4.10.2009

Gossip Girl ve Amerikan Gençliğinin Bitmez Sorunları...


selam mesaj kaygılı okur.
gözlerinin zarif satırlarımın üzerinde gezinmeye başladığı şu andan itibaren,
artık benim sayfamdasın ve günlük dertlerinin dışındasın.
şimdi kiranı, arabanı, çocuğunu kısacası bilimum sıkıntını bir kenara bırak
ve senin için burada yarattığım pespembe dünyaya akmaya bak.

böyle olabilirdi sayfamın açılışı ve içeriği.
bunları bana düşündürense gossip girl’ den başkası değil tabi.
yayınlandığı ilk günden beri çevremdekiler tarafından şişim şişirilmiş,
aylarca cnbc-e tarafından tekrar tekrar ve tekrar verilmiş,
gazetelerde ve hatta ciddi köşelerde filan kendisinden bahsedilmiş bir dizi olmasına rağmen,
bendeniz bu diziyi hala! izle(ye)memiştim saygıdeğer okur.

velakin Prison Break’ imin üzücü-ağlatıcı bir sonla adeta bir hayın gibi,
zalım gibi bitmesi,
Lost denen über yapımın tam bir sinsi gibi uzuuuun aralar vermesi
ve Türk tivilerinin bize " seyredecek şey " diye eli yüzü düzgün bir şey sunmayı bilmemesi,
beni yepyeni diziler bulma yoluna itti.
ha diyeceksin dizi seyretmesen ölecek misin,
ölmeyeceğim tabi ama,
herkesin 4.-5. sezonunu izlediği
ve ABD’ de yeni bölümü yayınlasa da ertesi gün netten indirip izlesem diye beklediği,
kısacası ömrünü vakfettiği dizileri,
DVD seti halinde 3-4 sezonu birden kapsayacak şekilde almanın,
birkaç bölüm sonra manyağı olmanın,
sabahlara kadar ard arda tüm bölümleri izlemenin güzelliğini ancak yaşayan bilir canım okur!

mesela bugün bile,
hatta belki şu an biz sizinle bunları konuşurken bile,
dünyanın bizim bilmediğimiz bir yerinde
bir kişi heyecandan elleri titreyerek Lost’ un ilk sezon ilk bölümünü içeren DVD’ yi playerına doğru yavaşça itti.
CD’ nin okunduğuna dair o meşum ses hoparlöründen yükseldi.
ve o kişi bugüne kadar adını çok duyduğu ancak izleme şerefine ancak nail olduğu Lost’ un,
karmaşık ve zeka dolu dünyasına girdi.

şimdi önünde 2 yol belirecek.
1-) bu ne be bi şey anlaşılmıo bundan, saçma sapan bi dizi bence yeaa diyip kalan bölümleri elinin tersiyle itecek,
2-) Allahım bu ne? Nasıl bir şeyin içine çekiliyorum ben, neden gözlerim birer çizgi halini aldı ve etraflarında mor halkalar var? diyerek,
günlerini hatta gecelerini bu yorucu ama zevk ve eğlence dolu serüveni yaşayarak geçirecek.


peki bir düşünün,
bu gencecik yürek,
bu talihsiz beşer,
en geç 2 hafta içinde 5 sezonu bitirip,
yeni bir bölüm için 5-6 ay beklemesi gerektiğini öğrendiğinde,
kendisini nasıl teskin edecek?

bir süre belki başka uğraşlarla oyalanabileceğini zannedecek.
ama damarları, kasları, beyninin bütün kıvrımları adeta bir bağımlı gibi,
o 2 hafta boyunca yaşadığı zevki,
heyecanı,
bağlılığı geri isteyecek.

bu sefer damardan Prison Break vermeye başlayacak kendine,
sonra zevkine göre artık Heroes, 24,
ne bulursa onu zerk edecek.
İşte belki o zaman,
o da beni anlayabilecek.

çünkü ben bu yollardan geçtim sevgili okurlar,
okul önlerine konuşlanmış torbacılar misali,
acımasızca bana bu CD’leri sunan arkadaşlar tarafından
bu zıkkıma deli gibi alıştırıldım.
ve artık çok mecbur kalmadıkça TV izleyemiyorum.
çünkü artık reklamlara
ya da yeni bölüm için bir hafta sonrayı beklemelere dayanamıyorum.
dolayısıyla akşamları boş kaldığım o az miktardaki kıymetli dakikalarda,
izleyecek bir şey bulamıyorum.

bu durumda bir dükkanın kapısından girip,
" sizde popüler dizilerden hangileri var, tavsiye edebilir misiniz? " demekten başka çare kalmıyor geriye.

şimdi ortalık bulutlanıyor..
geçen haftaya dönüyorum..
yine buna benzer bir " yoksunluk " günü yaşıyorum.
bir an satıcıyla konuşuyorum,
bir an sonra kendimi elimde bir poşet içinde
House ve Gossip Girl’ ün ilk sezonları ile kapıdan çıkarken buluyorum.

bayram tatili de araya girince sağda solda görüp merak ettiğim bu 2 diziyle de tanışma fırsatına sahip oluyorum.
House ile başlıyorum.
ancak House sevdicek tarafından da merak edildiğinden
ve bu nedenle her bölümü beraberce izlememiz gerektiğinden,
House konusunda daha yavaş ilerleyebiliyorum.
ilk sezondan 5 bölüm izliyorum ve
bu 5 bölümün beni hayran bırakmaya çoktan yettiğini anlıyorum.
Hugh Laurie diyorum,
muhteşem oyunculuk ( 2 altın küre ödülü / 1 emmy adaylığı ) diyorum,
zeka dolu mükemmel vaka çözümlemeleri diyorum,
süper kaliteli çekimler,
inanılmaz renk/resim seçimleri
ve başarılı yan karakterler diyorum,
doktorun House olacaksa dahi,
Allah kimseyi hastahaneye düşürmesin diyorum başka da bir şey demiyorum.
ve diziyi izledikçe daha ayrıntılı yorumlar yapma hakkımı sonrası için saklayarak,
sevgili Gossip Girl’ e geçiyorum.

öncelike şunu söylemek istiyorum:
Gossip Girl genel hatlarıyla bir kız dizisi.
izleyen erkeklere saygım sonsuz hatta kanka olmak isterim kendileriyle ama ortalama Türk erkeğine hitap etmeyecek gibi.
o yüzden bu diziyi sevdicekten daha olayın başında izole ettim.
o evde yokken ya da başka odalarla başka şeylerle meşgulken,
tamamen kendi başıma izledim.
konusuna ve atmosferine değineceğim ama belki sonda söylemem gereken şeyi şimdi söyleyeceğim:
90’ larda genç olan kalabalık bir kuşak olarak,
böyle diziler izlemeye ihtiyacımız var bizim.
her daim böyle bir dizimiz kenarda bulunmalı.
kafa yormamalı, sıkmamalı, aklımıza takılmamalı.
ama orada olmalı.
bizim canımız istediğinde izlememiz için sessiz sedasız yayınlanmalı.

çünkü biz alıştırıldık!
neye mi?
Amerika’ nın çok bi zengin ve rahat ailelerinin çocuklarının,
" ne yapsak, kendimize nasıl bir dert yaratsak " dercesine,
sıkılıp sıkılıp çeşitli mecralara aktıkları,
durduk yerde başlarını en olmayacak dertlere soktukları,
kimin elinin kimin cebinde olduğunun belli olmadığı,
ancak döndürülen entrikalar ve çevrilen dolaplar ne denli kirli olursa olsun,
finalde herkesin muhteşem müzikler eşliğinde sarılıp barıştığı dizilere,
küçük yaştan itibaren fena halde alıştırıldık!
ilk " Evimiz Hollywood’ da " ile başladık.
ki bu körpe beyinler için sert bir başlangıç sayılırdı.

annelerimiz babalarımız bize " sen hayatı bilmiyorsun, masumsun, hayat kötü acı şöyle böyle "
gibi öğütlemelere girişirken,
biz çoktan çarpık ilişkileri,
aşırılıkları ve tuhaflıkları tanımıştık.
ve hayatın kötü yüzünü epey tanımış sayıldık.
çünkü örneğin bu dizide,
çok yakın arkadaşız kankayız diyen insanların birbiriyle yatıp kalkmasında kimse bir beis görmüyordu.
ya da 17’ sinde bir çocuk,

eve geldiğinde annesini yatakta bi adamla basabiliyordu
ama gidip bileklerini filan kesmiyordu.
okullardan atılınabiliniyor,
ailenin mal varlığı umarsızca etrafa savrulabiliyor,
trafik kazaları-ölümler-yangınlar-ihanetler gündelik hayatın basit parçaları haline gelebiliyordu.
özünde her şey hafif, tatlı ve uçucuydu.
önemli olan en iyi sevgiliye ve en flaş ilişkiye sahip olmaktı.
diğer insan ilişkileri nasıl olsa halledilirdi.

ardından dünyamıza psikoloji bozma ustası Dawson’s Creek girdi.
bunlar da gençti,
bunlar da güzeldi.
bunların da dertleri hemen hemen aynıydı ama,
bu dizide bazen,
15-16 yaşında karakterlerden, ancak hayatın sırrına ermiş bilgelerin kurabileceği cümleler duyabilirdiniz.
tüm bu bilmiş bilmiş konuşmalarına karşın,
bunlar da ilişkilerini ve " ne hissettiklerini "
- Allahım bitmezdi o ne hissettikleri –
bir türlü çözemezlerdi.
giderler, gelirler,
birbirleriyle " bir gece geçirirler "
sonra uzaklara gidip,
tekrar gelip,
eski sevgilileriyle bir tur daha döner,
ama hala ne hissettiklerini tam bilemezlerdi.

burada bir Joey kişisi vardı ki ayrıca değinmek isterim.
dizideki tüm erkekleri sırayla kanser etti.
peşinden koşturma taktikleri diye bir ders verse kimse " hangi sıfatla? " diyemezdi.
ama tüm bu aşk oyunlarını öyle masum bir yüz ifadesiyle,
öyle bir kafası karışık ama aslında çok bi zeki,
en bi Harvardlara, en bi Yale’ lere, en bi Parislere yakışacak kız havasında gerçekleştirirdi ki,
hepimize hem kendini sevdirir,
kendine asla " hafif kadın " kafası vermez,
ama bu arada beğendiği kim varsa götürür
ve her bölüm bize " acaba kimi seçecek canımız ciğerimiz biricik Joey’ imiz " dedirtirdi.
neyse ki o günlerin cezasını,
gerçek hayatta Tom Cruise ile evlenerek çekti.
bana olan borcunu da verdiği engin taktiklerle ödedi.
bunların zararsız bir kaçını hayatımın gereken bölümlerinde kullandım
ve yararlandım.
bu yüzden kendisine teşekkürlerimi sunarım.

ardından hayatımıza The O.C girdi.
yine zengin mekanlar,
yakışıklı erkekler,
güzel kızlar,
ergen sorunları ve entrikalar vardı.
bunlara ek olarak fonda her zaman mükemmel
ama gerçekten mükemmel müzikler vardı.
Marissa’ sı, Ryan’ ı, Summer’ ı, Cohen’ i derken bu dizinin de birkaç sezon sonra sayfası kapandı.

bu dizilerin en önemli ortak noktası sürekli aşk üçgenlerinin-dörtgenlerinin oluşturulmasıydı.
90210’ da Brenda-Kelly-Dylan,
Dawson’s Creek’ de Joey-Dawson-Pacey
The O.C’ de Marissa-Ryan ve bunların çıktığı bilimum karakterler bu görevi sırtlandı.
O.C’ nin bitmesinin ardındansa kuşağımızın bu anlamda düştüğü ciddi bir boşluk vardı.

ve tüm bu dizilerde yer alan klişeler birleştirilip,
üzerine Sex and The City’ nin teenage versiyonu tozu eklenince,
yani kıyafetler ve mekanlar update edilip,
Gucci, Armani, Prada gibi markalar,
votkalar, martiniler ve ultra lüx partiler aralara serpiştirilince,
ortaya izlenme garantili kremalı pastamsı bir dizi çıktı:
Gossip Girl.

burada da çok zengin çok güzel 2 esas kız var.
Blair ve Serena.
pek zengin pek yakışıklı 2 esas erkek var
Nate ve Chuck.
bir de olaya dışarıdan dahil olmaya çalışan,
ne çok zengin ne de çok güzel olmayan,
aslında sadece sıkıcı olan 2 kardeş var ki,
biri erkek biri dişi:
Jenny ve Dan Humprey.


çok zengin çok güzel kızımız Serena,
parti kızı tadında yaşadığı

ve kendini tamamen kaybettiği birkaç yıllık periyodun ardından,
sarhoş olduğu bir gece en yakın arkadaşı Blair’ in sevgilisi Nate’ le sevişmiştir
- bak bak bak –
bu olayın üzerine birkaç ay şehri terk etmiş,
sonra pişmanlığını yanına alıp cici kız havalarında geri dönmüştür
gelir gelmez hiç de çarpıcı bi yönü olmayan Dan kişisine aşık olmuştur.
bunlar sevgili olurlar ki zaten Dan Serena’ yı yıllardır uzaktan ve küçük Emrah tadında sevmektedir.
Dan ve Serena mutludur ama Blair mutsuzdur,
aldatılmıştır,
en yakın arkadaşı ona kazık atmıştır,
esas oğlan Nate ise hem Blair’ i kaybetmiş,
hem ailesinin ekonomik sorunlarıyla yüzleşmiştir.

bu arada " pure evil " Chuck Bass de Nate’ in kankasıdır.
kendisi sonsuz kötülüğü,

ilginç kıyafetleri ve her şeyiyle ayrıca takip edilecek müthiş bir kişidir.
zaten birkaç bölüm içinde Blair ile yatmakta bir beis görmeyecektir.

böylece kader ağlarını örer,
ortaya yeni aşk üçgenleri dörtgenleri getirilir
ama bu arada kimse birbiriyle tam olarak küsmez çünkü ana karakterlerin hala arkadaş kalması önemlidir.
bu gençlerin aileleri de sütten çıkmış ak kaşık değildir
ve hepsi ayrı entrika içinde ayrı fettanlık peşindedir.

böyle böyle Gossip Girl dünyasının içine girilir.
zaten ilk 10 dakikadan sonra dizinin notu verilmiştir.
hayatımıza yeni bir klişeler yumağı,
yeni bir " Amerikan gençliğinin bitmez sorunları serisi " girdiği bellidir.
bu sorunları izleyip çözmeye çalışırken sıkılmamamız için,
önümüze sürekli doğumgünleri,
yaza merhaba partileri,
yok efendim Noel,
sosyeteye kabul partisi gibi etkinlikler getirilir.

kızlar süslendikçe süslenir,
mekanlar ve müzikler güzelleştikçe güzelleşir,
aşklar,
yalanlar,
okul,
aile,
ilişkiler ve zenginlerin dayanılmaz acıları düzleminde,
" sırf kıyafetlere baksan yeter olm " mantığıyla bölümler ard arda izlenir.

bu dizi size bir şey vermeyecektir.
siz de bu diziye bir şey vermeyeceksinizdir.
dünyayı kurtarmadığınız ve sadece kafanızı boşaltmak istediğiniz zamanlarda,
boş gözlerle ve " vayy be ne biçim yaşıo insanlar " diye diye relax bi halde izleyeceksinizdir.

yine de hayatınızın bir köşesinde,
böyle bir diziye ihtiyaç duyduğunuzu bilirsiniz.
çünkü siz 90210’ ların gençliğisinizdir.

gerekli zamanlarda bir doz gossip Girl alır
ve hayatınıza devam edersiniz.

işte Gossip Girl böyle bir dizidir.