10.11.2011

çizginin diğer tarafına sesleniş..

ı





bu yıl yaşadıklarım,
çok zordu..
bir önceki yazımda bir kısmı var,
aslında dahası da var,
hala yazamadığım.

ama 10 Kasım atlanamaz bir şeydir ya.
söylemek istedim.
hala unutmadım seni.

cep telefonumun ekranında bugün 10 Kasım olduğunu görür görmez içimde çok ince bir şey koptu yine.
bir yerlerde bir şeyler kımıldandı.
bir bıçak kalbime saplanıp çıktı.
kendinden başkası için akıtmaya yaş bulamayan göz pınarlarımda hemen 2 damla yaş tomurcuklandı.

bir de neyi düşündüm biliyor musun?
bu yıl ben farklı bir şeyi biliyorum.
ölümün kıyısına kadar gidilip orada beklenen geceleri.
bir hastahanede ya da bir evde,
bir yatakta uzanmaya çalışıp,
çizginin diğer tarafına geçecek misin yoksa "yaşayanlar"la kalacak mısın? diye düşünmenin ne olduğunu biliyorum.
73 yıl önce bugün sen o çizginin yaşayanlar tarafında son saatlerini geçirmekteydin.
kimbilir ne acılarla.
ne korkularla.
bilinçsiz yattığını sansalar da.
belki sen de biraz daha kalabilmenin derdindeydin.

ben çizginin bu tarafında kaldım o gecelerde.
-en azından şimdilik-
ama şu an yaşıyor musun desen bilmiyorum derim.
ilaçlarla, terapilerle, desteklerle..

hala "yaşayanlar"a bir camın ardından bakıyor gibiyim.
yaşıyor sayılmam senin yaşamaktan anladığına kıyasla.
senin gibi dimdik, senin gibi güçlü, senin gibi mavi olamadım.

ama seni ancak bir insanın kızının özleyebileceği, annesinin özleyebileceği, eşinin özleyebileceği, kardeşinin özleyebileceği kadar özlüyorum, seviyorum.

ben ölene kadar da böyle gidecek bu.
benden başka kimse kalmasa da ben hep böyle kalacağım.

hasretinde, gölgende ve izinde..


rahat uyu.





30.07.2011

bu yazı gözyaşları içinde yazılmıştır.. tek başlık bu..


uzun zaman bekledim bu yazıyı yazabilmek için ama insan bir türlü hazır olamıyor işte..
başıma o kadar büyük bir şey geldi ki..
ben daha "bunun" bana olduğunu kendime itiraf edemedim..
hala kendimi hepsinin bir rüya olmasını umarken buluyorum..

yatacağım,
yeterince bekleyeceğim,
tertemiz bir uykuya dalacağım ve uyanınca..
yanımda uzanan sevgilime bakıp "aşkım çok kötü bi rüya gördüm " diyeceğim..
o da isteksizce dinleyecek..

sonra yine en büyük derdimiz evimizin taksidi olacak,
araba bozulursa nasıl yaptıracağız diye üzüleceğiz en fazla,
çözmekte en fazla zorlandığımız sorun "Arthur'un mamasını almayı unutmuşuz, bu saatte nereden bulacağız?" olacak..

ben en kötü ihtimalle ne yapacağımı hep biliyor olacağım..
ama olmuyor..
ben artık ne yapacağımı bilemiyorum.
ben plan yapamıyorum..

20 Mayıs'ta ilk kez oldu.
ben hayatımda ilk kez,
20 Mayıs 2011'de,
ne yapacağımı gerçekten bilmiyordum!

bir hastanenin bahçesinde,
bir kolumda kayınpederim,
bir kolumda aşkım
"ne yapalım şimdi nereye gidelim" sorularına cevap veremiyordum!
hayatımda ilk defa!
düşünsenize bir..

1 gün önce her şey bambaşkaydı,
bir gün sonra ben orada dikilmiş ağlıyordum!

19 Mayıs tatildi,
mucize eseri ben evdeydim,
mucize eseri nöbet bana düşmemişti iş yerinde,
sevgilim de çalışmıyordu,
hafta içi bir gün ikimiz de evdeyiz,
aylaklık edebiliriz,
istediğimzi yapabiliriz.
mutlu olabiliriz.
belki de hayatımda son kez!

kim bilebilirdi ki..
Arthur beni peşine düşürecek,
ben onu evde kovalarken küçük tuvaletin kapısını çekeceğim,
kapıya takılı spor aleti başıma düşecek ama hiçbir şey olmayacak..
hafif bir şiş,
morluk bile yok..

ama ben korkacağım,
ertesi gün işyerinde bana rahat vermeyecek başımdaki ağrı
ve izin alıp doktora gideceğim,
doktor "nörolojik muayene çok iyi aslında pek gerek yok ama tomografi de çekelim" diyecek.
ben tomografiden döneceğim.
doktorla beraber oturacağız bilgisayarın karşısına.
size tomografiniz üzerinden bir şey göstereceğim diyecek.

-bakın başınıza darbe aldığınız yer burası.
-evet.
-hiçbir sorun yok gördüğünüz gibi.
-evet.
-kafatasınız falan da sağlam çatlama falan yok..
-evet çok iyi.
-aşağı doğru iniyorum şimdi bakın beyin sapında problem yok.
-evet (eee ne gösteriyorsun o zaman diyorum ben de içimden )
-omuriliğin tam başladığı yerde bir sorun var. başka bir şey bu.
-nasıl yani?
-orada olmaması gereken bir şey var..
-evet?
-bakın büyütüyorum görüntüyü. bu kitle omuriliğinize baskı yapmış..
-kitle? derken?
-hemen boyun MR'ı çektirmeniz lazım aşağıya yolluyorum sizi..
-durun ben MR'a giremiyorum.
-çok acil bir konu bu, sanırım anlatamadım. omuriliğinize baskı yapan orada olmaması gereken bir şey var diyorum size!
-tamam baktırırım sonra detaylı. şimdi işe dönmem lazım.
-çok ciddi durum diyorum.
-yani en kötü ne olabilir?
-en kötüsünü söyletmeyin şimdi bana.
-orada kalsa olmaz mı şu an ben hiçbir rahatsızlık hissetmiyorum.
-tomografiye bakarak yorum yaptırmayın bana hayatınız hakkında. acilen MR çektirmeniz gerek diyorum.
-ailem yurtdışıda onlar gelsin çektiririm haftaya (hala durumu kavrayamamışım. fıtık filan gibi bir şey var, beni apar topar ameliyat etmeye çalışıyorlar sanıyorum )
-o zaman kağıt imzalayacasınız burada.
-ne kağıdı?
-doktorum beni uyarmasına rağmen gerekli tetkikleri yaptırmadım. sorumluluk bana ait yazacaksınız.
-ne demek şimdi bu?
-bir haftanın bile önemi var demek..

hala olayın tam farkında olmadan doktorla pazarlık yapıyorum.
yalvar yakar bir açık MR merkezinin kartını alıyorum,
çünkü ben gerçekten ayık halde MR'a giremem.
ama bugün mutlaka çektirip hemen getireceksin sonuçları ben seni hocalarla görüştüreceğim diyor.

hocalar derken?
iyi huylu da çıksa kesinlikle ameliyat olacaksınız diyor...
iyi huylu?..
zaten iyi huylu gibi görünüyor. etrafı kireçlenmiş. uzun zamandır burada demek ki ama bi şikayete yol açmamış. hemen çıkartılırsa...

Allahım tümor bu!
tümor var beynimde.
kafamın içinde tümor var.
ben anlamadan yıllardır büyümüş hem de!
bir de omuriliğe baskı yapıyor.
sakat kalacağım, öleceğim ya da!
ya da sırayla ikisi de olacak..

hastaneden fırlayıp bir taksiyle gidiyorum MR'a..
eşimi arıyorum kapıda, çektiremiyorum tek başıma.
sakinleştiricilerle filan zorla giriyorum açığına bile.
görüntüleri CD'ye attırıp dönüyoruz hastaneye..

bana ilk bakan doktor ve bir radyolog bakıyorlar görüntülere önce.
teşhisten emin olunca,
hocaların hocası diye bahsettikleri bir profesörün odasına giriyoruz.
4-5 doktor bakıyor bana ve haberi veriyorlar:
kafanda tümör var.
beyin zarı tümörü!
menengioma.
omuriliğine baskı yapıyor.
başlangıç seviyesinden hem de.
biraz daha büyüse boyundan aşağısını felç eder.
başka tedavisi yok iyi huylu da olsa ameliyatla çıkarılacak.

hepsi hemfikirler..
rahatlar..
ben ağlıyorum..
olduğum yerde çakılmış bekliyorum..
patolojiye gitmeden anlaşılmaz,
o ancak ameliyattan sonra olur ama,
iyi huylu gibi gözüyor, diyorlar.
2-3 gün içinde ameliyat tarihi verecekler bıraksam.

eşimin kolunda yarı baygın oradan ayrılıyorum.
devlet hastanesine de gidelim diyorum.
özel hastaneler hemen ameliyat ister belki gerek yoktur diyorum hala.
kabullenmiyorum hala..
teşhiste bi yanlışlık vardır diyorum hala!
koskoca profesörlere inanmıyorum!
düşünsenize!
insan başına gelmeden anlamıyor.
ama kabullenmenin neden zor olduğunu ben o saniye idrak ediyorum.
konduramıyorsun!
başka bir doktora gideceksin,
yok canım bişeyin bi fıtık başlangıcın var,
rahatsızlık verirse ameliyat olursun,
hadi dön işine demelerini bekliyorsun.

aynı gün devlet hastanesine de gidiyoruz,
ama devlet hastanesindeki doktor,
daha da soğuk,
teyit ediyor durumu.
eşim, görümcem, kayınpederim, ben,
karşısında dururken yanına çağırıyor bizi:
-siz misiniz? diyor.
ama yüzünde öyle bir bakış var ki.
o zavallı, o çaresiz sen misin der gibi bakıyor.
belki bana öyle geliyor.

-benim..
-omurilik başlangıç seviseyinde tümör var.
-e.. ev.. evet..
-ameliyat olacaksınız. yalnız bu boyundan aşağısını felç eder. (gayet sakin söylüyor bunu )
-nas-nası-nasıl yani kurtulma şansım yok mu?
-zor bi ameliyat. tümör baskı yapıyor.. geçen hafta iki tane yaşlı hasta masada kaldı bu ameliyatta.. ama ilerlemişti onların ki.. elini kolunu sallayarak yürüyerek çıkanlar da oluyor tabi.

gidenler de var.
ama kalanlar da var!
o buz gibi masada narkoz altında yapayalnız ölenler yani!
ya da uyanıp elini kolunu boynundan aşağısını hareket ettiremeyenler!

o hastanenin bahçesine çıkıyoruz.
ve soruyorlar "napalım? nereye gidelim?"
BİLMİYORUM!
HAYATIMDA İLK DEFA NE YAPACAĞIMI BİLMİYORUM.

ağlamak ağlamak ağlamak..
inanamamak...
hele o sabah uyanmaları..
insanın içinde bir ocak yanar mı?
benim göğsümde yanıyor.
uyanır uyanmaz.
içim ateş gibi,
karnıma yayılıyor sancılar,
gerçek fiziksel bir ağrı bu!
içim yanıyor dedikleri işte bu.
o zaman anlıyorum..
keşke hiç anlamasam..
aşk acıları,
yakınları kaybetmek bile buna benzemiyor.
beyninde bir tümör taşımak.
Allah kimseye göstermesin.
tüm samimiyetimle söylüyorum Allah düşmanıma bile vermesin o duyguyu...

sakat mı kalacağım ölecek miyim belli değil ve ben daha 28 yaşındayım!
neden ya neden ben neden neden NEDEN NEDEN NEDENNNNNN..
NAPTIM BEN BUNU HAK EDECEK KADAR!
NAPTIM ALLAHIM NOLUR AFFET GERİ AL BUNU RÜYA OLSUN HEPSİ ALLAHIM NOLUR

o gün 20 Mayıs 2011 Cuma.
benim birinci hayatım bitti.
haftasonu tatili araya girince ben 2 gün bu duyguyla yaşadım.
2 koca gün hiç susmadan ağladım.
annemler Portekiz'deydi, geldiler..
anneme söyleyemedik.
babama da ben söyleyemedim.
ablam söyledi.
pazartesi günü 2 doktordan daha randevu aldık.
ikisi de MR'a baktı.
ben ikisinin karşısında da ağladım.
ikisi de aynı şeyleri tekrarladı.
ameliyat olacaksın!

ama ben bir hafta sonra tatile gidiyordum.
paramız yetmeyecek diye korka korka çok güzel bir otelde rezervasyon yaptırmıştık!
19 Mayıs'tı 3 gün önce,
ben evde eşimle kedimle mutluydum,
kendimi mutsuz sanıyordum ama mutluymuşum ben.
yaşıyormuşum ben!
allahım burda bana nefes yok.
ameliyat filan olamam ben diyorum.
önce planladığım tatile gideceğim ben diyorum.

psikiyatriste görünüyorum,
herkesin yapma etme bir an önce gir ameliyata gir demesine rağmen,
ben yanıma eşimi ve bir kutu yeşil reçeteli ilacımı alıp tatile gidiyorum.
sebebini anlamıyor,
neden bir an önce girmiyorsun diyorlar.
çünkü ben o masadan kalkacağıma inanmıyorum!
kalksam da elimi kolumu kullanamayacağım,
ya da beynim ödem yapacak hasar kalacak kimseyi hatırlayamayacağım,
bitki gibi boş bakacağım belki insanlara,
belki aşık olduğum adamı tanımadan ben, bir hastane odasında onun suratına bakacağım!
belki de bu benim "ben" olarak son 1 haftam.

anlatamıyorum ama yine de gidiyoruz.
Kaş ve Kemer..
eşsiz güzellikler,
tekne gezileri,
Patara, Kekova, Demre, Kaputaş..
ağlasam da,
dönüşte olacaklardan korksam da hepsine gidiyorum..
ve 8 Haziran'da ameliyata girmek üzere 6 Haziran'da İstanbul'a dönüyorum.

ameliyattan önceki 2 gün belki de yaşadığım en zor günlerdi.
anneannemlere gittim..
alışverişe gittim,
hastanede giymek için pijamalar aldım.
son gün sinemaya da gittim belki de son gidişimdir diye.
İstinye Park'ta Karayip Korsanları, 3 boyutlu.

herşeyi denedim ama o göğsümde yanan ocak,
hiç sönmedi.
hele sabah uyanmak!
Allahım nolur kimseye gösterme. başka türlü anlatamıyorum bu duyguyu.
kimse bu duruma düşmesin.

ameliyattan bir gün önce anestezi muayenesine gittim.
o doktorun karşısında da ağladım.
o gün eşimin ateşi çıktı.
soğuk denizlerde yüzmektendir sandım ama üzüntüdenmiş,
ben ameliyata girince düşmüş.
ablamla eşi bize geldiler o gece evde ikimiz oturup oturup düşünmeyelim diye.
tatili filan anlattık,
fotoğraflara baktık.
belki de son günlerim diyorum ben içimden.

sabah babam almaya geldi.
arkada ablamlar,
ben annemden habersiz,
yastığımı ağlaya ağlaya öpüp çıktığım evimin önünden ameliyata gittim.
elimde sevdiceğin yıllar önce hediye aldığı bir ayıcık...

burada doktor hastane ismi filan vermek belki sakıncalıdır,
ama Türkiye'nin en iyi hastanelerinden birinde,
Türkiye'nin en iyi doktorlarından birine ameliyat oldum.
ameliyata girmeden,
odada hazırlıyorlar sizi,
kıyafetlerinizi çıkarttırıp ameliyat elbisesi giydiriyorlar,
varis çorabı giydiriyorlar,
damar yolu açıyorlar..
ben bunları nasıl yaptırdım?
nasıl dayandım..
ağlaya ağlaya..
canımdan can kopa kopa..
hani bi efsane vardır,
sana bir ilaç veriyorlar,
güle oynaya giriyorsun ameliyata diye..
bana öyle bir şey vermediler..
sadece 1 tane xanax verdiler o da o üzüntüye etki metki etmedi..
arkadaşlarım kuzenlerim bayağı bi kalabalık ile beraber gittik ameliyathane kapısına.
görseniz bir film sahnesi zannedersiniz..
ben son an kapıda yatakta yatarken "yol bitti mi geldik mi?" diyorum telaşla..
evet burası diyorlar.
"ne olur girmeden bi vedalaşayım son kez sarılacağım durun" diye haykırıyorum.
duruyorlar.
deli gibi ağlıyorum artık zaten narkoz vermeseler de bayılacağım neredeyse.
eşimi kendime çekip Arthur sana emanet diyorum.
öpüyorum kokluyorum..
Allahım nolur bi daha yaşatma!
o da ağlıyor.
kaçıyor artık kollarımın arasından yoksa giremeyeceğim.
sonradan anlatıyor ben ameliyata girince kopmuş zaten arkadan herkes..
ağlamayan kalmamış..
yönetmen orada "tamam" dese bitecek bir film gibi..
zaten böyle şeyler sadece filmlerde olur di mi?..
biri evet desin..
ama demiyor..

bir gün önce karşısında "uyanamamaktan korkuyorum ben" diye ağladığım kadın,
anestezi uzmanı,
melek gibi,
tatlı rüyalar göreceksin ve uyanacaksın korkma demişti bana..
ameliyathaneye girer girmez,
"şimdi tatlı rüyalar başlayacak" diyor...
benim korkum narkozu son anda vermeleri.
yani saçlarımın kazınmasını (enseden bir bölüm) masaya sabitlenmemi filan bekleyecek olmam.
Allahıma çok şükür ki narkozu hemen veriyorlar.
kapkaranlığa sürükleniyorum ve sonra ilk hatırladığım eşimin ismini haykırarak kalkmaya çalışışım!
o yanımda dikiliyor zannetim bir an.
öyle değilmiş.
hayalmiş.
kafanızı kaldırmayın lütfen diyorlar.
ameliyat bitti mi dediğimi hatırlıyorum.
bitti diyorlar.
doktorun ellerine sarılıyorum.
bana 15 sn kadar gelen bir süre tekrar kendimden geçmişim.
sonra tekrar gözümü açtım.
1 saliselik zaman dilmi içinde aklıma ellerim ayaklarım geldi.
oynatabiliyordum!
onu anladım...
sonra da zaten bağırmaya başladım.
kafamdaki korkunç ağrıyı çünkü o zaman algıladım.
sanki kafamı ortadan yarmışlar ve kapatmamışlar.
öyle beynim açıkta kafamda baltayla filan duruyormuşum gibi bir ağrı.

4 saat aralıksız bağırdım.
yoğun bakımda.
5 dk. için yanıma bir kaç yakınım geldi gitti ama ben hep bağırdım.
ağrı dayanılmazdı.
benzer ameliyat geçirecekler varsa isterlerse buraları okumasınlar.
bünyeden bünyeye değişirmiş tabi ama ilk gece inanılmaz bir ağrı oluyor.
nörolojik vaka olduğunuz için uyutmuyorlar.
ağrı kesicileri son haddine kadar verdik dediler,
ama ben tam 4 saat aralıksız bağırdım.
ne kadar ayıp hastanede bağırılmaz falan denilecek gibi değil.
hani birisi kolunuzu alıp büker falan da istemsiz bağırırsınız ya.
bağırmadan durulmayacak kadar ağrıdı.

ilk gece yoğun bakımda geçiyor.
yanınızda bir yakınınız da olmuyor.
doktorlara bayıltın beni ölmeye razıyım diye yalvardım ama bayıltmadılar.
sabaha kadar o ağrıyla yaşadım.
sabah o büyük ağrı geçmişti ama yerine yine hatırı sayılacak bir ağrı bırakmıştı.
5 gün hastanede yattım,
ameliyat sonrası da 1,5 ay kadar geçti ama hala ağrılarım geçmedi.
biraz azaldı ama hala boynumu tam hareket ettiremiyorum.
uyuyacak bir pozisyon bulamıyorum.
kafamın arkası hala uyuşuk,
bacağımın üzerine yatmışım da karıncalanmış gibi..

hastane günlerimi sonraki olayları filan artık bu yazıda anlatamayacağım,
ama gerçekten zor bir sürecin içindeyim.
ameliyattan beri hiçbir gece 1 saatten fazla uyumadım.
15 dk dalıyorum sonra 3-4 saat uykusuzum.
işten ayrıldım.
günlerim başıma neden bu felaketin geldiğini ve bundan sonra ne olacağını düşünmekle geçiyor.
kendimi oyalamak için herşeyi yapıyorum ama sorular gitmiyor.
neden oldu bu bende?
tekrar olmaması için ne yapmalıyım.
bu soruların yanıtları yok.
patoloji sonucum iyi huylu çıktı.
çok şükür.
zaten kötü huylusunda ortalama yaşam süresi 5-6 ay diyor nöroloji sitelerinde.
iyi huylularda..
%20'si 10 yıl içinde tekrar edebilirmiş.

şu an benim tedavim durdu.
tümör alındı.
MR çekildi.
tamamı alınmış.
şimdi yapacağım ameliyattan kaynaklanan sorunların iyileşmesine uğraşmak.
ve 1 yıl sonra çekilecek MR'I beklemek.
o temiz çıkarsa 1 yıl sonrakini..
sonra...

kısacası çok karanlık bir yola girdim ben.
her an acaba şu an tekrar içimde bi lanet tomurcuklanıyor mu,
bir daha o acıları yaşayacak mıyım diye düşünüyorum.
her gün her saat her dakika her saniye..
düşünün bir!
daha da kötüsü bir daha olursa kötü huylu olabilirmiş,
yayılım gösterebilirmiş,
beynin farklı bir noktasında da olabilirmiş..

Allahım nolur bir daha gösterme..
ben artık iyileşeyim.

eski ben olayım, unutayım diyorum ama olmuyor.
benim artık birinci hayatım bitti.
tekrar olacak mı olursa da daha kötüsü mü olacak diye bir bekleyişe dönüştü benim hayatım.
hiç olmadığım kadar mutsuz, umutsuz ve psikolojik durumumun düzeleceğinden inançsızım.
belki 5 yıl sorunsuz yaşayacağım ama ya sonra?
ya sonra tekrar gelirse.
ben bir daha nasıl mutlu olacağım Allahım nasıl hayata tutunacağım.
bilen varsa yol göstersin bunca acı unutulur mu?
olmaz bir daha boşver denilip hiçbir şey olmamış gibi yola devam edilir mi?

bana edilmez gibi geliyor..
bir gün bir MR sonrası başıma daha gelecekler var gibi geliyor.
korkunç ağrılara korkunç üzüntülere uzanıyor benim yolum..
nasıl dayanacağım..
Allahım nolur rüya olsun.

bunlar benim başıma gelmemiş olsun ne olur..

düzelmesinin başka yolu yok bunun..
bir daha mutlu olmamın başka yolu yok..




15.02.2011

kadehindeki zehir..



hayatımda bi ilki yaşıorum.
hep merak ederdim sabaha kadar nasıl duruyorlar,
düz uyuyolar mı yoksa görev bilinciyle hep bi "sandalye tepesi-tek göz açık" durumu mu var diye.
evet refakatçilerden bahsediyorum.
hayatımda ilk kez refakatçi oldum.
(şu an, halihazırda öyleyim.
live refakatçi yani.)

hep aileden başka bi kadın-adam çıkardı bu işi yapacak,
çevremde "birinin hasteneye yatması olayı" gerçekleştiğinde.
ben de bazen sevinir bazen de "o" olmak isterdim.
herkes gittikten sonra geriye kalan.

hikaye güzel başlamıştı aslında.
zaman sevgililer günü arifesiydi:
11 şubat cuma.
hiçbir plan yokken ortada -ne hediye ne yemek ne başka bir şey-
ne yapacağız diye düşünmeye karar verdik.

ikimizin de canı pazartesiye denk gelen Sevgililer Günü'nde,
normalin 2 katı fiyat çekeceğini bildiğimiz yerlere gidip,
"romantik olunacak, ol!" emri ile yemek yemeye çalışmak istemiyordu.

ama mesela, belki haftasonu şehirdışına kaçılabilirdi.
örneğin balayımızı geçirdiğimiz Abant'a gidilebilirdi.
hatta madem klişeden kaçıyoruz,
arkadaşlarımız da bizimle birlikte gelebilirdi!

bu düşünceyle hemen arkadaşlarımızı aradık
ve o an acı gerçekle karşı karşıya kaldık:
okullar tatildi, saat 01.00'di ve bir cumartesi günü Abant'ta yer bulmak için artık çok geçti!

5 odalı küçücük pansiyonları bile aradık ama tabii ki avcumuzu yaladık!
yok yok yoktu işte.
sonra aklımıza Abant'a yakın bir yerde kalmak geldi
ve yer bulabilmemiz bu muhteşem fikir sayesinde mümkün olabildi.
artık istikamet belliydi: boş otel bulduğumuz tek yakın yere,
Mudurnu'ya gidecektik.

gece 03.00'te bavula 3-4 parça bi şey atıp ancak yatabilmiştim.
sabah 07.00'de kalkıp yarım gün işe gittim.
13.00 gibi de arkadaşlarımızı evinden alıp bizim Toruk Macto'yla yola çıktık.

yolda 4 kişi.
kah iğrenç acayip berbat espriler yaparak,
kah marş-şarkı-türkü Allah ne verdiyse söyleyerek Mudurnu'ya ulaştık.
yola zor çıkabildiğimiz için saat geç olmuştu.
biz de şirin mi küçük,
otantik mi ahşap otelimize çantaları bırakıp kendimizi Mudurnu sokaklarına attık.

Mudurnu küçük, kendi içine kapanık yaşadığını tahmin ettiğimiz bir yer.
Safranbolu evlerini çağrıştıran evleriyle, parke taşlı dar sokaklarıyla şirin bir yer.
fakat minicik bir yer!
o sebeple dolaşma faslı çabuk bitti.
biz de oranın en meşhur şeyinin o olduğunu fark edip,
taptaze leplezzitli oporagnik mis gibi tavuk yemekleri yedik.
bir de keşli cevizli erişte.
o da "biraz" yağlı olmakla birlikte lezzetli bir şeydi.

yemekten sonra otelimize dönüp,
4 arkadaş bir arada olmanın gerektirdiği kağıt oynama,
okey oynama, muhabbet etme, Türkiye'yi kurtarma gibi tüm görevleri gerçekleştirdik.
Ertesi gün 09.00'da kahvaltıya inip,
nefis köy kahvaltısını midelerimize indirdik.

(bu arada sevdicek ben kötüyüm,
biraz ateşim var filan diyo ama,
ben hafif bi grip başlangıcıdır falan diye pek üstünde durmuyorum.)

ilk olarak Abant'a gittik.
İstanbul'da bu yıl kar görmemiştik,
bu yüzden orada kar olduğunu sevinçle fark ettik.
önce şambrelle kaydık,
sonra buz tutmuş gölün üzerinde durup footğraf çektirdik.

Abant'tan sıkılınca Gölcük'e gittik, ( Bolu Gölcük tabii ki)
orada da 1,5 saat kadar dolaşıp,
sonra dönüş yoluna koyulmaya karar verdik.

Bolu Dağı'ndan geçerken sucuk ekmek yiyerek,
yolda rastladığımız "doğal ürün marketleri"nden alışveriş ederek,
İstanbul'a geldik.

sevdicek hala ben kötüyüm ateşim var filan diyordu ama
genel gidişatı hala sanki kapsamlı bir üşütme durumunu gösteriyordu.
son olarak ona bir ağrı kesici içirdim
ve uyudum.
sabah kalktığımda ateşi hiç düşmemişti,
aksine yanımda tir tir titremekteydi.
işyerinden izin istedim,
hastaneye geldik,
4-5 tahlil röntgen tomografi derken beklemediğimiz teşhis geldi,
sevdicek zatürreydi!

şimdilerde tedavisi kolaylaşmış da olsa sonuşta ciddi bir hastalık,
en azından bayağı bayağı hastalık.

soğuk almışsınız diyip

elimize bir kaç ilaç vererek bizi evimize göndereceğini sandığımız doktor,
önündeki kağıda en az 3 gün yatış yazınca acı gerçekle karşı karşıya geldik.

Sevgililer Günü'nü hastanede geçirdik,
galiba daha 3 gün de buradayız.
bu süre sonunda da en azından taburcu olacak kadar kendini toparlaması için duacıyız!

sonuç olarak sadece hayatımda ilk kez refakatçilik yapmıyorum,
ilk kez bir Sevgililer Günü'nü hastanede acı çeken bir sevdicekle geçiriyorum.

duygularım karmakarışık,
çok yorgun ve uykusuzum.
bana uygun görecekleri refakatçi yatağında uyuyabilecek miyim,
onu merak ediorum..




6.02.2011

pardon,ciddi olmalıydık di mi? çünkü hayat öyle!


birine gözlerini kalp yapıp bakmak çok mu zor?

hele ki karşındakinin tek isteği buysa..



5.02.2011

tam şu anda neler oluyor?


%15 zam aldım diye ablama telefon açacak hale gelmişim.
%15!
eskiden 20leri 25leri beğenmezken,
son 2 senedir %6lar %7ler vurulunca yüzümüze,
%15'i nereye koyacağımı bilemedim tabi.

Allah hayırlısıyla harcamayı nasip etsin.
Amin!

bu arada psikolojim o kadar kötü ki,
artık kendi kendime düşüncelerimin hastalıklı olduğunu tespit edebiliyorum,
yani bir psikolog edasıyla kendime dışardan bakabiliyorum.
yuh yani bu düşünceyi nerden kafana getirdin yerleştirdin,
bu resmen paranoya filan diyebiliyorum kendi kendime.
fakat bunlara hala bir çözüm bulamıyorum.
tespit var tedavi yok anlayacağınız
ve ben artık "normal düşünce" neydi onu unuttuğum bir yolda ilerliyorum.
insan her sabah mutsuz uyanır mı?
walla oluyor.

artık işi espriye vurdum.
biri kafamı attırınca "bulaşmayın elin şizofrenine, obsesifine, psikolojik manyağına" diyorum kendim için.
bunun bir adım sonrasında kendimi kolumda bir iğneyle bir kliniğe yatırılmış bulacağım sanırım.

bu arada yolum hastaneye de düştü ama başka bir şey için.
günlerdir süren boğaz ağrısı bugün ateş de yapınca,
bana Alman Hastanesi yolları göründü.
bademciklerim şişmiş.
hay bin kunduz!
şimdi sırası mıydı?
ay sonu ve yılın zam zamanı ve cuma yani her türlü işte olmam gereken bir gün!
ama ateşler içinde önce doktora koşmak
sonra 2 saat yol yapıp eve gelmek zorunda kaldım.

ilaç kürü ve ılık bi banyodan sonra şimdi biraz iyi gibi miyim?
yok baktım da hala değilim.
yutkunamıyorum ulan!
o çok koyuyo.
yoksa ateş dediğin şey bildiğin alkol kafası.

Beyaz'ı açtım biraz önce,
Mehmet Günsur'la yeni filminden arkadaşları çıkmış.
bi fransız filminde oynamak için yarın Kamboçya'ya gidiomuş,
onu anlatıo.
way way way!
biz de iş yapıyoruz diye geçiniyoruz.
Amerika saplantım yok sadece mutlu olduğum işleri yapmak istiyorum dedi.
yürü be kim tutar seni.

ben de sadece mutlu olduğum işler yapmak istiyorum.
mutluluğun ne olduğunu hatırlamak istiyorum.

ha etrafa gülücükler saçmıyor muyum?
saçıyorum ama mutluluktan değil.
kendimi nedense devam etmek zorunda hissettiğimden,
bi şeyleri hafife alıyormuşum gibi takılmak işime geliyor.

aylardır gerçekten gülmedim oysa.


27.01.2011

mükemmelim! en büyük yalan.


olmadığım biri gibi davranmaktan yoruldum artık.
önümden geçenleri yakasından tutarak kendime doğru çevirip "ben buyum ulan!" demek istiyorum.
-evet "ulan"-

sade,
sevgi çiçeği,
adeta bir geçmiş bahar mimozası değilim ben.
içimde volkanlar patlıyor -hala!-
düz değilim, düğümsüz değilim ya da tek renk.

içimde ne gökkuşakları ne uçurumlar var benim.
tek göreceğiniz bir cennet bahçesi değil.
bazı sokaklarım karanlık ya da sizin "normal" kabul ettiklerinizle uymuyorsa,
kendi içimden çekilip gitmeli miyim?
bir yaş ya da statü meselesi midir,
birdenbire karakter değiştirivermek.
ben yapamıyorum.

peki dünyanın en hatasız insanının sizinle birlikte yaşaması!
öyle ki ona baktıkça kendimde tuhaflık arıyorum.
geçen gün insanların arkadaşlarını satabileceği gibi bi şey söyledim de,
anında ağzımın payını verdi.

ben aşık olduğum insan hariç herkesten vazgeçebilirim oysa!
"şu an aşık olduğun kişi benim herhalde?
günün birinde başkasına aşık olursan beni de satabilirsin o halde?"
dedi.
ben de "zaten başkasına aşık olmuşsam ne yapacaksın ki beni?" gibi bi şeyler geveledim.

(zaten ona aşıkken kalbime başkası giremez ki )

dürüstlükten öleceğim,
konu karakterimi analiz etmeye geldiğinde.
halbuki allayıp pullasam kendimi herkes inanır
ve bana tapar belki de!
"ailem ve arkadaşlarım ve eşime aynı/eşit/tıpatıp sevgi duyarım,
hepsine gerekli özeni gösteririm,
kimseyi kırmam,
hata yapmam,
bütttün toplum kuralları baştacımdır,
inci kolyem ve topuz saçlarımla ilerde olacağım kusursuz anneliğin
timsaliyimdir" diye ben de demeçlemeyi bilirim.

ama benim dilim 2 karış olmak zorunda heryerde!
insan dediğimiz şey kusurlu bir yaratık,
ben de insan olduğum için,
hatalarım oluyor haliyle,
ama sevdiceğin ağzından duyunca yaptıklarım olduğundan daha korkunç görünüyor gözüme.
sanki dünyada yalnız ben hata yapmışım gibi hissediyorum.
kendi yanlışlarımı onun gözünden görünce karşımda olduklarından hektarlarca büyük görünmeleri dışında,
insanların "başına gelme olasılığı bulunan" durumlardan teorik olarak bahsetsem de şu ifade çarpılıyor yüzüme:
"bunu düşünmüş olman bile çok yanlış bir davranış!"

yalnız gözümde bu denli "bay doğru" yerine koyduğum sevdiceğim,
gün gelip de beni aldatmaya kalkarsa,
ortalama aldatılma acısıx100.000 gibi bi acı yaşatır bana.
(bunu daha önce söylemiş olabilirim,
ama gerçekten öyle )

düşünsenize kime güvenebilirim o saaten sonra!

18.01.2011

Go Sheldon Go!


Yaşasınnnnnn...
Şu sıkıntılı (hakkında yazmak dahi istemediğim) gündemde,
güzel bir şey buldum sonunda.

Canımız ciğerimiz Jim Parsons yani The Big Bang Theory'den Sheldon,
dün gece Golden Globe kazanmış.

İşte bu da resmi:





We love you Sheldonnnnn..


12.01.2011

veda-2


bazen çevrene bi dolu insan toplarsın,
"avcı hikayelerine" benzer bir hikaye uydurursun,
tadını çıkara çıkara bu yalana onları inandırırsın,
biraz da dallandırıp budaklandırırsın ki uydurma olduğu çakılmasın.
(küsüratlı sallayayım ki yalan olduğu anlaşılmasın ekolü )
gayet inandırıcı giderken,
hikayenin can alıcı bir yerinde öyle bir şey söylersin ki,
yalanın anlaşılır,
artık o cümleden sonra tüm olay örgüsünün inandırıcılığı kaybolur,
sapır sapır dökülürsün.
mesela:
"bizim müdür birden ayaklarıma kapanıp salya sümük ağlamaya başlamasın mı?"
"kız bana yalvardı abi noolur akşam bende kal diye, ama ben yanaşmadım tabi abi"
veya "zamanında trilyonlar teklif ettiler kabul etmedim"
gibi.


şimdi ilerde torun torba sahibi olursak,
onlara Galatasaray ruhunu aşılamaya çalışacağız ya,
Ali Sami Yen Stadı'nın kapanış maçını da katacağız elbet anlattıklarımıza..

çok duygusal bir atmosfer vardı yavrum,
diye başlayacağız..
saatler öncesinden başladı herşey,
efsaneler maç yaptı önce,
sonra konuşmalar yapıldı,
eski-yeni futbolcular, yöneticiler bir çok değerimiz yanyanaydı,
ışık gösterileri, danslar, tezahüratlar vardı,
diyeceğiz..

çocuklarımız,
torunlarımız,
bunları dinleyip:
-vay beee, diyecekler.
hikayenin devamına geçeceğiz:
-21:30'da maç başladı.
iyi oynamıyorduk,
stadın yıkılacak olmasının hüznü vardı belki de üzerimizde,
belki de bazı futbolcular bilmiyordu taşıdığı formanın değerini,
diyeceğiz.

erken bir gol yedik,
moralimiz bozulmuştu ama çok da umursamıyorduk,
çünkü oradaki sıradan bir kupa maçı değildi,
stadımıza veda ediyorduk biz ve o an sahada bulunan 11 kişiyi değil,
gelmiş geçmiş Galatasaray'a emeği geçen herkesi selamlıyorduk,
diye ekleyeceğiz.

yine de buruk bir tadla sevgilimizden ayrılmak istemiyorduk
ve bir galibiyet bekliyorduk..
gol bekliyorduk..
golü özlüyorduk kiiiiiii,
dediğimizde,
güzel gözlerinde kocaman heyecanlarla "evetttt sonra nooooldu?" diye soracaklar.
"tam o anda Servet röveşata golü attı yavrularım" diye cevap vereceğiz.
torunlarımız o dakika bizlere inançlarını yitirip
"utanmıyor musun küçücük çocuğu kandırmaya. biz bile yemeyiz bunu" diyerek,
belki de bize küsecekler.
çünkü nesilden nesile bilgi aktarımı sayesinde,
onlar dahi Servet'in röveşata golü atamayacağını bilecekler.

oysa ki biz doğru söylüyor olacağız!
evet belki gözlerimize inanamadık ama dün Servet röveşata golü attı.
bu kelimelerin yan yana gelmesi bile şaka gibi ama napalım,
torunlarımız bize inanmayacak da olsa,
gerçek öyle..
(stadyum geçersiz bir işlem yürüttü ve kapatılacak.)

arkasından Arda'nın golü geldi öne geçtik,
sonra da transferi tartışma yaratan Kazım'ın golüyle farkı 2'ye çıkartıp,
maçı 3-1 önde bitirdik..
işte "futbolda herşey var" derken insanlar neyi kast ediyorlar.
anladınız siz onu..

(yalnız önce hazırlık maçında Sabri'nin -evet Sabri'nin- gol atması,
arkasından da bu maçtaki Servet mucizesi,
tüm bunlara doğaüstü olaylar diyip geçioruz ama,
ya bunlar 2012'deki kıyametin habercileri değil de,
Hagi'nin takıma getirdikleri ise?
teknik direktörlüğü zayıf dediğimiz efsane futbolcumuz,
ya bunlardan bile faydalanabilecek bi futbol dahisiyse?
o zaman Hagi için de umutlanabilir,
teknik direktörümüzü bulduk diyebiliriz.
ama henüz çogerken erman )


bi de bi şey keşfettim onu söyleyip gideceğim.
herhangi bir takım taraftarı,
tuttuğu takım maçta geriye düştüğünde inanılmaz bir stres yaşıyor ya.
başlıyor oyunculara saymaya,
böyle mi oynanır ne hallere düştük vs diye.

yeniliyor olmanın psikolojisiyle geriliyor geriliyor geriliyoooor..
pat! takımı bi gol buluyor sonunda.

işte orada sahte bi "keşke gol atmasaydık, ibret olurdu belki bizimkilere" söylenmesi filan oluyor da,
ben yüzlerindeki kasılmanın azalmasına bakıp
"ohhh be gol attık" hazzını yaşadıklarını anında anlıyorum.
o yüzden gol atınca sevinmemiş numarası yapmayın piliiz.
itiraf edin, bi rahatlama oluo.

son söz:
yahu ben Kazım'ı febede iken hiiiç mi hiç sevmezdim.
ama bakınca sarı-kırmızılı formayla biraz daha çekilir mi olmuş ne?
ahahahaha..
Cem Yılmaz'ın dediği gibi: yanlış anlamayın, forma sevdiriyor..

şaka bir yana dün iyi oynadı filan ama,
ben Kazım'a şimdilik güvenemiyorum.
önemli maçlardaki performansına ve devamlılığına bakıp yorumumu sezon sonuna bırakacağım diyorum.
zaten dalga geçmek için apartta bekleyen -başta sevdicek- fenerliler var.


bizi sevenleri üzmeyelim baba..




11.01.2011

veda..


zerre kadar üzüntüm yoktu..
hatta "kurtuluyoruz" diye seviniyordum..

eskiydi, köhneydi, bize yakışmıyordu..

evet, Ali Sami Yen Stadyumu'ndan bahsediyorum..
veda günü gelip çatıncaya kadar ayrılığın bu kadar zor olacağını tahmin etmiyordum..

iyiye, güzele doğru koşuyorsa insan,
fark edemiyor geride bıraktıklarına duyduğu bağlılığı..

oysa 1,5 sene yaşadığım Mecidiyeköy'e gitmeye bir anlam katan bile oymuş,
bunu anlıyorum..

iş çıkışlarında,
tüm günün yorgunluğunu,
çalışma hayatının zorluğunu,
hayat mücadelesini omuzlarımda en çok hissettiğim saatlerde,
metrodan inip 1-2 adım atınca stadımızı görüp,

kendi kendime "en azından Galatasaray var" derdim..

hele bir de o gün maç varsa!
etrafta atkılı-bereli tezahürat yapan aslanları gördükçe içim ısınırdı.

hayatın tüm pisliğine rağmen gülümserdim.
bana herşeyi unuttururdu mabedim..

neler yaşattı,
ne başarılar,
ne kupalar,
ne yıldızlar gördü o stad..

başka bir yerde maç yapacak olmak değil de,
yıkılacak olması çok koyuyor bana!
evet belki artık aktif kullanılması rasyonel değildi,
ama yine de müze gibi bir hale getirilip,
ayakta kalmalıydı sanki..

günümüzün vahşi kapitalizminde bunu hayal etmek bile çocukça belki de..
ama yine de Ali Sami Yen var olmalıydı Mecidiyeköy'deki yerinde..

sanki son anda bir şey olacak..
stadıma kepçelerin vurmaya cüret ettiği an,
Hulusi Kentmen tipi bi zengin çıkacak ortaya..
ben her hakkını satın aldım,
bu stadı da yıllardır her cefasını çekmiş taraftarına armağan ediyorum diyecek.
ahh keşke her şey Yeşilçam filmi naifliğinde olsa..

seviyoruz unutmayacağız seni canımız stadımız..
yaşattıklarınla, hatırlattıklarla hep kalacaksın kalbimizde!
ait olduğun en güzide yerinde!

çok zor be!..

5.01.2011

gerçek mutsuzluk..


2009'un sonunda ne kadar güzel yazmışım,
ne kadar mutluymuşum,
yazının ismi bile "gerçek mutluluk!"..

bak sen iddiaya..
2010 da muhteşem geçsin diye buyurmuşum bir de..
evet geçti..
ama üzerimden silindir gibi geçti..

ev aldım araba aldım diye sevindirik olmuşken geçtiğimiz yılbaşı,
bu yıl bunların masrafları-ödemeleri altında ezildim..

ve ofis hayatı!

bu ödemeler yüzünden işime eskisinden daha mecbur olduğumdan mıdır bilmiyorum,
ama bu yıl işyerinde herşey daha da beterleşti.

maaşlar doğru düzgün artmadı,
cumartesileri zaten çalışıyoruz
ve açıktan açığa olmasa da sürekli "mobbing" le karşı karşıya kalıyoruz.
devamlı bir "siz önemli değilsiniz, giderseniz binlerce işsiz kapıda!" vurgusu.
sürekli yaşatılan,
"bir şey talep etmeyin, ederseniz bitersiniz, yerinize sizden daha ucuza çalışmaya hazır bir ordu var dışarda" duygusu!

2010 benim için sadece bununla dolu geçti.
haftada 6 gün çalışıyorum.
haftaiçi 20:30'da evde oluyorum.
sabah da evden 06:30'da çıkıyorum.
yani evden karanlıkta çıkıp karanlıkta giriyorum.
üzerine de hak ettiğim parayı alamıyorum.
tüm hayatımı vermeme rağmen!


bu yoğun tempoda yani haftada sadece 1 gün (pazar) bana kalırken
ve bu günde de temizlik mi yapayım yaşamaya mı çalışayım diye düşünürken
bazen içimi kaplayan "benim çocuğum olmayacak mı?" korkusu.
evet vakitsizlikten çocuk sahibi olamama durumu!

düşünsenize kapitalizmin geldiği boyutu!
size çocuğunuza bakabileceğiniz bir zaman bırakmadığı
ve onu rahatça yetiştirebileceğiniz parayı kazandırmadığı için,
29 yaşında ve 3 yıllık evliyken bile çocuk sahibi olmayı düşünemiyorsunuz!


evet ölmez de yaşarsak bu yıl evliliğimiz 3. yılını dolduracak.
beraberliğimizin de 10. yılı!
ama ben sevinemiyorum,
çünkü o günleri kutlamak için plan bile yapamıyorum.

evet biliyorum çok doldum bu yüzden 1 aydır bir şey yazamıyorum,
üretemiyorum,
vaziyete çözüm bulamıyorum.
sırf bu sebeplerden psikolojim bozuldu
ve özellikle yaz aylarından beri varoluş kaygılarıyla ,
boşluklarla,
depresyonla savaşıyorum.

sonu soğuk toprağın altına girmekle bitecek bu sıkıntıların anlamı ne? diyorum,
bulamıyorum.

2011'e mutsuz, umutsuz, yaralar içinde giriyorum..