi kendimi kaybederek oyun oynuyorum.
senin okumayacağın kitapları ben 2’ şer 3’ er yutuyorum.
ama ben bunları yapmayıp,
-dün akşam banyoyu cifledim, onun için 2’ de yattım, desem çok memnun olacaksın biliyorum.

seni üzmemek için söyleyeyim,
evde ne yardımcım var, ne gelip gidip yardım edenim.
mutfağı da temizliği de ben idare ediyorum.
balkon da yıkıyorum,
yerleri de siliyorum,
yemek de hazırlıyorum, banyoyu da cifliyorum.
ama bunları hep “ bitse de gitsek “ havasında yapıyorum.
bir an önce gerçek ben olduğum,
aşk dolu, oyunlu, filmli, sanatlı, civcivli hayatıma dalabilmek için bunları sadece mecburiyet olarak görüyorum ve
hayatımın merkezine koymuyorum.

ha ben istemez miyim seninle kapı önünde karşılaşıp:
- ay dün gece işler bitmedi şekerim, bir saat ocağı ovdum, bir saat tezgâhı ovdum,
2 saat fayansların arasındaki siyahları tırnaklarımla temizledim hepsi bembeyaz şimdi,
cam sildim, kapı sildim, 3 çeşit de yeni tariflerden bulunmuş yemek pişirdim,
diye sohbet edeyim.
sen de kocanı anlat,
yakın,
sıkıntılarını bana geçir,
kaynananı çekiştir, içimi daralt,
dedikodu yap,
komşu kadınlara ver veriştir,
beraber kadın programları izleyelim.

ama olmuyor işte,
benim sana vereceklerim bu noktada bitiyor
ve senin bana bakışın “ deli misin? “ seviyesinde kalıyor.

değilim diyorum..
kafan almıyor..



19.07.2009

deniz kokusu.. ya da gidince..


(hafta içi yazdığım yazıyı şimdi yayınlayabiliyorum.. sevgiler.. )


çantamda Bodrum kokusu getirmişim biraz..
daha doğrusu deniz kokusu..
nasıl yaptım bilmiyorum..

işyerinde tatil dönüşü ilk günüm.
ve ne zaman eğilip çantamda bir şey aramaya kalksam,
buram buram deniz kokusuna çarpıyor burnum.
tosluyorum.
afallıyorum.

oysa bu çantayı plaja hiç indirmedim ki.
odada bekledi hep beni.
denizden dönmemi.
akşamları ona uygun bir kıyafet giydiysem kullanıldı.
yanık tenli kolumda salındı.
ama hep duştan sonra,
giyinmemden – kuşanmamdan - mis mis misler gibi süslenmemden sonra kullanıldı.
püf püf parfümümü taşıdı hatta.
fakat plaja inmedi asla.

belki ben deniz dönüşü odanın içinde koştururken,
banyo öncesi pür telaş havlu-kıyafet-krem püsür ararken,
saçlarımın ucundan bir damla deniz suyu süzülüp üzerine düştü.
o da bir madalya gibi taşıdı bunu.
plaj görmemişliğinin mahzunluğuna sarınıp.
şimdi de İstanbul sıcağında kullanımıma sundu.

sanki hiç gelmemiş gibiyim..
cenazelerden, acılardan, karmaşadan kaçıp Bodrum’ a gittim.
10 her şeyden uzak gün geçirdim.
TV yoktu, internet yoktu, olamayacağı için değil, ben istemediğim için yoktu.
dünyanın en güzel manzarasına karşı koca bir balkon vardı,
yanımızda arkadaşımız vardı.
pırıl denizlerde 10 metre derinlikteki taşlardan kendine koleksiyon parçası beğenmek vardı.
tekne vardı.
2 kere.
adalar vardı.
koylar..
müzik vardı.
minicik kıvrımlarında kayaların,
ısınmış sular bulup kuytu köşelerde yüzmek vardı.
Poyraz’ da dalıp balıkları seyretmek vardı.
eşsiz, bitimsiz, biricik Gümüşlük’te balık yemek-rakı içmek vardı.
Akyarlar, Turgutreis demeden gezmek vardı.
yine rakı, yine balık, sonra pideler, pizzalar, dondurmalar, Çökertmeler yemek vardı.
Bodrum Sultanahmet Köftecisi’nde,
ayaklarımız neredeyse suya değerek,
kıyı masamızda kahkahalı sohbetlerimiz vardı.
Fink’ te tepinmek vardı.
Gümbet’ te votka-Red Bull ve turist kalabalığı vardı.
2 kitap bitirmek,
birinin de sonuna gelmek vardı.
Elif Şafak – Mahrem..
Nermin Bezmen – Bizim Gizli Bahçemizden..
Lance Armstrong – Yaşama Çevrilen Pedal..

bir arkadaş da Murathan Mungan – Kadından Kentler’ i emanet etti.
okuma listesinde bekliyor şimdi..
Bit Palas’ ın beklediği gibi..

dönmek hiç işime gelmedi.
öğlene yakın kalkmalar yok şimdi.
gün boyu denize girip güneşlenmek yok.
akşam olunca süslenip püslenip,
“ şimdi nerede yiyeceğiz, nereye gideceğiz? “ diye düşünmeler yok..

tatlı sıcak meltemler değil,
yapış yapış nemli rüzgarlar var.
saçlarım karışıyor ve artık eskisi gibi aşk uyandırmıyor bende İstanbul’ un kokusu.
tam tersine onu yağlı,
vıcık vıcık,
inat buluyorum.
sevmiyorum ve uzağında kalmak istiyorum.
ama kendimi kucağında buluyorum.
isteksiz bir eski sevgili gibi bıkkınlık doluyum.
yine gitmek,
hep gitmek,
gitmek, gitmek, gitmek istiyorum..

( yarım kalan Avrupa dizisinin son halkası olan Amsterdam da aşağıda..
huzurlarınızda... )





Avrupa Notları 4 - Amsterdam..


Amsterdam’ ı göreceğim için heyecanlıydım ama
tatilin son 2 gününe giriyor olmanın sızısını da içimde ince ince hissetmekteydim..
hakkında daha önce gördüklerim ve duyduklarımdan dolayı pozitif bir önyargı içindeydim.
benim gibi özgürlüğüne düşkün biri için Amsterdam adeta dünya üzerindeki cennetti.
acaba öyle miydi?

önce,
rahatlıkla bu fikrimde yanılmadığımı söylemeliyim.
ama Amsterdam sadece Kırmızı Fener Sokağı' ndan,
uyuşturucudan ya da çılgınlıktan ibaret değildi.
neredeyse her sokakta karşınıza çıkan su kanalları,
köprüleri,
kanalların 2 yanına sıralanmış müthiş şirinlikte evleri
ve şehrin neredeyse tamamını kaplayan bisikletleriyle,
aslında burası aynı zamanda yaşamaya çok uygun bir yerdi.






“ aşmış “ tabir edilen merkezden birkaç sokak uzaklaşıldığında,
gayet mazbut kabul edilebilecek bir hayat da sürdürülebilirdi.
yani insan bu şehirde öğrenci hayatı da yaşayabilirdi,
aile hayatı da,
çocuk da büyütebilirdi,
barlarında sarhoş olup uyuşturucudan kendini kaybedebilirdi de..
müzeler de vardı,
rezillikler de,
bu şehirde yüksek sanata da rastlanıyordu,
canlı seks gösterilerine de..

ilk akşam klasik panaromik şehir turu yaptık.
kanalları,tekneleri, asırlık evleri
ve tabii Kırmızı Fener Sokağı’ nı gördük.
ardından şehrin merkzine gittik.
Sports Cafe’de kocaman biftekler ısmarlayıp,
bira ve patates eşliğinde bir güzel yedik.
fakat ben seçtiğim Guinness birasını içemedim,
çünkü sevemedim..
masada elden ele dolaştı bir süre benim şişe.
kimse içemedi.

yemekten sonra Amsterdam’ ı gezmeye devam ettik.
müzeler bölgesi olarak bilinen yere gittik.
kocaman yeşil bir alanın çevresinde müzeler..
ertesi gün daha kapsamlı gezmek üzere buluşma yerimize yöneldik..
trenle kısa bir yolculuktan sonra Schiphol havaalanına yakın olan otelimize gittik.
otelden havaalanına sürekli işleyen shuttle hizmeti,
havaalanından da Amsterdam merkeze 10-15 dk.da varan trenler sayesinde,
ulaşımda bir zorluk çekmedik.

5 yıldızlı otelimiz Radisson’ da rahat bir gece geçirdik.
ben sınırsız ve hızlı internetten yararlanarak Prison Break’ in büyük finalini indirip seyrettim.
( merak etmeyin, ağlamayı ihmal etmedim. )
bu arada uçağı da sayarsak tatilim boyunca 2 kitaba başladım.
1.si Sineklerin Tanrısı
2.si Sevdalım Hayat / Zülfü Livaneli.
ikisini de ancak dönüşte bitirebildim.

ertesi gün turdakilerden ayrı dolaşmaya karar verdik.
çünkü onlar Volendam’ a gideceklerdi ama biz Amsterdam’ ı daha doğru dürüst görememiştik
ve ertesi gün İstanbul’ a dönecektik.

elimize bir harita alıp kafamıza göre gezmeye karar verdik.
iyi ki de öyle yapmışız çünkü tatilin neredeyse en keyifli bölümleri,
gruptan ayrılıp,
hiç bilmediğimiz bir şehirde,
kaybolma korkusu bile duymadan,
macera duygusu içinde neşeyle gezdiğimiz günlerdi.
Amsterdam’ ın ayak basmadık noktasını bırakmadık.
yürüye yürüye her sokağa girdik.

otelden ayrılıp bir şeyler atıştırdıktan sonra,
müthiş büyüklük ve çeşitlilikteki Artis hayvanat bahçesini gezdik.
müzeler bölgesine tekrar gidip,
burada sembol haline gelmiş olan “ I Amsterdam “ yazısı önünde resim çektirdik.
Van Gogh Müzesi' ni Rijks
Müzesi' ni gördük.
ancak ikisinde de metrelerce kuyruk olduğundan içlerine giremedik.
fotoğrafını çekmekle yetindik.







Hard Rock Cafe’ nin de bulunduğu merkeze daha yakın bölümlere gelip biraz daha gezdik.
kafamızda en çok bisikletlerle dolu,
kanallarla bezeli
ve her an her yerinden esrar-marihuana kokusu alabileceğiniz,
müthiş evlerle,
rahat insanlarla ve her türlü özgürlükle çevrelenmiş bir şehir imgesi kaldı.
galiba biz bu resmi çok sevdik.





ertesi gün üzüle üzüle,
gönlümüz,
aklımız,
her şeyimiz Avrupa’ da kala kala döndük İstanbul’ a..
inanın, az söylenmedik.
şimdi biz bu megaköyde nasıl yaşayacağız,
o güzellikleri nasıl unutup buranın sefaletine razı olacağız diye az hayıflanmadık.
belki de tek sevincimiz uçaktan sağ salim inmemizdi.

bavullarımızı alıp yola düştük.
Boğaz Köprüsü’ ne geldik sonra.
Boğaz gözüktü.
güneş batıyor ve Boğaz’ ı sarı kızıl tonlara boyuyordu.
sıcak, tuhaf bir şey o sulardan yansıyıp gözüme girdi.
kulağımda çalan müzik de galiba kalbime sihirli birkaç söz söyledi.
gözlerim doldu bir anda.

İstanbul sanki az önce söylediklerimle incittiğim bir sevgili gibiydi.
ben Avrupa denen başka bir sevgilinin yatağından çıkıp gelmiştim.
İstanbul ise her şeye rağmen beni sevmekten,
beni beklemekten vazgeçmemişti.
ve karşıma çıktığı anda,
yüreğimi ellerinin ortasına alıp,
akşamüstü güneşinin ışık huzmeleri arasında,
içime ılık ılık akıvermişti.
ben onu sevmekten vazgeçtiğimi sanıyordum oysa..

yine de artık o benim aldattığım sevgilimdi.
hiçbirşey eskisi gibi olamaz,
hiçbir şey bir daha düzelemezdi.
belki de bunu bildiğimden,
gözlerimden aceleyle saklamaya çabaladığım bir damla yaş geldi.
sevgilim fark etti.
bir bana bir Boğaz’ a bakıp gülümsedi.

son 2 gündür rüyalarıma giren,
bembeyaz bir tutku gibi burnumda tüten,
süt kokulu canım kedime kavuştum sonra..



30.06.2009

michael.. sen de gitme!!!!


19 Haziran sabahı..
çalışıyorum..
aynı işleri paslaşarak yaptığım arkadaşım yıllık izinde..
o yüzden 2 kişilik iş yapıyorum..
yoğunum..
koşturuyorum..
o koşturmaca arasında cep telefonum çalıyor..
ekrana bakıyorum, ablam..
saat 10:50..
Allah Allah?
ablam beni hafta içi bu saatte hiç aramaz ki?
o gün arıyor..
açıyorum..

sesi ağlamaklı ve titrek geliyor..
sevdicekten bahsederek:
- xxx aramadı mı seni, diyor?
- yooo, niye arayacaktı ki?
- seni almaya gelecekti..
- neden gelsin ki?, diyecek oluyorum..
- babaannemiz ölmüş, diyor..
-( kafama balyozla vurulmuş gibi oluyorum ) n.. ne.. nası.. ne zaman.. neden?, diye kekeliyorum..
- ( ağlayarak )bilmiyorum bu sabah herhalde, diyor.
- ……………. ben konuşamayacağım şu an kapatıyorum, diyebiliyorum…

ağlayarak lavaboya gidiyorum…
etraftakiler yüzüme gözüme kolonya sürmeye kalkıyorlar..
sevdiceği arıyorum telefonu kapalı..
haberi bilmediğimi sanıyor..
yüz yüze söylemek istiyor..
ablam erken davranmış, bilmiyor..

biraz sonra aşağıdan arıyor beni,
insene ben geldim diye,
şirketten aşağıya asansörle ineceğim halde yalnız bırakmıyorlar,
koluma giriyor biri,
ben titriyorum,
ağlıyorum..
sevdicek “ söylediler mi yoksa? “ diyor..
aşağıda sarılıyoruz..
ağlıyorum..

eve uğruyoruz önce..
siyah bi şeyler giymek lazım filan diye..
sevdicek bana bir şeyler yedirmeye uğraşıyor..
orada ayakta kalacaksın,
aç kalacaksın uzun süre diyor..
elime tutuşturduğu ekmekten bir lokma ısırıp öksürmeye başlıyorum..
yutma hareketini becermeye muktedir olmadığımı anlıyorum..
boğazımdan geçmiyor..

hemen annemlere gitmemiz gerek ve yolumuz uzun,
o yüzden çabucak üzerimi değiştirip yüzümü yıkayıp çıkmam gerektiğini biliyorum.
ama evin içinde tuhaf hareketler yapıyorum..
sonunda kedime sarılıyorum..
ilginç bir şekilde kediler sizin ruh halinizi anlıyor..
normalde kucakta durmayı sevmeyen kedim,
en ufak bir huysuzluk yapmıyor,
gözlerimin içine “ ben buradayım “ der gibi bakıyor,
gündüzleri hep yaptığı gibi kıvrılıp uyumak yerine,
evin içinde peşimde dolaşıyor,
hiç adeti olmadığı halde miyavlıyor,
sanki beni desteklemeye,
acıma ilaç olmaya çalışıyor..

annemlere giriyoruz..
akrabalar var..
annem halimi görünce paniğe kapılıyor..
evladının derdine düşen her anne gibi
“ bu kadar üzülme evladım, sana bakmaktan sana üzülmekten ben de hastalanacağım şimdi “ diyor..

onun yanında düzgün durmaya çalışıyorum..
cenaze ikindi namazına yetiştiriliyor..
camide kim bilir kaç yıldır görülmeyen akrabalarla karşılaşılıyor..
“ bir düğünde bir cenazede görüşmeyelim artık, hep buluşalım “ diye sözler veriliyor.
insanoğlu tuhaf yaratık..
sevdiklerini görünce avunuyor..
kalabalığın arasında acımı biraz olsun unutup onlarla sohbet edebiliyorum…
çocuklarını anlatıyor herkes..
cenaze namazı kılınıyor..
tekrar ağlıyorum..
mezarlıkta ise katılaşıyorum..
gömülme anını buz gibi dimdik karşılıyorum..
tepki verme sınırını aştığımı anlıyorum..

evinde okuması oluyor sonra babaannemin..
yıllarca yemekler yaparak heyecanla beklediği neredeyse tüm akraba ve komşuları orada..
herkes iyi yönlerinden bahsediyor…
kimse kötü bir şey hatırlamıyor..
hatta arada bir güzel anılar hatırlanıp gülümseniyor..
o zaman anlıyorum bazı adetler bir sebebe dayanıyor..
ölüm gününde yalnız bırakılmamak, insana dayanma gücü veriyor..

evet,
ben tam tersini düşünürdüm,
zaten acısı olan insanları bir de kalabalıkla boğmamak gerekir der,
çok yakınlarım dışında ölümlerde kimseye gitmek istemezdim ama
tam tersi olduğunu anlıyorum..
insan her teselli sözcüğüne ihtiyaç duyuyor..
her tanıdık yüzü sevinçle karşılıyor..
her sarılmaya minnettar oluyor..

o günü böylece atlatıyoruz..
gece annemlerde kalıp cumartesinin de önemli bölümünü beraber geçiriyoruz..
pazar babalar günü zaten..
annemler, dayımlar, kayınvalidemler,
hepimiz anneannemlerde toplanıyor,
nispeten rahat bir gün geçiriyoruz..
hediyelerimizi veriyoruz..
“ annesini kaybetmenin yükü çok ağır gelecek “ diye düşündüğüm babam bile iyi gibi..
konuşuyor,
arada bir gülümseyebiliyor..
geç saatlere kadar yemek eşliğinde sohbet edip evlerimize dağılıyoruz..

işte o gece evde iki kişi kalınca asıl acı anlaşılmaya başlıyor..
sevdicek sonuçta babaannemi çok tanımadığı için,
kendimi evde acımla tek başına gibi hissediyorum..
inanılmaz bir boşluk duygusuyla uyuyup sabah daha da berbat halde kalkıyorum..
elim kolum kıpırdamıyor,
işe gitmek istemiyorum ama zorla kendimi sürüklüyorum..
gün çok yavaş,
çok ağır geçiyor..
ertesi gün ve ertesi gün de..
tüm hafta kendimle boğuşuyorum..
akşamları yemek bile hazırlamıyorum..

babaannemi kaybetmenin acısı dışında,
ölüm fikri ve sonunda bitecek kısacık bir hayat düşüncesiyle başa çıkamıyorum,
daha sinirliyim,
insanlara sert davranıyorum,
çünkü herkesin ölümden muafmışçasına saçma sapan konularla uğraşıyor olmasına katlanamıyorum..
kalan zamanımı kendi istediğim şeyleri yaparak geçirmek istiyorum..

zar zor perşembe akşamı oluyor..
babaannemin 7’ si yapılıyor.
annem sen gelme diyor..
gitmiyorum..
evde tüm haftayı düşünüp kalan 1 günü geçirebilmenin
ve artık üzerimdeki ölü toprağını atabilmenin hesaplarını yapıyorum..

babaannemin ölümü aynı zamanda çocukluğumun parıltılı bayram günlerinin
ve heyecanın bitmesi,
aniden büyüyüvermek ve ölüme saplantılı sıkıcı bir yetişkin oluvermek gibi..
ben bu olmamalıyım diyorum..
“ öyleyse daha çok sarılmalıyım çocuklukta bana mutluluk veren her şeye “ diyorum..
zaten bir gece önce Cine5’ te Moonwalker filmini izlemişim..
Michael dinlemekle başlayacağım işe diye karar veriyorum..
çocukluğumdaki gibi delilercesine Michael dinleyeceğim..

ona çılgınca bağlı olduğum günleri hatırlayıp gülümsüyorum..
zorla aldırdığım kasetlerini,
binlerce kez izlediğim kliplerini,
gazetede çıkan her resmini kesip yapıştırdığım,
yanına da yazılar yazdığım “ Michael Defteri’ ni “ anımsıyorum..
özellikle Dangerous albümünü sony walkman’ imle defalarca dinlediğimi,
sonra bana annemin o albümün arabadan çalındığını söylediğini hatırlıyorum..
günlerce ağlamıştım ama yenisini aldırmamıştım..
o yüzden de hala albümün aslında çalınmadığına,
annemin benim sürekli Michael dinlememden dolayı korktuğu için kaseti sakladığına inanırım..
herhalde bu sevgiden hastalanacağım falan sanıyordu..
öyle seviyordum..
öyle huzur duyuyordum..
sonra hayatıma metal ve rock girdi..
önce Metallica, Iron Maiden, Pink Floyd,
sonra Panthera, Slayer, Sepultura,
biraz da Bon Jovi - Nirvana..
metal- rock- grunge..
hepsini seviyordum ama artık pop da Michael da dinlemiyordum..
onu kalbimin bir köşesine koymuş, geçmişte unutmuştum..
tabii ara sıra haberlerini duyuyor,
ama hakkında söylenen tek bir kötü şeye inanmıyordum..

o benim için platonik bir ilkokul aşkı,
hatta bir sıra arkadaşı kadar değerliydi,
kutsaldı,
özeldi.
ben onu çocukluğumda da bir hayran psikolojisiyle sevmemiştim..
onu hep kendime yakın bir dost gibi görmüştüm..
okuduğum röportajlarında,
erken ünlü olmaktan duyduğu sıkıntıyı,
kendini yalnız ve mutsuz hissedişini anladığımda,
yanına gitmek isterdim..
sanki beni tanırsa bütün üzüntüsü bitecek gibi gelirdi..
ister kızı gibi,
ister arkadaşı gibi,
ister sevgilisi gibi,
ister annesi gibi..
hangi rolde hayatına girersem gireyim benden sonra mutlu olacaktı işte..

onun evinde yaşayabilirdim..
onu neşelendirebilirdim..
seyahat de edebilirdik,
oyun da oynayabilirdik,
fark etmezdi.
ben yanında olup ona olan büyük sevgimi her gün tekrar anlattıkça,
o da benim ne kadar harika biri olduğumu görüp beni o kadar çok sevecekti ki,
benimle olmanın mutluluğu her şeyi silecekti.
işte ben Michael’ ı bir hayran psikolojisiyle değil,
bu psikolojiyle seviyordum
ve beni tanıyıp mutlu olacağı günün bir an önce gelmesi için,
Amerika’ ya gidip karşısına çıkmanın hayallerini kuruyordum..

evet,
bunlar çocukluk günlerimin masum hayalleriydi..
evet,
babaannem gitmişti ama çocukluğum bana geri gelebilir,
masum heyecanlarıyla bana yeniden huzuru getirebilirdi..
evet,
yeniden Michael dinleyecektim..
haftasonu gidip Transformers’ ı izleyecektim..
ve daha bir çok şeyi geçmişten geri döndürecektim..

perşembe gecesi yatağa bu duygularla gittim..
yeni aldığım kararların etkisiyle biraz daha iyi gibiydim…

sabah kalkar kalkmaz televizyonu açtım..
ve Michael’ ın öldüğünü öğrendim..
Neeee?????????
Neeeeeeee?????????
Neeeeeeeeeeeeeee????????? dedim..
Michael ölemezdi ki!!
o gidemezdi..
benim için “ uzaklardaki koskoca bir efsanenin “ değil,
bir yakınımın kaybı gibiydi..
babaannemin ölümü
ve o sıkıntıdan çıkmak için aldığım kararlardan sonra,
bu çocukluk sevdasının üstelik 50 yaşında ellerimden alınması çok ağır geldi..

haftasonu evde olduğum tüm zamanları MTV izleyerek geçirdim..
onu yad ettim,
ağladım,
düşledim..

hiç kendimde değilim..






25.06.2009

Avrupa Notları 3 - Lüksemburg ve Köln..

( aşağıdaki yazı yoğun acılar yaşadığım bir dönemde yayınlandı.
önceden yazıp hazırladığım için sayfaya koydum ama asıl içinden geçtiğim dünyayı sonraki yazılarda, Avrupa serisi bitince ve ben yeni yazı yazabilecek kadar kendime gelince anlatacağım )

ertesi sabah Lüksemburg’ a gitmek üzere rüyalarımın şehri Paris’ ten ayrıldık.
ama ayrılır ayrılmaz kentin biraz dışındaki outlet kasabasında uzunca bir mola verildi.
hesapta burası ünlü markaları ucuza satın alabileceğiniz bir yerdi.
ama bizim aklımız ve ruh halimiz alışveriş modunda değildi.
yine de biraz gezindik.
fakat tercih ettiğimiz marka ve modellerin fiyatları Türkiye ile hemen hemen aynı gibiydi.
gümrükten geçirme zorluklarını vs de düşünerek bir şey almayı tercih etmedik.

ama millet arılar gibi etrafa saldırmış olmalı ki,
çoğu kişi buluşma noktasına eli kolu alışveriş torbalarıyla dolu geldi.
daha sonra bunları taşımak hep sorun oldu tabii.


birkaç saatlik yolculuk ve bir yemek molasının ardından biraz daha devam edip Lüksemburg’ a girdik.
küçük, zengin, düzen abidesi Lüksemburg’a..







Lüksemburg minik bir ülke.
400.000 nüfuslu.
kişi başına gelirin ortalama 86.000 USD olduğu
ve saat 16.30 gibi bütün işyerlerinin kapadığı bir yer.
insanlar sakin,
huzurlu ve uyumlu.
sessizliği ve düzeni bozacak pek bir şey yok gibi.
bunun yanında bir meydan ve vitraylarıyla ünlü bir katedral dışında görülecek de pek bir şey yok.

biz de meydandaki kafelerde yemek yedik
ve şehrin en önemli bölgesi olan Petrus vadisini gezdik.
bu vadi oldukça derin bir vadi ve üzerinde etkileyici bir köprü mevcut.
köprünün kemerinin çapı 85 metre ve yapıldığı zaman için dünyanın en geniş kemeriymiş.
şu an da bu durum pek değişmemiş gibi
ve bu köprü hala mimari açıdan dünyadaki sayılı köprülerden biri.





saat çok geç olmadan otelimize gittik.
önceki otellerimiz de fena olmamakla birlikte,
Lüksemburg’ ta kaldığımız Novotel ve Amsterdam’ da kaldığımız Radisson en iyileriydi.

rahat lobide rehberle biraz sohbet edip gırgır şamata yaptık,
otelin Türk aşçısıyla tanıştık,
sonra odaya çıkıp yarım yamalak UEFA finalinin 2. yarısını izledik.
çünkü sabah erken kalkacaktık ve uyukluyorduk..
zaten tüm tatil boyunca uyandırma 05:30 ya da 06:30 saatlerinden biri olarak belirleniyordu.
çünkü ülkeler arası yolculuklarımız otobüsle gerçekleşiyordu,
haliyle bu da zaman alıyordu.
gün kaybetmemek için çok az uyuyorduk ama yaşadıklarımız buna değiyordu.
bir sabah Brüksel’ de ertesi sabah Paris’ te uyanmak,
sonra 3 gün Paris’ in büyülü havasını soluyup,
ardından Lüksemburg’ a,
Köln’ e,
Amsterdam’ a ulaşmak,
tümüne ilk defa gittiğimiz bu yerlerde inanılmaz deneyimler yaşamamıza neden oluyordu.
en basit bir yapı,
bir katedral
ya da geleneksel bir yemek bile bize büyük mutluluklar veriyordu.
çünkü biz tamamen yabancı olduğumuz koskoca bir dünyanın kapılarını aralıyorduk.
Lüksemburg bu açıdan biraz fakir bir ülke olduğundan,
orada 1 gün kalmakla yetiniyor,
ardından günübirlik gezimiz için Köln’ e geçiyorduk.







Köln de Paris gibi şehirlerle karşılaştırıldığında tarih açısından çok zengin sayılamayacak bir şehir..
ama öyle bir varlığa sahip ki,
bu eserle eksiklerini büyük ölçüde kapatıyor:
Dom Katedrali..
bu katedral için ne demek, onu nasıl tarif etmek gerekir bilmiyorum.
hem güzel, hem ürkütücü, hem karanlık, hem çekici,
devasa,
heybetli,
eski
ya da sadece çok güzel!
Ren Nehri kıyısından tatlı bir girişle sizi karşılayan Köln’ ün,
gezdiğimiz diğer şehirlerin tümünden daha temiz olan mis gibi sokaklarının size merhaba dediği bir anda,
bu katedrali karşınızda görüyor
ve karmaşık duygulara sürükleniyordunuz.
onu sevecek miydiniz, ürkecek miydiniz?
yoksa sadece hayran olup sorgulamayı kesecek miydiniz karar veremiyordunuz.

dile kolay karşınızdaki 761 yaşında muhteşem bir eser.
yapımına 1248 yılında başlanıyor.
ancak 1880 yılında tamamlanıyor.
düşünün, yapımı tam 632 yıl sürüyor..
gotik bir mimariye sahip ve yüksekliği 157 metreyi buluyor..
ve yazarınızla sevdiceği ne yapıyor?
buraya –da- tırmanmaya karar veriyor.





o dönen merdivenlerde nasıl yitip gitmedik,
nasıl kalp krizi geçirmedik bilmiyorum.
ama en tepeye çıktığımızda resmen bitmiştik!
yine de güzelim Ren nehri manzarasına ve etrafımızı çevreleyen kutsal kulelere bakıp değer dedik..
birkaç fotoğraf çekip yine zorlu bir iniş gerçekleştirdik ve Köln meydanına indik.
burada früh diye bir köln birası içtik
ve toskana usulü pizza benzeri bir şey yedik.

sanırım gelişimiz İsa’ nın göğe yükselişi gibi bir güne denk gelmişti o yüzden resmi tatildi.
dolayısıyla çoğu dükkan kapalıydı.
biraz etrafı gezip açık bulduğumuz dükkanlardan yine magnet ve hediyelik birkaç şey aldık.
donut yedik..
sonra da ben Avrupa’ ya gitmişken bunu yapmadan gitmek olmaz diye düşünerek,
yaldızlı makyajlar yapıp heykel gibi duran,
para atınca kıpırdayıp fotoğraf çektiren sokak sanatçılarından biriyle resim çektirdim.
10 sn.lik yan yana gelmemizde adam benimle epey sohbet etmeyi başarabildi.
önce İngilizce mi Fransızca mı konuşacağız diye sordu..
ingilizce dedim..
nereden geliyorsun dedi..
türkiye dedim..
ben de ispanyolum dedi..
akdeniz kültürü yakın sayılırız dedim..
gülüp bana sımsıkı sarıldı..
böyle sarılmazsak olmazmış, bu resmin özelliği buymuş..

peki diyip resmimi çektirdim.
başımın göğe erdiğine karar verdikten sonra 2 EUR verdim
ve turdakilerle buluşma yerimize gittik.
artık gideceğimiz son yer olan Amsterdam’ a doğru ilerlemekteydik..

13.06.2009

Avrupa Notları 2 - Sevgilimmmm Paris...

biraz uyuklamıştım..
hafif bir mahmurlukla gözlerimi araladım..
tatlı bir akşamüstü güneşi vurmuştu o muhteşem şehre..
sevgilinin “ hadi aç gözlerini bak neyi kaçırıyorsun “ sözlerini de duyunca,
resmi olarak Paris’ e giriş yaptığımı anladım..
önce fotoğraf makineme sarıldım..
ama bir yandan da kararsızdım:
otobüs camından bin bir güçlükle fotoğraf çekmeye
ve fotoğraflamaya yetişilmesi imkansız binlerce güzel ayrıntıyı ölümsüzleştirmeye mi çalışacaktım
yoksa cam kenarında kıpırtısızca durup içime derin nefesler çekerek,
yıllardır bir sevgili gibi hayalini kurduğum, özlemini duyduğum bu şehirle kavuşmamın tadını mı çıkaracaktım?
aslında,
ikisini de biraz biraz yapmaya çalıştım..






Paris’ in İstanbul’ la yarışan trafiğiyle tanışmam da bu dakikalara rastlar..
bizi öncelikle bir kaza karşıladı..
yol kenarında duran bir araba bütünüyle yanmıştı…
olay sebebiyle bir çok şerit de trafiğe kapanmıştı..
ama bu bana Paris’ e yavaşça girme fırsatı sunduğundan çok da sıkılmıyordum..
ayılmaya,
içinde bulunduğum durumun güzelliğini yaşamaya çalışıyordum..
çünkü artık klişe sayılsa da Paris benim için özeldi..
adını ilk duyduğum yüzünü ilk gördüğüm andan beri sevdiğimdi…
ve bu benim Paris’ e ilk gidişimdi..
yaşamım boyunca asla unutamayacağım günlerden geçtiğimi daha iyi anlıyorum şimdi..

evet Paris’ in trafiği kötü..
bu yüzden tüm Paris’ i çevreleyen
Periferik (peripherique) diye bir otoban yapmayı uygun görmüşler…
bu yol biraz kurtarıcı olmuş gibi ama yeterli değil..
her yere, her noktaya metro var neyse ki..
bakımsız ve pis bir metro ama ulaşamayacağınız yer yok gibi..
üstelik mantığı çok basit,
haritasını elinize aldıktan sonra,
gideceğiniz noktayı saptayıp belirtilen numaralı trene binmekte hiç zorluk çekmiyorsunuz..
şöyle söyleyeyim, hiç 2 dk.dan fazla metro beklemiyorsunuz..

akşamüstü giriş yaptığımız Paris’ imde ilk dakikalarımız panaromik tabir edilen şehir turuyla geçti..
önemli caddeler ve binalar bize şöyle bir gösterildi..
uygun bir noktada 5 dk Eiffel Kulesi için fotoğraf molası verildi.
bahsettiğim nokta sırf bu iş için düşünülmüş,
turistlerle dolu teras benzeri bir yükseltiydi..
Paris gözlerimizin önüne serilmişti.
ve bu benim aramızda otobüs camı olmadan canım sevgilimle ilk gözgöze gelişimdi..
öyle tuhaf hissettim ki!
oradaydım ama havalara uçamıyordum bile..
çünkü içime ilk dakikadan ayrılık acısı çökmüştü!
kaybedeceğini bilmenin derin sızısı kalbimde ara sıra oynatılan bir bıçak gibi yatıyordu..
mutluluk ve hüzünle aynı anda gölgelenmiş gözlerimle Eiffel Kulesi’ ne huzursuz nazarlar fırlatıp,
coşkulu görünen fotoğraflar çektiriyordum.
kameramız yoktu ama sevgili fotoğraf makinesiyle ufak videolar da çekiyordu ve ben durmadan: -beni çekme bu güzelliği çek diyordum.

otele yerleştik.
sonra apar topar Champs Elysees’ ye gittik.
dünyanın bu belki de en ünlü caddesine..
çocukluğumdan beri hayal ettiğim şeylerden biri daha!
siz inanmayın “ Bağdat Caddesi’nin Paris versiyonu işte “ filan diye atıp tutanlara..
burası Arc de Triomphe ile başlayıp Concorde Meydanı ile biten bir yer bir defa..
ilk ayrıcalığı burada..
70 metre genişliğinde,
alabildiğine rahat,
etrafını çevreleyen ağaçlarla,
mağazalarla,
otomobil fuarlarıyla,
yeme-içme-eğlenme mekanlarıyla,
Lido’ suyla apayrı bir dünya..
gündüz saçlarınızın arasında gezinen o yumuşak rüzgarını hissetmek bir yana,
gece ışıklar altındaki halini bir kez görmek mutlaka nasip olmalı her insana..

bize iyi ki nasip oldu dedik..
bir aşağı bir yukarı gezindik.
caddeyi kesen her ara sokağa bakıp
“ aaa burada da süper binalar varmış “ dedik..
sonra karnımız acıktı.
gözümüze cadde üstünde güzel bir yer kestirip beyaz şarap eşliğinde somon yedik.
tatlı olarak da La Vie En Rose isimli,
çilekli - dondurmalı hafif ama nefis bir şey yedik...







zamanın nasıl geçtiğini fark etmedik fakat epey geç olmuştu.
otelimiz şehrin biraz dışındaydı ve gece yarısından sonra metroya binmek olmazdı.
bir taksiye atlayıp dünyanın en ilginç taksicisiyle otele gittik!
adam zenciydi,
radyoda bangır bangır yankılanan bir futbol programı dinliyordu
ve biz tabii sıfır Fransızcamızla söylenenlerden zerrece bir şey anlamıyorduk.
sonra bize British misiniz diye sordu.
yok, türküz dedik.
adam hemen “ aaa Galatasaraayyy “ dedi..
fakat arkasından “ fenerbaaçe “ demeyi de ihmal etmedi.
marsilya’ yı tutuyormuş,
Gerets’ den dolayı Galatasaray’ ı daha iyi tanıyormuş,
UEFA kupasını da almıştınız siz dedi :)
evet Galatasaray febeden daha büyüktür dedim.
tabii sevdicek hemen itiraz etti.
kısacası yolculuğumuz neşeli geçti.
bedeli de 22 EUR idi.





ertesi gün sıra büyük Paris gezisindeydi.
ilk olarak Seine Nehri turu için tekneye gidildi.
üzeri açık ve fotoğraf çekmeye gayet müsait güzel bir tekneyle yapılan tur 1 saatten fazla sürdü.
ilk defa Paris’ in güzelliklerini bu denli yakından görüyorduk.
zaten Seine Nehri’ nin 2 yakasında bulunan binalar ve tarihi yapılar şehrin en görmeye değer,
en büyülü yerleri.
nehrin 2 yakasını birbirine bağlayan 36 köprü bile başlı başına birer sanat eseriydi.
tümünün üzerinde,
altında,
kenarlarında,
heykeller, altın varaklar, oymalar kısacası sanat örülüydü.
ve her birini geçtiğinizde müthiş bir eser karşınıza çıkıyordu.
Louvre Müzesi gibi,
d’Orsay Müzesi gibi,
cite adası üzerindeki muhteşem Notre Dame Katedrali gibi.
biraz uzaktan görülen Eiffel kulesi,
Sorbonne tarafı ve St. Michel bölgesi,
hem tarihi yanıyla,
hem de hala yaşayan cıvıl cıvıl varlığıyla benim için inanılmaz birer çekim merkeziydi.
en sıradan işler için kullanılan alelale gündelik binalar bile estetikti.
tümünde bir sanat kaygısı,
üstün bir güzellik anlayışı belirgindi.
savaş günlerinde neden pasif direnişe geçerek,
“ bu şehir bir dünya kültür mirasıdır,
zarar vermeyin şehir sizindir “ diyip bu güzelliği teslim ettiklerini daha iyi anlıyordunuz.
onun bir taşının bile eksilmesine göz yumulamayacağını daha iyi kavrıyordunuz.
Paris böyleydi,
milletler üstü,
ülkeler üstü bir yerdi.
kimin egemenliği altına girerse girsin yok edilmemeliydi.
iyi ki de edilmedi.





güneşli bir havada süren tekne gezimizde,
Burgonya’ dan doğup Manş Denizi’ ne dökülen,
nazlı nazlı Paris içlerinde kıvrılıp giden Seine Nehri’ ni yine
“ çok özleyeceğim “ nazarlarıyla süzdükten
ve etrafındaki yapılardan yayılan büyülü kokuyu doya doya içimize çektikten sonra,
Montmarte denilen ve Sacre Coeur kilisesinin de bulunduğu ressamlar tepesine gittik.






yukarı füniküler mantığında ama açıktan giden basit bir araçla çıkılıyordu.
isterseniz hemen yanındaki merdivenleri de kullanabiliyordunuz
-ki biz inerken öyle yaptık –
yukarıda sizi karşılayan Sacre Coeur merdivenlerine daha çok öğrenciler, müzisyenler ve turistler oturmuşlardı.
şehri bir balkon gibi gören bu tepeden muhteşem manzarayı seyrediyorlardı.
gitar çalanlar da vardı.

Sacre Coeur bembeyaz bir kilise..
Paris’ in belki de en beyaz şeyi..
Sacre Coeur’ un anlamı kutsal kalpmiş…
Fransa-Prusya Savaşı’ nda ölen Fransızlar anısına yapılmış.
yapımına 1875 yılında başlanmış ancak 1914 yılında tamamlanmış ve I. Dünya Savaşı’ ndan sonra açılmış.
kare şeklindeki çanı çok ünlüymüş ve sıkı durun bu çanın ağırlığı tam 18,8 tonmuş.






biz de burada biraz soluklanıp Montmarte içlerine doğru ilerledik.
onlarcası yan yana dizilmiş ressamların eserlerini inceledik.
ama vakit kısıtlı olduğu için kendi resmimizi çizdiremedik.
karnımız da acıkmıştı.
buranın meşhur yemeği olduğu söylenen soğan çorbasından biraz tane içtik.
biraz nefes alıp nispeten daha ucuz bulduğumuz dükkanlarından evimiz için birkaç magnet seçtik.
sonra elimizde aldıklarımız,
midemizde soğan çorbamız,
ruhumuzda kelebeklerle,
güle oynaya merdivenlerden indik,
buluşma yerimize gittik,
otobüsümüze bindik
ve birkaç dakika sonra..
Louvre Müzesi’ ndeydik.






öncelikle Louvre için ilk görüşte söyleyecek laf bulmadığımı belirtmek isterim.
çok konuşabilen bir insan olmama rağmen,
ilk birkaç saniye buraya uygun bir söz bulup söylemeyi beceremedim.
o denli büyülenmiştim.
sonunda galiba muhteşem, müthiş, benzersiz gibi cümleler kurabildim.
öyle büyük, öyle ihtişamlı, öyle kudretli görünüyordu ki..
içindeki eserlerle birlikte düşündüğümde,
benim için sadece bir müzeden çok daha fazla şey ifade ediyordu.
tam önündeki devasa cam piramidi ise maalesef sevemedim.
tek başına ya da farklı bir yerde görsem belki biraz olsun sempati besleyebilirdim.
ama klasik mimariyle modernizmi sentezlemek adına Louvre gibi müthiş bir yapının bahçesine böyle bir “ şey ” oturtulmasını içime sindiremedim.

içeri girdik.
3 saat kadar vaktimiz vardı ki,
bu Louvre söz konusu olduğunda bir hiç demekti!
ilk yaptığımız 3 ana bölümden birini tercih etmekti:
-Denon
-Sully
-Richelieu
aceleyle Denon denilen bölümü seçip içeri girdik.
burada İtalyan ressamların eserlerinin olduğu bölümü gezebildik.
Mona Lisa’ yı da görme şerefine eriştik.
aslında yüzlerce başyapıt içinde bakıldığında,
Mona Lisa size pek de bir şey ifade etmiyor.
ama işte “ ün “ böyle bir şey.
merak yaratıyor ve sizi kendine çekiyor.
bizi de çekti.
“ aaa pek de küçükmüş “ gibi saçma bir ilk tepki gösterdik,
fotoğraflarını çektik
ve gezebildiğimiz kadar Denon tarafının kalan kısımlarını gezdik.
3 saat bittiğinde ayaklarımıza kara sular inmişti.




yine de biraz Seine Nehri kıyısına indik.
etrafı dolaşıp güzel bir köprünün üzerinde resimler çektik..
ardından buluşma yerine yakın bir bistroda oturup bir şeyler içerek azıcık serinledik.
sonra yavaş yavaş herkes toplanmaya başladı ve ve ve…
artık o büyük ana gelmiştik..
Tour Eiffel’ e gidecektik..
heyecandan karnımızda kelebekler uçuşarak Eiffel’ in altına ulaşıp birazcık da sıra bekledik..
sonra etrafı tamamen açık bir asansöre bindik..
saniyeler içinde büyük büyük aşkımın en önemli simgesi Eiffel’ in ikinci katında,
112 metrede,
muhteşem Paris manzarasını süzmekteydik..
saat 19:00’ du ama güneş parlıyordu.
zaten kuzeye doğru yol almış olduğumuzdan,
gittiğimiz hiçbir şehirde güneş 22:00-22:30’ dan önce batmıyordu.
uzun bir aydınlığı yaşıyorduk..






Eiffel Kulesi’ ni Gustave Eiffel adında bir mimar tasarlıyor…
yapımına 1887’ de başlanıyor,
26 ay gibi kısa bir sürede bitirilerek Fransız Devrimi’ nin 100. yıl kutlamalarına yetişiyor.
300 metre yüksekliğindeki bu kulenin yapımında,
3.000 işçi 18.038 adet demir parçayı 2,5 milyon perçinle birleştiriyor..

ilk yapıldığında Parisliler tarafından sevilmeyip,
şehir görüntüsüne zarar verdiği,
sokak lambasına ya da fabrika bacasına benzediği söyleniyor.
zaten 20 yıllık bir ömrü var.
çünkü Eiffel bu kule için yalnızca 20 yıllık izin alıyor ve yapının 1909 yılında yıkılması gerekiyor.
ancak 1909 yılına gelindiğinde,
kulenin yüksekliği nedeniyle Atlantik ötesi haberleşmeye uygun olması göz önünde bulunduruluyor
ve yıkımdan vazgeçiliyor.
zaten yavaş yavaş bir sembol haline gelmiş olan Tour Eiffel,
giderek bir gözbebeğine dönüşüyor
ve günümüze kadar gelebilmesi için çeşitli tekniklerle sürekli korunuyor.
7 yılda bir boyanıyor ve bu işlem 15 ay sürüyor..
kısacası bu kule bir şekilde sağlam tutuluyor
ve bizim gibi çok uzaklardan gelmiş hayranlarının ağzı kulaklarında onunla buluşmasını bekliyor..

biz de onun beklentilerini geri çevirmedik.
üzerinde bol bol kalıp fotoğraf çektik,
etrafı izledik ve istemeye istemeye de olsa aşağı indik.
otele dönüş yoluna geçtik.
ama biz otelde yemek istemiyorduk.
rehberden bizi St Michel’ de indirmesini istedik.
bizimle birlikte birkaç kişi daha indi.
dönüş saatimiz geç olacağından,
ve metro o saatlerde pek tekin olmadığından,
gece buluşmak üzere onlarla sözleştik,
ve yemek yiyecek bir yer aramaya giriştik.

şanssızlığa bakın ki biz daha avare biçimde dolaşmaya doyamadan inanılmaz bir sağanak yağmur bastırdı!
biz de “ Avrupa’ dır havası güvenilmezdir “ diyerek gezinin başından beri yanımızda şemsiye taşıyorduk.
fakat hava çok güzel gidiyordu ve güneş her gün bize yüzünü gösteriyordu.
o yüzden sadece o gün şemsiyeyi yanımıza almamıştık ve bütün tatilin tek yağmuru o anda yağdı!
hem de ne yağmak..
bardaktan boşanırcasına..
kapanmış bir dükkanın saçak altına sığındık ama burada bile kuru kalmak imkansızdı.
kısa süre içinde dinecek gibi de görünmüyordu.
biz de kafamıza ceket vs bir şeyler tutmaya çalışarak,
yolun karşısında gördüğümüz Cafe Benjamin’ e kadar koştuk.
ıslak giysilerimizle orada oturduk.

güçlükle ne yiyebileceğimizi sorduk çünkü efsane doğruydu.
Fransızların neredeyse hiçbiri İngilizce konuşmuyordu.
garsonlar bile!
anlasalar dahi hiçbiri size İngilizce cevap vermiyordu.
sürekli Fransızca cevap verirlerse birdenbire Fransızca öğreneceğinize dair tuhaf bir inançları vardı.
çoğu menüde, tabelada ya da haritada İngilizce sözcükler bulunmuyordu.
o yüzden tuhaf bir yemekle karşılaşmamak için hamburger, patates kızartması ve bira söyledik.
neyseki hepsi büyük tabaklarda,
salatasıyla filan nefis hazırlanmış şekilde geldi.
cam kenarındaki masamızda yağmurlu Paris sokaklarına dalıp giderek
bu basit ama lezzetli yemeğin tadını çıkarttık.

orada epey zaman geçti.
yağmur dindi.
biz de biraz daha turlayıp soluğu önceden sözleştiğimiz buluşma yerinde aldık.
metroyla otele dönmeyi başardık ve yorgun ama mutlu bir uykuya daldık.
ertesi gün turdan ayrılacaktık çünkü onlar Disneyland gezisi yapacaktı ama
biz henüz Paris’ in bir çok yerini görememiş,
en önemlisi sokaklarına doyamamıştık.
Paris gibi bir hazinede geçirecek sadece 3 günlük bir zamanımız varsa
bunun koskoca 1 tam gününü Disney’ de geçirebilmeyi aklımız almıyordu.
belki 7 gün ya da daha fazla kalsak biz de katılırdık ama
kısıtlı zamanımızı düşünerek bu organizasyonun dışında kaldık.

bu kararımızda “ küçük “ bir başka etkenin de katkısı vardı
o da annemlerin de o tarihte birkaç akrabamız ile birlikte Paris’ e giriş yapmış olmasıydı!
onlarınki 1 haftalık bir Paris tatiliydi ve şans eseri 1 günümüz çakışıyordu.
ertesi sabah 10 gibi bizim aileden 8 kişi Arc de Triomphe namı diğer Zafer Takı’ nın altındaydık.
sarıldık.
bakıştık.
annem:
“ başardın sonunda “ dedi bana.
“ Paris’ tesin işte “..
küçüklük hayallerimi bildiğinden beni en iyi o anlamıştı tabii.
gülümsedim.
ama içimde bir yerlerde ağlamak istedim.
çünkü ertesi gün çok uzaklara gidecektim.
Paris’ te 3 günün yetmeyeceğini biliyordum ama
bu kadar derinden etkileneceğimi tahmin etmemiştim.






önce Zafer Takı’ na tırmandık.
Zafer Takı Napolyon’ un isteği üzerine Austelitz’ deki askerlerin anısına yapılmış.
“ bu seferden dönenler zafer taklarının altından geçecekler “ anlamına gelen bir cümlesi de var..
yüksekliği sanırım 49 metre..
Charles De Gaulle meydanında bulunuyor
ve zahmet edip bizim gibi merdivenlerini tırmanırsanız,
aize güzel bir Paris manzarası ve Champs Elysees görünümü sunuyor..
altında meçhul askerleri temsil eden,
hiç sönmediği ve hiç söndürülmeyeceği rivayet edilen bir ateş bulunuyor.
söylenenlere göre bu ateş ilk 1923 yılında yakılmış
ve o günden bu yana her gün burada askeri tören yapılıp ateş beslenerek hiç sönmemesi sağlanmış.
hatta Hitler Paris’ i işgal ettiğinde bile,
bu ateş Alman askerlerinin gözü önünde yakılmaya devam edilmiş..
( vayyy bee.. )






bu ateşin ve yukarıdan izlenebilen müthiş manzaranın resimlerini çektikten sonra,
Napoleon’ un Mezarına ve hemen yanındaki askeri müzeye uğradık.
Napoleon’ un mezarı altın kaplı kubbesiyle Paris’ in her yerinden dikkatinizi çekiyor.
içeri girildiğinde dev bir İsa Heykeli önüne kazılmış büyük bir çukurla karşılaşılıyor.
bu çukurda Napoleon’ un sandukası var.
girdiğiniz kattan sandukayı görmek için eğilmek zorunda kalıyorsunuz.
bu da iddiaya göre herkesin Napoleon’ un huzurunda eğilmesini sağlamak için özellikle yapılmış bir şey.
sonra merdivenlerden inerek sandukayla aynı hizaya gelebiliyorsunuz gerçi.





aynı zamanda Napoleon’ un da eğitim gördüğü Parisian Ecole Royale Militaire namlı askeri okulu da buradan çıkar çıkmaz gezebiliyorsunuz.
biz de aynen öyle yapıp aynı zamanda burada bulunan bir kilisede hayır için 5 EUR’ ya mum diktik.
ardından Grand Palais ve Petit Palais bölgesine geldik.
Büyük Saray kapalıydı,
Küçük Saray’ a ise şöyle bir dışarıdan bakıp bahçesinde oturmakla yetindik,
çünkü çok acıkmış ve yorulmuş bir haldeydik.
dolayısıyla Champs Elysee’ ye geçip bir yemek molası verdik…
Pizza Pino’ da cam kenarında bir masaya tüneyip nefis pizzalarını bir çırpıda tükettik..
bu arada Champs Elysees’ de akan trafiğin tam ortasında durup cadde üzerinde fonda Zafer Takı ile bir fotoğraf çektirmeyi ihmal etmedik.

sonra soluğu La Defense bölgesinde aldık.
Paris’ in modern tarafı olarak nitelendirebileceğimiz bu bölgede
Zafer Takı’ nın tam karşısına yapılmış olan,
La Grande Arche de La Defense isimli yapıya çıktık.
mimarisi itibariyle Zafer Takı’ nı andırıyor ancak dediğim gibi modern mimariyi temsil ediyor.
yüksekliği yanlış hatırlamıyorsam 112 metre.
genişliği de 108 civarı.
yani genel itibariyle yüksek, devasa bir kare.

neyse ki burada asansör kullandık.
tüp biçiminde yapılmış ve kenarları tamamen şeffaf olan bu asansörle,
Paris’ in modern yüzüne tepeden bakmaya daha yol üzerindeyken başladık.
yukarıda yine fotoğraflar,
gözlemler,
anlatılanlarla güzel dakikalar yaşadık.
hediyelik eşya dükkanından hoş bir duvar saati aldık.
galiba birkaç da magnet aldık.
o kadar çok magnet aldık ki artık nereden alındıklarını ayırt edemiyorum..





ardından opera bölgesine gittik.
opera binasına baktık.
baktık.
biraz daha baktık.
kısacası bakakaldık.
tam önünde müzik yapanları fotoğrafladık.

orada biraz daha kaldıktan sonra meşhur Concorde meydanına gittik.
şimdi burası önemli..
Fransız Devrimi’ nin belki de en önemli simgesi..
anlatılanlara göre devrimciler
13 Temmuz 1789’ da krallığa ait kışlaları basıyor,
silah benzeri ne varsa ele geçiriyor.
Tuileries Sarayı’na da baskın düzenliyorlar ve XVI. Louis’ yi esir alıyorlar.
14 Temmuz’ da Bastille Zindanı yıkılıyor ve tutsaklar serbest bırakılıyor.
yeni anayasa Concorde Meydanı’nda halka açıklanıyor,
cumhuriyet ilan ediliyor.
binlerce Parislinin “ Yaşasın cumhuriyet, krala ölüm!” şeklinde haykırışları Concorde Meydanı’ nı çınlatıyor.Kral XVI. Louis’in başı, kalabalığın karşısında burada giyotinle uçuruluyor.
10 ay sonra Marie Antoniette’ in ki de..
bu devasa meydan daha sonra pek çok başka idama da tanıklık ediyor..
yıllar sonra Cezayir’ de bağımsızlık isteyenlerin gösterilerine de..
etrafını çeşmeler ve heykeller çevreliyor..
insana inanılmaz bir uçsuz bucaksızlık hissi veriyor..






meydanı turlayıp eserleri inceledikten sonra Tuileries Bahçeleri’ nde bir cafede oturup nefes aldık.
tatlı bir şeyler yiyip içeceklerimizi yudumlarken,
bir yandan da koyu bir sohbete daldık.
kalktıktan sonra ortadaki havuz-gölet benzeri şeyin başında da biraz oyalandık.
kuşlara baktık.
iş çıkışı buraya gelmiş spor yapan insanlara baktık.
yürüyerek Louvre bahçesine kadar uzandık.
o ihtişamı bir de akşamüstü güneşinin altında izleme fırsatı yakaladık.
tam da bu anda bir sokak sanatçısı buraya gelmiş yan flüt çalıyordu.
bir yandan onu dinleyerek,
bu kutsal havayı soluya soluya nehir kıyısına doğru yol adık.

akşam yemeği için Latin Mahallesi’ ne gittik.
burada yeme içme ve eğlenme amaçlı yapılmış çeşit çeşit mekanın arasından,
bir yunan meyhanesinde karar kıldık.
çoğunun Türkçesini de bildiğimiz yunan şarkıları eşliğinde yemek yedik,
uzo içtik.
yemeğin üzerine yunan tatlısı adı altında baklava,
yunan kahvesi adı altında türk kahvesi getirdiler.
bizse tartışmaya girmedik :)

yemekten sonra annemler kendi yoluna biz kendi yolumuza gittik.
bir taksiye atlayıp,
bu kez jazz dinleyen suskun bir taksici eşliğinde otele gittik.
sanki ışıklar altında bir başka görünen,
bir bir önünden geçtiğimiz tüm o görkemli eserler,
benimle gözyaşları içinde vedalaşıyor gibiydi.
ya da bana öyle geldi.
ve Paris’ teki son gecemizi de böyle bitirdik.