30.04.2009

acıları beslemek...


kara büyü için kullanılan bebekler vardır hani..
bir kurban seçersin,
onun bir de bezden bir bebeğini yaparsın,
sen bebeğin kolunu kaldırırsın,
kurbanın kolu kalkar,
sen bebeğin kafasına vurursun,
kurbanın kafası acır..

anne değilim ama kendi annemden yola çıktığımdan,
anneler hep bu “ deneydeki “ kurbanlarmış gibi gelir bana,
bizler de onların voodoo bebekleriyiz..
bizim elimize diken batsa,
gider bunu görmemiş dahi olsa annemizin eli acır…
hatta abartıp kalkar telefon açar,
“ bugün içimde bir sıkıntı var iyi misin? “,
sorusunu yapıştırır..
biz de onu kahretmeyelim diye işi gırgıra vururuz:
- turp gibiyim anne, amma evhamlı kadınsın ya, diye..
içimizdense biliriz ki,
evet,
doğru hissetmiştir yine..

şimdi..
bugün..
dokuz anne öldü..
Diyarbakır’da verdiğimiz dokuz şehidimizle beraber dokuz anne..
patlayan,
un ufak olan,
gözbebeği evlatlarının vücutlarından ayrılan her milimetrekarelik etin acısını kendi yüreklerinde duydular..
belki haber daha duyulmadan,
onlar sadece içlerinde gerçeği hissedip bilerek,
evlerinin tahta kapısının önünde kara haberi getirmesi için gönderilecek askerleri beklemeye durdular..
sonra da evlat diye o askerlere sarıldılar..
dağıldılar..
artık mezardalar..
hem de haince hayatları ellerinden alınmış oğullarının aksine,
canlı canlı mezardalar..

şimdi ağlayacaklar..
yanacaklar..
ve hatta acıları o denli büyük olduğundan,
sanacaklar ki tüm dünya da onlarla ağlayacak,
Türkiye’ nin her bir ferdi bir olup onların acısını paylaşacaklar.

halbuki daha çekecekleri bitmemiş olacak.
kendini aydın ve sözüm ona insan hakları savunucusu ilan etmiş aşağılıkların sözlerini duyacaklar.
o aşağılıklar diyecek ki:
DTP kadrolarına operasyon düzenlenmeseydi,
onlarca kişi gözaltına alınmasaydı,
PKK’ nın 1 hazirana kadar ilan ettiği ateşkes(!) dikkate alınsaydı,
devlet PKK’ nın üzerine bilerek gitmeseydi bu olaylar olmayacaktı!!
kısacası:
Türkler kendi kaşındı, alın size cezası demeye getirecekler.

şimdi bu arkadaşlara soruyorum:
hangi meşru devlet,
kendi içinden çıkan bir grubun,
dağa çıkıp binlerce kişiyi öldürmesine,
anavatandan toprak talep etmesine,
yani bölünmeyi istemesine
ve bu uğurda kadın-çocuk-erkek-silahlı-silahsız demeden önüne geleni katletmesine ses çıkartmaz?
kim “ demokratik tepki “ diyerek 20 yaşındaki fidanlarının ölmesine göz yumabilir?
bu katliamların baş aktörü,
ellerinde hala bebek kanı olan teröristbaşını,
sanki sıradan bir kitap filan yazmış bir düşünce suçlusuymuşçasına serbest bırakabilir
ya da daha ileri gidip,
“ evet halklısınız, alın size bağımsızlık “ diyerek vatanının topraklarını onlara verebilir?
hiç kimse.

“ bu durumlara gelmemize sebep sizsiniz,
bizi geri bıraktınız,
geliştirmediniz,
yok saydınız “ diyorlar..
bunu söyleyenlere ülke topraklarını şöyle bir gezmelerini öneririm.
açlık, sefalet, pislik maalesef ülkemizin her noktasında var.
batıdaki köyleri,
hatta İstanbul’ u kendi yaşadıkları yerlerden çok farklı mı zannediyorlar?
değil!
şehirlerde hayat magazin programlarında görülen birkaç kişinin yaşadığı hayat değil.
en büyük,
en yıkılmaz kabul edilen İstanbul’ da bile insanlar ya aç
ya da 3-5 kuruş kazanmak için insanlıkları kaybettirilircesine çalıştırılıyorlar.
yine de bir hastaneye gittiklerinde bile adam yerine konmuyorlar.
paraları yoksa acil kapılarında kalıyorlar,
ölüme terk ediliyorlar
ve inanın türk mü kürt mü olduklarına bakılmıyor bile!!

güzeller güzeli 17 yaşında bir kız olsanız
ve kafanız çöpten,
bedeniniz bir gitar kutusundan çıksa bile hakkınız korunmuyor..
bu ülkede türk olan ya da kürt olan değil,
parası olan yaşıyor,
kollanıyor,
saklanıyor..

siz de çoğu fakir olan ailelerin 20 yılda bin bir emekle yetiştirip askere yolladığı evlatlarını öldürerek,
hem de vahşice öldürerek,
katlederek,
müreffeh bir hayata kavuşacağınızı mı hayal ediyorsunuz?
bundan mı medet umuyorsunuz?

peki “ geri bırakıldık, önemsenmedik “ diye sitemde bulunurken,
neden sizi aydınlatmak,
refahınızı biraz olsun arttırmak için gelmiş gencecik mühendisleri,
öğretmenleri öldürüyorsunuz?

bilin ki onların da çoğu en az sizin kadar zorluk içinde yetişti.
onlar da gün oldu yırtık ayakkabısıyla okula gitti, gizledi.
gün oldu beslenme diye çantasına bir kuru ekmekten başka bir şey yerleştiremedi.
gün oldu okuldan istenen 1 YTL’ lik bir parayı ödeyemeyeceği için okula gitmek istemedi.
ama gitti.
yetişti.
öğretmen oldu.
mühendis oldu.
ya da çakı gibi asker oldu.
siz de onları paramparça ederek ulvi bir amaca hizmet ettiğinizi zannettiniz.
halbuki sadece kader ortağınız kardeşlerinizi katlettiniz.

bu mu şimdi demokratik tepkiniz?

28.04.2009

Münevver için..


yok..
yazmayayım ya da sinirlenmeyeyim diyorum ama olacak gibi değil..
bu konuları görmezden gelemiyorum..
yeni yılın ilk sabahı,
neşeli şekilde yataklarımızdan uyanıp yüzleşmek zorunda kaldığımız:
“doğalgazdan zehirlenen gençlerin üstleri çıplaktı “
tavrının eşi, ekürisi, sevdiği bir görüş daha “ gündelik “ hayatımızda kendine yer edindi:
- ee sahip çıksalarmış kızlarına.

evet.
kafası kesilip gitar kutusuna konularak çöp kutusuna atılan,
yani cesedi 2 parça! halinde bulunmuş 17 yaşındaki gencecik Münevver Karabulut’ un ailesi kast edilerek,
Celalettin Cerrah tarafından bu cümle sarf edilebildi.

kendi kızı aynı şekilde öldürülmüş olsa,
ve birisi çıkıp “ sahip çıksaydın kızına “ dese,
kendisi ne tepki verirdi acaba?
benim kızıma öyle bir şey olmaz derdi mutlaka.

büyük bölümü vakit okuyan bir grup insana göre,
17 yaşında bi kızın giyinip süslenmesi,
erkek arkadaşının olması ( neeeaaaaaaa erkek miiiaaaaaa?? )
hele hele o kişinin evine gitmesi ( ne işi var bi erkeğin evindeeaaaaaaaa)
filan Allahım ne büyük suç, ne büyük hata!!!!
o zaten ölmeyi hak etmişti diyecekler de,
hesapta aileyi suçlayarak örtüyorlar nidalarını:
- en azından bundan sonra günah işlemeyecek,
diyerek.

hayır geçtim empati kurmanızı,
biraz kafayı çalıştırmanızı.
zaten tek hücreniz olduğu için onu da düşünmek gibi boş! işlere ayıramamanızı anlıyorum da,
o zehirli fikirlerinizi “ haber yorum “ vs kisvesi altında atmosfere saçmayın bari. iğrendiriyorsunuz beni


23.04.2009

Canan Tan, Elif Şafak.. yahut Avrupa..


biraz zaman daha..
okumak için biraz zamanım daha olsa,
her şey biraz daha iyi olacak galiba.
okuduğum kötü bir kitap yüzünden bu kadar sinirlenmeyeceğim mesela..

aslında daha alırken ne hissedeceğimi tahmin edip,
duygularımı yazmıştım bu kitap hakkında.
Canan Tan’ ın En Son Yürekler Ölür kitabından bahsediyorum..
beğenmeyeceğimi baştan tahmin ettiğim halde alıp okuduğum
ve önyargılı davranmamak adına sonuna kadar gidip bitirdiğim için kendime kızıyorum..
bir de çok çok ekstrem durumlar dışında okuduğum kitabı yarım bırakmayı sevmiyorum,
prensip olarak bırakamıyorum..

aslında kitabı alırken konuyu oldukça ilginç bulmuştum.
birbirini delice seven 2 insandan birinin,
bir trafik kazası sonucu beyin ölümünün gerçekleşmesi,
kalanın da organ bağışı kararıyla yüzleşmesi filan..
ama anlatım, dil, yaratılmaya çalışılan dünya o kadar düz,
o kadar derinlikten uzak ki..
kadınlar çok güzel,
erkekler çok yakışıklı,
böyle zenginlikler filan,
hemen karşı konulmaz bir aşka düşmeler vs vsler..
bildiğin harlequin modeli..
hele üslup!
o kadar bozuk ki..
şimdiki zaman kullanırken birden bire geçmiş zamana,
geniş zamana filan sıçramalar yapılıyor,
üstelik en ufak bir “ geçişi yumuşatma çalışması “ yapılmadan,
insan bu kitap bu haliyle nasıl basılmış diye düşünmekten kendini alamıyor.

eleştirmen filan değilim,
o yüzden daha fazla üzerine gitmeyeceğim
ama bir “ gönül borcu “ olarak,
en azından beni okuyanları bu kitap konusunda uyarmayı kendime bir borç bilirim.

Elif Şafak’ ın Aşk kitabına ise dün metroda biraz göz attım.
daha tam anlamıyla içine dalamadım.
fakat “ yazarla tanışma “ adına seçip okuduğum bu kitabın,
öyle hayat felsefemi değiştirecek,
beni derinden etkileyecek bir başyapıt filan olmadığının farkındayım.
ama en azından “ eser “ adı altında incelenebilecek,
eli yüzü daha düzgün bir şeyler okuduğumun da farkındayım.
ilerlediğim ve bitirdiğim zaman umarım daha ayrıntılı yazacağım.

ve ve ve..
büyük bombaaaa..
vizemi aldımmmmmmmmmmmmmm…
mayıs ayında güzel bir tura çıkacağım..
5 ülkenin sokaklarını adımlayacağım..
Hollanda-Belçika-Fransa-Lüksemburg-Almanya..
tabi her birinde pek az kalabilecek,
pek az yerini gezebileceğim ama olsun!
bu benim ilk yurtdışı seyahatim ve bir çok yeri birden görmek istedim!
detaylar için daha sonra birkaçına ilerleyen yıllarda tekrar gidebilirim.

ama çok çok çok büyük bir aksilik çıkmazsa bu “ sefer ” de şuraları göreceğim:
Belçika’ da Brüksel ve Brugge..
In Brugge filmini izledikten sonra hayran olduğum,
görmek için ölüp bittiğim Brugge..
sonra Paris..
olmazsa olmaz Eiffel Kulesi, müzeler, saraylar, tekneyle Seine nehri gezintileri..
ressamlar tepesi, sokak cafeleri, aşk-sevgi..
orada geçirdiğim günleri hayatım boyunca arayacağım gibi..:(((
daha sonra da bu geziler tekrar edilebilir ama asla Paris’ i ilk kez görmek gibi olmaz tabii..
sonra Lüksemburg…
sonra Köln..
yine nehirler, katedraller, müzeler..
veee en sonunda Amsterdam!!
çılgınlıklar kenti, hayallerimin şehri..
ama son molayı burada verdikten sonra kendimi bir uçağa tıkıp İstanbul’ a döndürmek biraz zor olacak gibi!!

şu Mayıs’ ın ortası bir türlü gelmek bilmez şimdi..

17.04.2009

haz testi ve hayat döngüsü..


haz testinde, 120 PQ çıktı bende..
100 üzerinden..
haz alabilitem yüksekmiş..
dondurma yaparsam,
heykel yaparsam
bir de dans edersem daha da haz alabilirmişim…
hayattan..

vizemden haber yok..
pasaportum yatıyor konsoloslukta kuzu kuzu..

Canan Tan’ ın kitabına başladım..
tahmin ettiğim gibi hoşlanmadım..
( hesapta ben son aldığım kitapları uçakta okuyacaktım )..
ama bitireceğim..
ve son sözlerimi bitirince söyleyeceğim…

hafif - komik bir şeyler izleyelim diye aldığımız “ Kasaba’ nın Yenisi “ DVD’ si,
berbat çıktı.
yok DVD çizik falan değil..
film berbat..
öyle ki 35. dk sonunda,
sesini çıkarmadan filmi izler gibi yapan sevdiceğe dönüp:
- beğendin mi sen bu filmi, dedim.
- ( tereddütle ) beğenmedim, dedi.
- ben nefret ettim..
- ( rahatlayarak ) evet yaa, çok salak filmmiş..
- yalnız sonunu da merak ettim..

dedim..
ve filmi 32x hızıyla ileri sararak 5 dk.da filan izledim.
pişman değilim :)
aslında böyle bir şey yapmak adetim değildir ama ne bileyim,
bütün akşamımı bu filmle geçiremezdim!

ha, izlemedin de çok faydalı bir şey mi yaptın derseniz,
evet,
Resident Evil oynadım PS3’ te..:))))
walla blu ray başka bir şey güzel kardeşim..
o kadar söyleyeyim..

bu akşam da çok büyük bir aksilik çıkmazsa Lost izleyeceğim,
teori üreteceğim..
biraz da kitap okuyup uyuyacağım..
işte benim görkemli hayatım!



15.04.2009

vize, kitap, film..


merhaba ey okuyucu..
hayat yazarınızı fena yordu..
( hayat, yahut bürokrasi )
bir ton evrak topladım evet
ve tur acentemiz aracılığıyla vize başvurumu dün itibariyle yaptım..
şimdi 1 hafta kadar beklemem lazım!
“ gel teskere gel “ vari vize türküleri tutturmam lazım..

öyle ki tüm hayatımı buna odakladım..
ama “ ya çıkmazsa “ korkularıyla hayallerimi sınırlandırıyorum..
bir vize çıksa,
önüme tonla kitap-broşür-harita vs yığıp,
dolaşacağım ülkelerle ilgili bir “ gidilecek yerler listesi “ vs çıkartacağım,
lakin sonradan çok kötü dünyam başıma yıkılmasın diye bundan bile kaçınıyorum..

ama sanmayın ki okumuyorum..
bilakis!
zırt-pırt kitap alıp her birini özenle okuma listeme ekliyorum..
zaman buldukça da değil,
en ufacık aralıkta,
en küçük boşlukta
yürüyen merdivenlerde dahi,
birkaç satır yutuyorum..
( evet ben okuma ihtiyacını ekmek gibi,
su gibi damarlarımda hissediyorum,
bu nedenle de kelimeleri adeta ilaç gibi yutuyorum )


en son Adam Fawer’ dan Olasılıksız’ ı bitirdim.
( galiba bahsetmiştim )..
gerçekten çok çok çok beğendim..
bu denli beğeneceğimi kendim bile beklemezdim!
çünkü ben bu kitaba yıllardır şans vermemiştim.
Megavizyon, D&R vs girip çıktıkça gözüme battı,
hep oradaydı,
gözümün önünde - elimin altındaydı.
bir türlü almadım, alamadım,
sıkıcıdır, boğucudur, yorucudur gibi geldi.
fakat geçenlerde merakıma yenildim ve ben de kendi “ olasılıksız ” ımı edindim..

başladığım andan itibaren de elimden düşürmedim
ve kısa sürede bitirdim.
kitapta ne vardı peki?
aslında doğru soru: ne yoktu ki?

olasılık teorisi, kuantum fiziği, poker, mafya, epilepsi,
felsefe, bilim adamları, Rus ajanları, Amerikan ajanları,
Koreliler, kardeş sevgisi, sahtekarlıklar,
suikastlar, direkt devlete karşı işlenen suçlar..
32 kısım tekmili birden, iç içe..
hem de insanı hiç sıkmayan, bol aksiyon soslu bir kurgu içinde..

bir sürü bilim adamının adını duyuyorsunuz,
bir çok teoriye değiniyor,
her birinin “ kabasını “ öğrenmiş oluyorsunuz,
ama okullardakinin aksine bunu hiç sıkılmadan yapıyorsunuz..
saatlerce üzerinde çalışıp güçlükle anlayacağınız Laplace’ ın Şeytanını bile,
birkaç cümleyle kavrayıveriyorsunuz..
kitap bittiğinde temel hatlarıyla bir çok şey öğrenmiş,
daha fazlasını merak etmiş,
aynı zamanda heyecanlanmış, etkilenmiş, sevmiş oluyorsunuz..
kısacası kendi “ Olasılıksız “ deneyiminizi yaşamış oluyorsunuz..
benim gibi ve kitabı geç de olsa bulup okuyan herkes gibi,
çevrenizde kim varsa tavsiye ediyorsunuz..

böylece yeni bir kitap için kitapçının yolunu tutuyorsunuz ve bum!
olmadık hatalara düşüyorsunuz..
hiç okumadığınız ve belki de okumamanız gerektiği halde okumadığınız kişilerin kitaplarını,
sırf o an için size farklı bir şey vaat ediyor diye alıp geliyorsunuz..

yazarınız da bunu yaptı!
ama hemen hakkımı yemeyeyim..
kararımı etkileyen başka etkenler de vardı..
güya tatile gideceğiz, uçağa filan bineceğiz ya,
kafamda “ uçakta okuyacak hafif bir şeyler alayım “ fikri vardı..
gittim ne yaptım?
Canan Tan’ ın yeni kitabını aldım!
şimdi bir kere ben bu hanımefendinin hiçbir kitabını okumadım,
okuyanlara da Harlequin okuyan sığ insanlar muamelesi yaptım çünkü,
kitaplarının kapaklarındaki resimlerden, romanlarının adlarına kadar her şey çok sığ gibiydi.
örn. : Yüreğim Çok Sevdi Seni..
( siz çok derin bir roman yazsanız bu ismi koyar mıydınız peki? )

ama geçenlerde bir yerlerde, güvendiğim kişilerin kendisiyle ilgili yazılarına denk geldim
ye en azından tatilde plajda vs.de kendisine bir şans vermeye karar verdim.
bunun üzerine şu uçakta okuyacak “ hafif kitap “ ihtiyacı hasıl oldu,
tam o sırada son kitabı gözüme çarptı ve şu eser birden kendini evimde buldu:
En Son Yürekler Ölür..

henüz tek satırını okumadım..
fakat içten içe de meraklıyım..
birbirini çok seven bir çift bir araba kazası geçiriyor,
kadın makinelere bağlı yaşam savaşı veriyor
ve bir organ nakli gerekiyor sanırım..
zaten benim ilgimi esas çeken romanın bu “ organ nakli “ tarafı idi..
bana ağlatmaya odaklı bir eksen olması muhtemel
ama yine de yoğun bir aşkı oturtmak için iyi seçilmiş bir düzlem gibi geldi..

2. aldığımsa Elif Şafak’ ın Aşk kitabı..
o da ön yargılı davrandıklarımdandı..
beyanlarından dolayı soğuduğum yazarlardandı..
ama burada da merakıma yenildim..
ve “ okumadan eleştirme “ düsturuma sahip çıkmaya karar verdim..
onun da henüz tek satırını okumadım ama
içinde Şems var, daha ne diyebilirim..
umarım severim..
elif hanımla ilgili ön yargılarımı yok edebilirim..

şunu da söyleyeyim,
kendisiyle ilgili fikirlerim kesinlikle siyasi görüşlerinden falan kaynaklanmış değildir,
tamamen kendini sunuş biçimiyle alakalıdır..
devamlı “ çok derin bir kadınım ben, doluyum,
şunu da biliyorum, karakterim çok farklı, acaip bi şeyim işte siz anlamazsınız benim ruh gelgitlerimi “ havasındadır..
buna rağmen son birkaç yılda yaptığı söyleşileri:
Eyüp (kocası) iyi geldi bana, dinginleştim, arka arkaya 2 çocuk da doğurdum ama hala süperim minvalinde değişmiştir.

artık mütemadiyen Eyüp’ ün kendisine iyi geldiğinden,
anneliğinden,
ama böyle normal anne değil de yaratıcı anne,
durup durup yazma nöbeti geçirmelerden,
çocukları ihmal mi ediyorum yazarken diye korkmalardan ama Eyüp’ ün yine çok iyi gelmesinden
ve bir de Eyüp’ ün kendisine çok iyi geldiğinden bahseder..

dolayısıyla sağda solda 3 kelamına rastlasam benim kafamda durmadan bu portreyi çizer.
inşallah yazdıkları bu denli kendini övmesine değer
ve “ bu kadın kendini fazla övüyor “ diye konuşan dudaklarıma fermuarı diker..
yoksa verdiğim para için edeceğim ah,
uzun zaman kendisinin ve Eyüp’ ünün peşinden gider..

son olarak likelife’ ınız dün akşam DVD’ den izlediği filmden bahsedip noktayı koymak ister!
bu yılın en iyi yabancı film dalında Oscar ödülünü kucaklayan filmi Departures’ ı seyrettim.
çello çalan bir müzisyenin,
“ ölü yıkayıcılığı “ diye bildiğimiz,
cenaze hazırlayıcılığı işine başlaması,
ölülerle her gün çok yakın bir iletişim kurması ve bunun günlük hayatına,
psikolojik durumuna,
aile yapısına yansıması hakkında,
insanı çok düşündüren,
muhteşem görüntü ve müziklerle süslenen,
kelimenin tam anlamıyla “ güzel “ bir film..
sinemada sanat tadı almak isteyenlere tavsiye ederim..

bu arada Türk sinemasını da ihmal etmedim
ve pazar günü uzun bekleyişimden sonra Sonbahar’ ı izledim.
üniversitede “ solcu “ olan,
fikirleri dolayısıyla 10 yıl hapiste yatıp,
cezasının bitimine 2,5 yıl kala ciğerlerindeki hastalık nedeniyle tahliye olan
ve Karadeniz’e,
memleketine dönen birinin hikayesi.
fonda muhteşem Karadeniz doğasının üzerinde nakış gibi işlenmiş bir hayat
ya da ölümü bekleme hikayesi..
beni çok ekiledi..
tüm müzikleri ve özellikle sonundaki ağıt,
içime işledi..
o da mutlaka izlenmeli..



7.04.2009

korka korka tatil planları..


yazarsam rezilliği çıkacak diye korkuyorum ama
yazmazsam da içimde patlayacak.
biz minik akıllarımızla ve 3 kuruş paramızla bir karar verdik
- sevdicek ve ben –
illaaa Evropa’ ya gideceğiz.

bu çoğunuz için “ aman ne var bunda? “ tarzında karşılanacak bir şey olabilir ama,
bizim için önemli.
ve stresli!

şimdi benim annem-babam ezelden beri gezegen insan durumundalar,
zırt-pırt yurtdışına çıkarlar,
3 ayda bir bir yerlere damlarlar..
ve fakat bütün gençlik hayatım boyunca ben ne yaptım?
onlarla öldür Allah yurtdışına çıkmadım.
el sebep:
“ aileyle tatilden zevk alınmaz! ”dı önceleri.
bilindik aileden kaçılan ilk gençlik dönemi.
anneyi babayı odada bile istemezken,
tatile gitmek filan,
ne münasebet! tripleri.
( bizim zamanımızda öyleydi )

19 yaşımdan beri de sebebi sevgili.
ben sevgilim olmadan şurdan şuraya gitmem,
nadide tatil günlerimi ondan binlerce kilometre ötede geçiremem,
geçirsem de sürekli telefonda onunla konuşacağım diye kendime rahat vermem,
hem Paris’ i, Roma’ yı ilk kez onunla görücem ben halleri.
( gülmeyin, aşk benim için her şeyden önemli! )

ha sevgilini kapıp gitseydin o vakit derseniz,
evet benim ailem uzaktan bakılıp “ beyaz türk “ tabir edilen,
görece evrimleşmiş birileri,
ancak babam henüz:
- bizim kız boyfriendiyle Paris’ te,
diyebilecek seviyelere gel(e)medi.
yalan dolan içinde bir şeyler yapmak da karakterime ters geldi..

dolayısıyla sevgililik dönemi de yurt sınırları dahilinde böylece geçip gitti.
evlenip,
belediyeden onaylı
“ beraber yaşayabilirler, seyahat edebilirler “ tasdikli bir “ müessese “ olmamızın üzerindense neredeyse 1 yıl geçti.
(12 Nisan’ da 1 yıl oluyor Allah izin verirse.. )
bir yerlere gidildi tabii bu dönemde de..
Abant, Akçay, Ayvalık, Assos, Bodrum vesaire..
ama hala yurtdışına çıkılmadı!
o insanlık için küçük ama bizim için büyüüüüük adım atılmadı..

tabii “ Kutsal Evlilik Müessesemizin 1. Yıldönümü Şenlikleri “ kapsamında bize rahat battı..
ağızlarımızdan tuhaf tuhaf:
- aaa burada biometrik fotoğraf çekiyorlarmış
- iyi, iyi…
- yakın bize hem..
- biz napıcaksak biometrik fotoyu?
- hiiiç… işte lazım olursa diye..
tarzında laflar dökülmeye başlandı..

cumartesi iş dallanıp budaklandı..
gittik turlarla görüştük..
evrak listeleri vb aldık..
ailelerimize filan durumu ufak ufak çıtlattık..
“ bu baharda bi Evropa şeysi mi şey ettirsek dedik “ filan diye saçmaladık..

dediğim gibi kenarda köşede,
3-5 kuruş neyimiz varsa hesap yaptık,
biraz da gözümüzü kararttık,
bi maceraya başladık…

şimdi önce pasaport işleri,
sonra da vize işleri yapılmayı bekliyor.
ama bizim ilk vizelerimiz olduğundan günlerdir içimizi bir korku kaplıyor.
konsolosluk ilk vizelerde sizi “ görüşme odasına “ alıyor,
sizi beğenirse vizeyi veriyor,
beğenmezse vermiyor.
belli bir kriteri yok..
evraklar tam olsa bile istemezük diyebiliyor..
itiraz hakkınız yok,
paranız da geri verilmiyor..

vize alamazsak,
gidemezsek yaşayacağımız hayal kırıklığı bir yana,
1.000 YTL civarı bir para da çöpe gidiyor..
( vize başvuru ücreti + pasaport işlemleri )

sonuçta bunları göze almak gerekiyor,
çünkü her şeyin bir ilki oluyor,
o ilk de bürokraside zorluk çıkartabiliyor
ve tüm bu süreç beni uykusuz bırakıyor..
yemin ediyorum karnıma ağrılar giriyor..

hem o kadar evrakı toplayacağım,
hem para yatıracağım,
hem hayallere dalacağım,
bir de olduğum yerde kalacağım diye ödüm kopuyor..

kısacası benim bugünlerimin gündemini bu oluşturuyor..
birkaç yazı daha bu serüvene ara sıra değinirim gibi geliyor..

tabii bu süreçte bana bol bol dualarınız gerekiyor :)
bildiğim tek şey, ruhum bu seyahati çok istiyor..