3.11.2007

....


bi dolu bayrağı önümüze bırakıp,
gülümsediler melekler..
siz bunları bütün evlerin camlarına,
balkonlarına,
duvarlarına asın dediler..
ve çekip gittiler..


biz de astık hepsini..
birkaç cadde kapatıp,
1 – 2 "tören yürüyüşü" gerçekleştirdik
( sahi? var mı böyle bir sözcüksel küme?
bak şimdi!
sözcüksel küme ne be! )

yağmuru kafamıza kafamıza yiyip,
trafiklerde bekledik..
işte böyle geçti 29 ekim..

haftasonu yazısını yarıda kesmiştim.
o yüzden biraz bahsedeyim dedim..
bunun dışında bilmeye değer olan "yaşamın kıyısında" ya gittiğimiz..
izlediğimiz..
beğendiğimiz..
( - oscarlara gider inşallah..
- amin amin )

onun dışında,
arkadaşlar,
oyun,
maç vs..
her zamanki gibi hızlı haftasonları işte..

ben haftaiçi ofiste,
haftasonu gezmede,
artık sürekli hale gelen bir uykusuzluk durumu bünyede..
yine de koşturup durmayı seviyorum..
hoşuma giden şeyleri yaptığımda özellikle..

insan yaşadığını hissediyor hareket haline geçtiğinde,
durduğundaysa yaşlandığını..
siz hangisi hissetmeyi tercih ederdiniz ki?

bu arada ne mi oluyor?
yağmur yağıyor..
Galatasaray Denizli'yi 3 günde bir yenmeye devam ediyor..
işyerine daha 3 gün önce başlayan kız,
"aa saatlerimiz aynıymış, gel tokuşturalım" diyor..
bu cümle
ve akabinde,
benim "nooluyo" bile dememe zaman kalmadan gelen
"tokuşturma hareketi" bünyemde büyük şoklara neden oluyor..
bir kere pişti olmayı sevmem bu bir..
gel bilmemnelerimizi tokuşturalım,
hadi bugün ikimiz de pembe giyinelim tarzı "kızsal cıvıklıklardan" hiç hoşlanmam,
hatta kız muhabbetlerinin %90’ından hoşlanmam bu iki..
ayrıca sevgi kelebeği gülümsemelerden tiksinirim bu üç..

hem,
çok bayılmasam da,
"iyi arkadaşım sayılabilir" diyeceğim bir kızla,
inanılmaz bir arkadan vurma hikayesi yüzünden küsmüşüm,
"bu da yapılmaz artık, adilik bu yaptığı!" filan diye dehşetlerdeyim,
şimdi hiç şirine moduna geçemeyeceğim!
ama bir anda kızın yüzüne bunlar söylenemiyor tabi..
mimiklerine benzer mimiklerle karşılık vermeye çalışılıp,
çabuklaştırılmış bir gülümsemeyle olay yerinden hızla uzaklaşılıyor..

hayat da,
böyle bir şey değil mi zaten?

28.10.2007

gün özeti...


selam.keyifler nasıl?geçen haftaki tatsızlıklardan sonra bir nebze olsun düzeldi mi?

ben dünden beri 3 günlük bir tatil yaşayacak olmanın sevinci içindeydim..

ama ilk günü şimdiden geçip gitti bile!
kahrolsun tatil günlerine gözümüzde bu kadar kısa bir boyut biçen zaman terzisi!

bizim için "boş" sayılan 1 günü değerlendirmek için her zaman ne yapıyorsak,

bugün de onları yaptık..s
inemaya gittik.
"kefaret" i izledik..
bazı sahneler çok etkileyici,kostümler,çekim açıları,kısacası her türlü sanat yönetimi vs çok iyiydi de,
biz senaryoda açıkçası öyle çok güzel bir yan bulamadık..
çoğu yönüyle sıradandı..
ama izlerken de sıkmadı..
2. dünya savaşı sırasında geçen aşk öykülerini seviyorsanız,izleyebilirsiniz..

sonra yemek yedik,

sağda solda gezinip cafelerde oturduk,
ekvator' da febenin maçını izledik filan ama,
ben hiç adetim olmadığı halde,
bu aktivitelerin çoğu boyunca sevgilimin omzunda uyukladım..

sebebini bilmiyorum ama,
gözkapaklarım günün büyük bölümünde kapalı kaldılar..

o nedenle yazıyı kısa tutup biraz uyumalıyım şimdi....

yarını da bu şekilde geçirmek istemiyorum çünkü..

gelirim yine..


23.10.2007

Açma Kapıyı!


kapılara bakmak yok artık.
yaklaşan bir adım sesiyle sevinivermek yok..
"sürpriz mi yaptın bana?" diyerek boynuna atlayıvermek..
her yeşil gölgeye "sevdiğim, sen misin?" diye koşmak yok..

12 kişinin sevdiği,
12 kişinin "yeşil gölgesi",
aslanı,
aşkı,
evladı,
kardeşi,
artık kimiyse beklediği,
o,
artık yok..

başıma gelse dayanamam..
başkalarının başına geldiğinde bile katlanamıyorum..
2 gündür içim ezik..
tutuk..
durup durup acıyor..

filmleri severim,
tamam..
filmlerin sonunda askerler öldüğünde tamam oluyor,
"ne dramatik sondu" filan diyoruz..
ama gerçekte ölümün hiçbir güzel yanı yok!
soğuk,
acı,
pis,
yapış yapış bir duygu..
sarsıcı da..
sersem gibiyiz işte milletçe dünden beri,
durumumuz ortada..

8 kişi de "eksiğiz" bu sefer üstelik..
neredeler??
allahım,
ne çıldırtıcı bir soru bu şimdi?
o gencecik çocuklar şimdi neredeler???

ya esirlerse?
ya şu an işkence görmektelerse?
ya yeni bir Cengiz Topel vakası yaşanırsa orada?

ne yapacağız?
şu an ne yapabiliriz?
herkes başka bir şey söylüyor,
kimi sınır ötesi
kimi sıcak takip diyor,
kimi Amerika'yı beklemeliyiz derken,
başbakan İngiltere' ye uçuyor..

ben bir şey bilmiyorum
ve sadece izliyorum..
tek isteğim artık kimse ölmesin!
biz yumruklarımız sıkılı,
gözlerimizden tomurcuk yaşlar dökerken,
birbirimize göstermemek için,
artık başka tarafa çevirmeyelim kafamızı..

artık fazladan bir kişi daha "benim umudum dün toprağa girdi" diyerek
kapatmasın kapısını...

19.10.2007

TARAMA...


kısacık bi göz kırpıp gidicem...
check up sonuçlarımı aldım..
herşey iyi çıktı..

onu diyim dedim...


16.10.2007

canıraporyazmakistemeyenkızınsonfısıldayışları


bazı insanların sayfalarına girince,
yazılarını okuyunca,
insanın canı yazı yazmak istiyor hemen..
"ben d " diyorsun,
"ben de yazacağım bi şiyler "..

işte benim sayfamın da böyle bi sayfa olmasını istiyorum..

yazılarımı okuyanlar,hemen bi şiyler yazmak istesinler diyorum anlayacağınız..
yalnız efendim,
gidip de,beni taklit edin de demiyorum yanlış anlaşılmasın...a
ma arada bir "yu inspayırd mi" densin bendenize de..
( anladınız di mi? )

efem,sağlık durumlarında son dakika gelişmesi yok,

çarşambayı bekliyoruz malumunuz..

bayram tatili içinse sadece "hızlı" diyebilirim..

öyle çabuk başlayıp bitti ki,
geldiğine bile yeterince sevinemedim..
ama güzeldi..
çok güzeldi..
sevgilimle,ablamlarla,arkadaşlarımla,
yalnız başıma,

sinemada,evde,televizyon başında,
play station başında,yemek masası başında,
yüzünde bir gülümseme,
bıcır bıcır konuşan bendim..
gülen,eğlenen..

ama bugün geldi bitti işte..

tüm gün rölantideydim..
türkçesi : ne çok suratsız,ne de neşeliydim.
yani yine ben, ben değildim..

bir sonraki mutlu olma durağıma kadar,devam maske takmaya..




12.10.2007

Flash... Flash... Flash...


an itibariyle,
sadece ultrason sonuçlarını almış bulunmaktayım..
iç organlar temiz!
kist - taş- kum vs yok..

şimdi çekilen minik bi "ohh"..

büyüğünü çekmek için,
çarşamba günü bütün tetkiklerin sonuçlarını almayı bekleyeceğim..

sevgilerimle efendim..




11.10.2007

Bir Kaç İyi Dilek Lazım!


evet,stresliyim..
evet,tırsıyorum..
evet,ben öyle "hiç bir şeyden korkma " diye takılan bir tip değilim..
evet,doğallığı seviyorum ve zayıf yanlarımı açıkça dışa vurmayı da..
o zaman bunu da dışa vuruyorum,
bir kaç karma şikayetimden dolayı yarın check-up' a giriyorum...

"ee ne var bunda biz yılda bir kere gidip yaptırıyoruz" diyecekler vardır aranızda biliyorum..

ama ben genelde belli bir problemim olunca doktora gidiyorum,
gittiğim zaman da mümkün olduğunca kısa kalmaya çalışıyorum.

ayrıca,

daha önce kapsamlı muayenelerden geçmiş olmama rağmen,
hiç bu kadar detaylısını geçirmemiştim.
ilk kez,bir sürü zor şeyin içinden geçeceğim..
ve yalnız gideceğim..
çünkü kahrolası check up için sadece sabah randevu veriyorlar!
o saatte sevgilim çalışıyor,yakın arkadaşım dediğim bütün insanlar da!

annemlerse Karadeniz turunda..

ki gidişim zaten onlardan gizli...k
afama takılan ve daha "baskın" bulduğum şikayetlerimle ilgili "kötü bi şey" çıkması ihtimali de var maalesef..
bu yüzden,kendi başıma,biraz korkarak
biraz da "sıkılırım ben sürekli o alete gir, yok kolunu deldir, giyin soyun,şunu tak, bunu iç filan yapmaktan" duygusuyla gidiyorum..

şu anki ruh durumuma "kedi poposunu görmüş" muamelesi çekecek arkadaşlara şunu söyleyebilirim:ben böyleyim!

paylaşmadan duramıyorum.
saçma sapan da olsa, böyle şeyleri size yazıyorum..

belki bi şekilde rahatlıyorum böylelikle..

sevinçten patlıyorsam da,öfkeden kuduruyorsam da,
ya da bugünki gibi birşeyler için sırtımda tuhaf bir tedirginlik duyuyorsam da,
aktarıyorum buraya..

siz de içinizden bir kere,

minicik bi cümleyle," likelife iyi olsa bari! " diye geçirmeyi çok görmeyin!

PS: yazının ana fikri şu sıkılmayın, üşenmeyin,korkmayın,şikayetiniz olmasını beklemeyin,düzenli olarak kontrollerinize gidin.çoğu zaman kaçsak da,doktorlar bizim iyliğimiz için orada ve erken teşhis bize yardım etmelerini kolaylaştırıyor.erken teşhisin yolu da kendini düzenli olarak kontrol ettirmekten geçiyor.


6.10.2007

YAŞAMSAL DURUMLAR...


bazı şeylerin çok iyi hazırlanmış olması,
onların üzerine hemen atlamamızı gerektirmez..
( bu, içine bütün fındıklar yerleştirilmiş sütlü bir çikolata olsa bile )

lakin " kar - zarar " hesabı yapıcam derken toptan yıpranabilir bünye..

birtakım kararlarda çok yormamak gerek kendisini..
tabi siz bilirsiniz, ama ben söylemiş olayım yine de..

hayat tekdüze, bu aralar yoğun ve sıkıcı..

işyeri yeni bir yapılanma içinde..
bu da ek bir iş yükü + bu yeni yapılanma içinde benim yerim ne olacak stresi getiriyor haliyle..
insanın hem her sabah tekrar gidip sahip olmaktan nefret ettiği
hem de kaybetmekten ölesiye korktuğu tek şey nedir diye sorarsanız,
işidir derim ben size!

ofise yeni bir müdür geldi..

eskisi de yerli yerinde..f
azladan 1 kişiye daha anlatılacaklar var şimdi de..
hayat da zaten tam da böyle bir şey işte..
koyu takım elbiseler giymiş adamlar,
karanlık kapılar ardına saklanıp sizin hakkınızda kararlar alırlar,
sizi yaftalarlar,
sonuçta da verdikleri yargıyı suratınıza karşı öylece okurlar.
siz yıkıldığınızla kalırsınız..

hayatımın genel durumu:yaşamın olağan stresleri + yukarıdaki hikayeler anlayacağınız..
dakika itibariyle tek mutluluğum,

günün cuma,saatin de gecenin 00:53' ü olması..
kısacası haftasonunun başlamasına az kaldı..
hoş, sabah ben yine işe gideceğim ama,
öğleden sonra kaçarım diye düşünüyorum açıkçası
( en azından umuyorum diyelim )

sevgili "çekim yasasından" şu an için tek dileğim,

kuraklaşmış içimde yeşerttiğim şu minicik "haftasonu geldi" mutluluğunu,
yaşanacak türlü olumsuzluklar vasıtasıyla türlü mutsuzluklarla çarpıp,
mideme bir yumruk gibi indirmemesidir..

galiba onu da,pazartesi göreceğiz..





1.10.2007

iyi geceler...


ibo show' un hiç bir bölümünün beni ilgilendirmediği gibi,
bu bölümü de ilgilendimiyor,
hemen geçiyorum...

Kanal D' de bir film var, geç..
show Tv?
pazar keyfi.. ıykk..
star' da popstar saçmalığı..
TRT1?
"küçük" kabul edilen maçların programı, telelig..
TV 8..yine futbol programı..
GS - BJK maçını tartışıyorlar..s
uratlar asık vaziyette, Beşiktaş' ın neden yenildiğini konuşuyorlar..
dikkat ediyorum, dünden beri çoğu futbol yorumcusu böyle..
Galatasaray(ımız) kazandığı için üzgünler...
sizi gidi fenerliler sizi..
olmadı böyle di mi?..

CBNC-e..minik süperman..

hiç çekemem..
zaten artık CNBC-e bile sık sık hayal kırıklığına uğratıyor beni..
iyi ki DVD var..
az önce Nip Tuck' ın 4. sezonundan 3 bölüm izledim..
meraklısı her hafta tek bir bölüm izlemek için 7 gün beklesin..
ben bekleyemem..

içimde kocaman bir sıkıntı..

benim sözlüğümdeki adı "pazar sıkıntısı" tıpta "lacroma sundaytatum" benzeri havalı bir isim verebilirler buna..
ama ben pazar sıkıntısı diyorum, en azından şimdilik...

haftasonu "yine" geride kaldı..

aslında artık uyumam ve sabaha zinde olmam bekleniyor..
bense direniyorum..
yatağımdayım aslında..
ama bir zahmet laptopı bırakmam,
ışıkları ve gözlerimi kapatmam da gerekiyor..
malum,uyku ritüeli..

cumartesi...

sabah kuaföre gittim..
her seferinde "taa karşılara" gitmem çevrem tarafından çokça yadırgandığından
ve ben de artık bu durumdan sıkıldığımdan,
kuaförümü değiştirdim..
binbir karın ağrısıyla, koca bir 3 saat boyunca saçlarımın nasıl olacağını görmeyi bekledim.
sonuç mu?
bingo!
tam istediğim renk..
sevgilim bile "doğala en yakın ancak bu kadar olabilir" dedi..
ama o sonuca ulaşıncaya kadar iç dünyamda çektiklerimi,
ancak kadınlar ve metroseksüeller anlayabilir, herkes değil..

"işim" bitince cevahir' e gidiyorum..

biraz geç de olsa buluşuyoruz..
"kızsak da gideriz" inadına devam, yemek için sbarro' dayız..
nispeten daha iyi buluyoruz..
ardından bir kaç tur atıp sinemaya giriyoruz..
mısırlarımızla koltuklara çöküyoruz..
( E sırası 10 - 11 )

1408' i izliyoruz..

benim "karanlık ve kötü bir film izleyeceğiz" ön yargısıyla girdiğim ama
"son zamanlarda sinemada izlediğimiz en iyi filmdi" diye çıktığım film..
john cusack tarafından "oyunculukta nasıl devleşilir?" dersinin verildiği film..
yönetmenin "böyle de sahneler çekebiliyorum ben" diye gözümüze soktuğu film...
bayılarak izlediğimiz psikolojik bir gerilim, 1408..
ama herkese göre değil, baştan söyleyeyim..

filmden sona burger' a gidiyoruz..

sırf biraz daha beraber zaman geçirelim diye..
muhteşem bir kız çocuğu var..
1-2 yaşlarında..
karşımızda oturuyorlar..
çocuktan gözlerimizi alamıyoruz..
annesi dayamış koca hamburgeri çocuğun ağzına..
ısırsın diye bekliyor..
"ya o öyle mi yedirilir çocuğa,köftesinden küçük parçalar halinde koparıp vermesi lazım en azından..zaten hamburger ve patates kızartması çocuk için uygun bir şey değil!" diye birden hiddetleniyorum..
sevgilim "boşver ya, yer o!" diyor..
birisi "kızlar babalarına benzeyen kişilere aşık olur" mu demişti?

"çalıntı zamanlar" da bitiyor..

eve gidiyoruz..
GS maçının 2. devresi.
kazanıyoruz..
seviniyorum..
hayır, çok seviniyorum..
garip değil mi bu?

kalan saatlerimi bilgisayar başında geçiriyorum..

anlamsız şeyler yapıyorum..
uyuyorum sonra..

pazar sabahı..

acımasız ve güzel..
uyanıp hazırlanıyorum..
yıldırım gibi çıkıyorum..
Taksim..
meydandaki mc' e gidiyoruz..
deliler gibi konuşuyoruz..
konu: evlilik..

sonra kalkıp montreal' e gidiyoruz, tünel' de..

arkasından fesleğen, mozaik pasta keyfi..
( ben çikolata sosu koydurmuyorum..sadece ahududu sosu ve krem şanti )

çıkınca arkadaşlarla karşılaşıyoruz..

son 1-2 saatimizi de onlarla geçiriyoruz..
sonra..
sonrası eve gidiş..
acı "pazar gecesi" sendromu..
sırf bu yüzden bir avuç draje yiyorum,"I am Sam" filmindeki avukat gibi..

"ben bir yazı yazayım" diyorum sonra...

ki, o da burada bitiyor galiba..



25.09.2007

ARKASINDAN BAK ŞİMDİ!


merhaba.
gördünüz değil mi,
son yazımdaki "kehanetlerimin" nasıl tuttuğunu?

Galatasaray Sion’a yenildi,
FB de Bursa’ ya fena puan kaybetti.
bunları bilmek için kahin olmaya gerek yok aslında ama,
tam bir büyük zafer sonrasında dile getirirseniz de siz kötü oluyorsunuz sonra..

sonuçta ben "gördüğümü çalabiliyorum".
sevgilim de bloğuma her teşrif ettiğinde,
bu her konuda fikir belirten hallerime bakıp
"Türkiye’ nin dişi Hıncal Uluç’u sensin" diye dalga geçiyor.
halbuki alakası yok!

gelelim bu haftasonunun nasıl geçtiğine.
cumartesi tam yağmurlu bünyelerimizi Cevahir’ e atmış,
"gidecek film de yok bu hafta" diye aramızda tartışırken,
bir arkadaşın çağrısı düştü sevgilinin teline.
"hadi Taksim’deyiz gelin!" denildi ve
tarafımızdan da bu çağrıya anında olumlu cevap verildi.

bu kez konuşan kafalarımızı metronun içine sokup gittik bir süre.
sonra da House Cafe’ nin yolunu tuttuk işte.
dışarı kurulmuş arkadaşlarımızı
"ay yağmur yağğğğyooo" şeklinde içeri sokmayı başardım önce,
ardından da sıcak çikolatamı içtim sakince.

daha sonra tramvay’ a gidildi ve yemek yenildi.
akabinde de klasik oyun oynama saatimiz işte.
( ki bu benim en sevdiğim zaman dilimi oluyor genelde )

pazar günü de önce starbucks,
sonra Ekvator’da GS maçı,
yemek vs vs..

bi haftasonu daha geçip gitti bile!





21.09.2007

BU MU YANİ? EVET BU!


merhaba.
"mini" bir aradan sonra tekrar buralardayım.

anlatacağım pek bir şey yok.
hayat bildiğiniz gibi akmakta.
bendeniz çalışmaktayım.
gözüm iyileşti sayılır.
ben de onu hala son sürat yormaya devam ediyorum..
DVD’ den Heroes izliyorum,
ilk sezonun son bölümlerine yaklaştım,
git gide bu diziye daha çok ısınıp heyecanlanıyorum...
kitap okuyorum..
televizyon izliyorum..

özellikle bu sıralar maçları takip ediyorum..
haftasonu 6-0’ lık Galatasaray şöleninden sonra,
Beşiktaş yenilgisi,
ardından dün kazanılan FB galibiyeti
ve bugün Galatasaray maçı.
sonra 1 gün ara verip tekrar lig heyecanına döneceğiz.
kısacası,
futbol sevenler için şölen bu bi nevi.

sözü edilmişken,
FB maçıyla ilgili bi şiyler söylemeliyim sanki.
bana kızılmasını,
"kötü fena kişilik" ilan edilmeyi göze alarak şunu belirtmeliyim ki,
FB eğer gerçekten Avrupa’ da başarılı olmak istiyorsa,
dünki galibiyet sonrası
"tamam artık, bitti, süperiz, muhteşemiz" havasına girmemeli.
neden mi?
bu rehavetin bir takımı bitirebileceğini en iyi bilenlerdenim çünkü.

evet,
dün gece FB iyi,
çok iyi oynadı.
belki Inter karşısında bu kadar iyi bir futbol sergileyeceği kimsenin aklına gelmezdi.
ama,
daha bu haftasonu Rize’ ye yenilmekten zor kurtulan,
ligin ilk 5 haftasında 7 puan kaydeberken,
ancak 5 gol bulabilen de aynı fenerbahçeydi.
herhalde bu takıma 3 günde sihirli değnek değmedi!
peki,
dün geceki iyi futbol neyin eseriydi?
1. si Inter tam anlamıyla felaketti!
üstüste ayağa 2 top yapamadılar.
kullandıkları kale vuruşlarını bile FB’ lilere kaptırdılar,
top kaybında rekorlara imza attılar.
kaleyi neredeyse hiç yoklamadılar,
sadece 1 şut attılar!
belki 7 kişi eksik oynamaları,
belki deplasmanda oynuyor olmaları,
belki ilk maça çıkıyor olmanın rehaveti birleşti bilmiyorum.
ama Inter’ in oyunu dün akşam rezaletti.
( kimse "biz oynatmadık" filan demesin şimdi.
kendi aramızda oturduk,
doğruları konuşuyoruz.
kabul edin,
en basit toplarda bile Inter kötüydü! )

buna karşılık FB rakibinden korkmadı.
maça gerçekten inançlı ve rahat çıktı.
bütün oyuncular "kesin kazanırız" havasındaydı
ve kendilerine güvenleri tamdı,
ki bu bence bir takıma ilk gerekli olan şeydi.
2.si ise FB’ nin Şampiyonlar Ligi’ nde başarılı olmayı gerçek bir hedef haline getirmiş olmasıydı.
Türkiye Ligi’ nde Belediye’ den 2 yerken,
tek gol bile atamayan,
daha fazlasını yemektense zor kurtulan,
isteksiz,
futboldan soğumuş gibi görünen takım değil,
sanki bambaşka bir FB sahadaydı.
bunun sebebi de bence dediğim gibi Avrupa başarılarına çok fazla önem veriliyor oluşuydu.

tüm bunların yanında,
kişisel yeteneklerin konuştuğu dakikalar da vardı.
FB’ nin Brezilyalıları bazı çalımlarda hakikaten "jeneriklikti".
bunların en iyisi de gol öncesi Alex’ ten geldi.
ortasını yapmadan önce,
öyle bir çalım atıp rakibini yere yatırdı ki,
ona sadece oturduğu yerden topa bakmak kaldı.
Deivid de çok başarılı bir şekilde topu ağlarla buluşturunca,
muazzam bir gole imza atılmış oldu.

bu gol sayesinde maç kazanıldı.
ama dikkat edin bu,
dün akşamdı!
bu güzel futbol ve Inter’ i yenmiş olmanın rehaveti,
asla FB üzerine çökmemeli.
hiçbir sorun yokmuş gibi davranmamalılar.
ve dün akşamki inancı,
sorumluluğu,
futbol sevgisini diğer maçlarına da yaymalılar.
tabii başarılı olmak istiyorlarsa..

bakın bir GS’ lıyım ve
çok başarılı bir sezon geçiriyor olmamıza rağmen,
haftasonu 6 gol atıp "show yapmış" olmamıza rağmen,
bu akşamki maça
"tamam kesin alırız, fark olur canım, biz süperiz" havasında bakmıyorum,
bakamıyorum.
herşey olabilir,
yenilebiliriz,
dikkatli oynamalıyız diye bakıyorum.
çünkü geçmişteki maçlarımız geçmişte kaldı.
onlar kazanıldı,
ama aynı zamanda bitti de.
bir önceki maçın başarısı,
asla bir sonraki için garanti değil.
heyecanımızı,
iddiamızı ve güvenimizi tabii ki kaybetmemeliyiz,
ama her maçı kaybedebileceğimizi de bilmeliyiz.

ayrıca dün geceki FB maçı,
kim ne derse desin oyuncularımız üzerinde baskı yarattı.
şimdi bizim oyuncularımızın kafasında şöyle bir düşünce var:
"FB - koskoca - Inter maçını kazandı,
biz de Türkiye’ yi temsil eden diğer takım olarak,
bu başarıyı devam ettirmeye zorunluyuz"

bu psikolojik baskı,
bu sezon kazandığımız başarıların gözümüzü boyayabilecek olması
ve "nasıl olsa rövanşı var" rahatlığı,
bizi fena bir mağlubiyete sürükleyebilir.

bu nedenle ben maçı uzun süre dudaklarımı kemirerek izleyeceğim.
sizi bilemem tabii.




16.09.2007

BUGÜNLÜK..



bugünki konumuz bu olsun mu?
bu resim?
bir kaç gündür yazı ekleyemediğimin farkındayım,
ama bir kaç gündür kaçmaya çalışıyorum bilgisayar ve türevi herşeyden.
sol gözümle aramız iyi değil çünkü.
sorun çıkartıyor bana.
akıyor,
batıyor,
kaşınıyor..
kızarıyor da..
cuma günü işten bile izin almak zorunda kaldım..
bugün ilk kez biraz iyi gibiydi..

günüm de fena geçmedi..
sevgilimleydik..
her zamanki gibi yemek yiyip sinemaya filan gittik..
anlatırım...


11.09.2007

BÖYLE BÖYLE...


hepsini tek tek alınlarından öpmek istediğim sevgili okuyucu kardeşlerim,
hafta sonu yazı eklememiş olmanın mahcubiyetiyle önce bir sorayım:
nasılsınız?
ben güzel
ve güzel olduğu ölçüde hızlı bir viikend geçirdim.
ancak "şuraya gittim bunu yaptım" filan tarzında anlattığım haftasonlarına nazaran,
daha basit,
sade
ve koşturmacasızdı.

2 günümüzü de arkadaşlarımızla beraber geçirdik.
cumartesi günü Taksim’ deydik.
beraber yemek yedik,
oyun oynadık
ve acaip kahkahalarımız yüzünden sürekli "etrafımızı rahatsız ediyor muyuz" korkusuyla irkildik..
Allah’ tan tenha bir cafeydeydik.

pazar günü bu korkularımızı bir nebze olsun azaltmak için,
bizi evlerine davet ettiler.
henüz yeni evli olduklarından,
evlerine ilk gidişimizdi.
( 11 ağustos itibariyle evlenmişlerdi ya hani. hah onlar işte! )

evleri çok şeker ve sadeydi.
girer girmez sevdik,
içimiz ısındı.
biraz sohbet edip yemek yedik,
daha sonra da tabii ki oyun faslına geçtik.
yalnız sevgilimle ben oyun oynamaktan çok şarkı söylemeyi tercih ettik.
( belki böylece konu komşuya "biz geldik" demeyi istedik? )

ara ara DVD’ den,
daha önce izleyip de beğendiğimiz filmlerden bölümler seyrettik,
biraz Queen’ in Budapeşte’ deki muhteşem konserinin DVD’ siyle oyalandık,
büyük bölümünde de F1’ ı takip edip,
Massa’ nın durumuna hayıflandık.

pazar günü de böylece daha bi aile ortamında,
daha bi sıcak geçti.
bize de taraflarından sık sık artık evlenmemiz salık verildi.
yalnız sevgilimin elinde kumanda,
haberler arasında durmadan zaplayan halleri
"bak vazgeç istersen evlenmekten,
tipik bir zapping kocası olacak seninki" uyarıları almama sebep oldu.
ben de,
bi süre düşünceli gözüktüm.
ama aslında pek de umrumda değildi.

akşam olup da evimize dönerken,
içimize garip bi hüzün çökmüş gibiydi.
çünkü 5 gün görüşemeyecektik.
( artık haftaiçi görüşemiyoruz da! )
sonra evime gidip 1 bölüm Heroes izledim.
biraz da spor programları arasında gezindim.
Konu genelde Malta maçı ve basketboldaki rezilliklerimizdi.
tat vermedi.

zorlama bir şekilde yatağa gittim.
ancak çok zor
ve geç bir saatte uykuya dalabildim.




8.09.2007

Bence Malumdur..


kalp,
bence insana öyle,
hemencecik verilmemesi gereken bir şey.

önce kişi sıkı bir kursa tabi tutulmalı.
anlatmalılar.
bak bu kalbin,
şöyle atar,
böyle çarpar,
sana inanılmaz hisler yaşatıp,
korkunç acılar çektirir,
canının istediği gibi davranıp,
başını bin türlü belaya sokar.

arada bir ona ne istediğini sorarsın,
ama işin içinden çıkamazsın.

ha bu arada,
ona sözünüzü dinletemezsin,
unut bunu.

durunca da ölüyorsun..

hadi bakalım,
yaşa yaşayabilirsen şimdi.




5.09.2007

BAKARSAK...


"ben şunu şöyle şöyle yaparım"
ya da
"ben şunu asla yapmam!"
veya ne bileyim
"ben var ya ben,
şöyle şöyleyim de böyle böyleyimdir"

diyen insanlar bana tuhaf gelir.

çünkü ne yapıp ne yapmayacaklarını,
hayatta neyin olup olmayacağını çok iyi biliyor gibidirler.
bense tam tersine.
hayatı çok kaypak ve esnek bulurum.
her an her şey olabilir yani.
herkes herşeyi yapabilir.
kendimiz de dahiliz buna.
her an her şeyi yapabiliriz.
ve "1 yıl önceki" aklımızla bu olaya baktığımızda,
bunu nasıl yaptığımıza kendimiz bile şaşırıyor olabiliriz.
yine de yolumuzda devam edebiliriz.
o yüzden başkaları yaptığında tuhaf gelen şeyleri,
"hadi canım bu kadar da olmaz" filan diye çok fazla yadırgamamalıyız.

kim ne yaşıyorsa istediği için yaşıyor.
bize de bunları yargılamadan kabullenmek düşüyor.
ama başımıza böyle beklenmedik bir şey gelirse,
"kabullenme" sürecimizin nasıl geçeceğini bilmiyoruz.
ve çok sancılı olabileceğini düşündüğümüzden olacak,
ölümüne korkuyoruz.
acı çekeceğiz diye ödümüz kopuyor.
üstelik daha başımıza kötü bir şey gelmeden.
ürpertilerimiz,
az önce özelliklerini saydığım "human nature" denen,
gerçekte hepimizin çok iyi bildiği şeye dayanıyor.

insan denen varlıklar olarak aslında özünde iyi değiliz.
sadece kendini düşünen bencil bireyleriz
ve bu nedenle her şey beklenebilir bizden.
ve başkalarının da her an herşeyi yapabilecek olması gerçeği,
düşündükçe ürpertebilir bizi.
korkutabilir
ve soğutabilir,
gelecek günlerden.

BASKETBOL.. ŞAMPİYONA.. VS...


basketbol severim..
ama adam gibi basketbol izlemeyi severim..
heyecan olacak,
tutku olacak,
hırs olacak..
ve adı üstünde "basket" olacak..
yani attığın top girecek...
en azından attıklarının %70’ i girecek.
ki dün akşam başladığımız Avrupa Basketbol Şampiyonası gibi turnuvalarda şansın olacak..

biz napıyoruz peki?
bırakın % 70’ i,
% 50’ yi bile yakalayamıyoruz.
2 sayılık atışlarda takım ortalamamız:
% 35!
şaka gibi..
3 sayılık atışlarda?
% 30,8
hadi bunlarda engelleme var,
karşı takım çok iyi vs vs..
serbest atış ortalamamız?
% 63,6!

2 haneli sayılara sadece 3 oyuncumuz ulaşabiliyor..
kısacası sayı bulamıyoruz!
peki savunma yapabiliyor muyuz?
hücumlarda geri koşabiliyor muyuz?
ona da hayır.
bulduğumuz 69 sayıya karşılık
86 sayı yiyoruz...

bu akşam da almanya ile maçımız var..
yine izleyeceğim..
ama dün kadar hevesli başlamayacağım maça..
yılgınlıkla,
korkuyla başlayacağım..
umarım bundan sonraki maçlarda bu duyguyu kırmayı başarırlar...

hadi,
göreyim sizi..




4.09.2007

BİR HAFTASONU DAHA GEÇTİ...


perşembe günü tatil yapıp,
cuma günü normal bir "yoğun cuma günü çalışması" yaşayınca,
cumartesi günü de "bana" iş olmayınca,
haliyle dengesini şaşırdı bünye.

"saat kurmak" yerine "telefon kurmak"ta ısrarcı bendeniz,
cumartesi günü epey bi cebelleştim benim telle.
"nasıl oldu bu?" diyecek olursanız,
öncelikle "haftaiçi sabah uyanma ritüelimden" bahsetmek zorundayım sizlere.

haftaiçi kalkma düzenim şu şekilde ayarlanır,
"çifte alarmlarımdan"
1. si 06:30’ a
2. si 06:45’ e kurulur.
en son 06:45’ te de kalkılamazsa
"ennnn geç" 07:00’ de kalkılmalıdır ki
"ennnn geç" 07:15’ te evden çıkılabilsin.
bu nedenle,
bendeniz 06:45’ deki alarmı da kapatma girişiminde bulunursam
- wallahi uyku sersemliği -
genelde telefon elimde uyurum,
böylece daldığım tam bir uyku olmaz
( elim gevşerse telefon düşer zira )
o sayede de 10-15 dk içinde uyanmayı başarırım.

ve fekat,
pek nadir de olsa,
bazen telefon elimden de düşse,
dünya da yıkılsa uyanmayacak bir vaziyetteyimdir ki,
yerimden "geç kaldımmmm" diye fırladığımda saat 08:20’ yi göstermektedir.
( bu olay bi kere başıma geldi )

işte günlerini karıştıran beynim
cumartesi sabahı 10 dk’ da bir uyanarak,
elime telefonu almama,
gözlerim faltaşı gibi açık saate bakmama
"hiiiiiiiiiiii saat 9 olmuş" dememe,
akabinde "cts" yazısını görüp sakinleşmeme neden oldu.
- bunun 09:10’ lu, 09:30’ lu vs vs varyasyonları da yaşanmıştır-

en sonunda turkcell’ den gelen
"500 SMS kampanyasına üyeliğiniz iptal edilmiştir" mesajıyla "kesin uyanışı" yaşadım.
Müşteri Hizmetleri’ ni arayıp 10 dk bekledikten sonra
"önceden yüklenen SMS’ lerinizi kullanabilirsiniz,
bu daha sonra yapmak isteyeceğiniz yüklemelerle ilgili" gibi saçma sapan bir yanıt alınca,
"ulaannn sizin mesajlarınızda kullandığınız türkçenin bozukluğuna daaa" dememek için telefonu kapattım.

sonra giyinip süslenip,
sevdiceğimle Cevahir’ de buluştum.
fragmanına vurulduğumuz
ve oyuncularına kandığımız "suikastçi" filmine biletlerimizi aldık.
beklerken de yemek yiyelim dedik.

dünya çapındaki italyan yemekleri zinciri sbarro’ nun Cevahir’ in üst katında bir süredir hizmet verdiğini daha önce belirtmiştim.
"aman pizzaları güzelmiş,
içecek de sınırsızmış,
koltuklar da şahaneymiş" diye bi zamandır bağrımıza bastığımız sbarro,
01.09.2007 itibariyle gözümüzden yıldırım hızıyla düştü.

resmen bayat pizzaları ısıtıp önümüze vermişlerdi!
yemeye zorlandıklarımız,
haftaiçi satamayıp ellerinde kalmış pizzaların
tekrar fırınlanmış halinden başka bir şey değildi.
resmen hamuru parça parça dökülüyordu,
iğrençti,
ye-ne-mez-di.
sevgilim benim pizzayı kaptığı gibi geri götürdü tabi.
bizim masa uzak olduğu için ben duyamadım,
ama aralarında aynen şu diyalog geçmiş:
- bu pizza bayat!
- tamam hangisinden istersiniz?
- ne bileyim ben, hangisi tazeyse ondan verin.
- tabi efendim.

yani büyük bir pişkinlikle bunu söyleyip,
başka çeşit bir pizza verebilmişler!
çünkü kendileri de biliyorlar bayat pizza servis ettiklerini.
itiraz bile edemiyorlar.
yoksa insan usulen:
"allah allah nasıl bayat olur çok özür dileriz karışmış herhalde hay allah" filan der!
ama yok!
nokta kadar şaşkınlık yok.

ayrıca içeceklerimizi koymak için,
"temiz bardak dolabından" almaya çalıştığımız bardakların hepsi pis!
kullanılıp geri konulmuş gibi,
o derece!
gidip bunu da şikayet ediyoruz,
"temizlerinden" 2 bardak seçip,
peçetelerle defalarca silerek kullanıyoruz.
hayır neden kalkıp gitmiyoruz?
onu da bilmiyorum.
filme az bir zaman kaldığı için herhalde.
peki bir daha gider miyiz?
"eski güzel günlerin hatrına" belki bir şans daha verebiliriz kendilerine.
ama belirgin bir "toparlanma" görmezsek,
sbarroyu defterden temelli sileceğimiz kesin!

yemekten sonra filme girip
"günün 2. hayalkırıklığı" nı da bir çırpıda yaşayıverdik.
özellikle,
tam da "aa tersköşe" filan diye keyiflenirken,
aşırı aceleye getirilmiş finaliyle herkese
"ee noldu şimdi?" dedirtti.
( hatta ben acaba bu sinemada film makaslandı mı? diye bile düşündüm.
belki bir kere de DVD’ den görmek isteyebilirim. )
birkaç etkileyici görselliğe sahip sahne dışında,
havada kalan,
tuhaf bir film olmuş kısacası.

filmden sonra biraz mağazaları gezdik,
sevgilim bana Pull And Bear’ dan "gecikmiş doğumgünü hediyesi" kabilinden bir sweatshirt aldı.
- oh, thank you honey! -
sonra da,
isminin katre olduğuu düşündüğüm,
ama emin olmadığım,
bizim kendi aramızda
"sinema salonlarının ordaki cafe" diye adlandırdığımız yere gittik.
ben sufle yedim,
sefkili de cheesecake.
sonra da herkes kendi evine işte..

pazar günü Taksim’ de buluşup bi starbucks yaptık.
orada sevgilimle beraber
buluştuğumuz yakın bir arkadaşımızın inanılmaz siyasi görüşleri karşısında 2 saat süren bi
"beyin fırtınası" yaşayıp,
"sen de mi" yılgınlığına düştükten sonra,
ağrıyan başlarımızı omuzlarımızın üstünde taşıyarak,
tünel tarafındaki "tramvay" a gidip yemek yedik.

geçen gün Edith Piaf’ ın yaşamını anlatan Kaldırım Serçesi’ ni izledik demiştim ya,
3 - 4 gündür aramızda bir Edith fırtınasıdır esmekte.
hayır,
sanki kadını yeni keşfediyoruz,
deli gibi non, je ne regrette rien ve milord dinliyoruz.
baktım fransızca bilmeyen insanlar olarak umutsuzca şarkılarını mırıldanmaya çalışıyoruz,
cumartesi günü oturup internetten şarkı sözlerini buldum
ve şarkıyı dinlerken telafuzları kapmaya çalıştım.
işte tramvay dahil,
2 gündür gittiğimiz her yerde bu şarkıları telefondan dinleyip eşlik etmeye çalıştık.
yani bu 2 gün içinde kulağında telefonla kafa kafaya vermiş,
garip bir telafuzla fransızca şarkılar söylemeye çalışan tipler gördüyseniz,
evet,
onlar bizdik!
( nooonnn rien dö rieennnn
nooo je nö regrettö rienn
ni le biennnn, kon ma feeee, ni le mallll,
tu sa me bien egaaaallll )

sonra ekvator’ a gidip febenin maçını izledikten sonra
haftasonunun yıldırım hızıyla geçmiş olmasının üzüntüsüyle
evlerimize dağıldık sevgili okuyucu..

söylemiş miydim hiç,
sevdiğimi sizi?




1.09.2007

EDITH PIAF.. KALDIRIM SERÇESİ..


beğendim,...
bayıldım...
etkilendim...
ne derseniz..
ne eklerseniz...
geç de olsa,
dün "Kaldırım Serçesi" ni,
Beyoğlu Sineması’ nda izledim.
yani Edith Piaf’ ın hayat hikayesini..

ilginç anlatımı
- bol kullanılan flashbackler -
inanılmaz oyunculukları,
kostümleri,
tam anlamıyla dönemin havasını yansıtan bütün öğeleriyle
ve tabii Edith Piaf’ ın dokunaklı yaşam öyküsünün etkileyiciliğiyle bütünleşen film,
seyredenlerde uzun süre kalacak bir iz bırakıyor.

annesi bir sokak şarkıcısı olan,
babası savaştayken de kendisini terk ederek İstanbul’ a çalışmaya gelen Edith,
genelev işleten büyükannesinin yanında büyüyor.
düşünsenize 3 yaşında bir çocuk genelevde!
orada yetişip dünyayı tanıyor.
7 yaşında savaştan dönen babası,
Edith’ i yanına alıyor.
eski mesleği olan akrobatlığa devam ediyor
ki bu da sürekli sirklerle gezmeleri demek oluyor.
babasının ayyaşlığı ve geçimsizliği sonucu
son çalıştıkları sirkle de bağlantıları kopuyor
ve sokaklarda yaşamaya başlıyorlar..

Edith bir sokak şarkıcısı oluyor
- gerçek hayatında hep bununla itham edilse de -
kendini fahişe olmaktan korumayı başarıyor.
bir gün yine bir köşe başında şarkı söylerken "keşfediliyor"
ve olaylar gelişiyor..
ünü ve parayı yakalamasına rağmen,
çalkantılı aşkları,
dejenere yaşamı,
2 yaşındayken ölen çocuğu
ve büyük aşkı Marcel’ in kaybı nedeniyle asla tam anlamıyla mutlu olamıyor.
2 kez evleniyor.
aşırı içki ve morfin tutkusu,
henüz 40’ lı yaşlardayken çökmesine ve 1963 yılında hayatını kaybetmesine yol açıyor.
tüm bu detayları anlatırken film,
Edith Piaf’ ın şarkılarıyla ölümsüz bir şiirselliğe kavuşuyor.
çarpıcı finaliyle de
- bizim salondaki birkaç kişi dahil -
izleyenleri gözyaşlarına boğmayı başarıyor.
bana da,
bu tip filmleri seviyorsanız,
ne yapın edin mutlaka izleyin demek kalıyor.


28.08.2007

Anneee... Ben Loto Oyniycaaammm....


bazen,
işyerindeyken,
telefona önceden kaydetmiş bulunduğum
ve her gün ev - iş arası gidip gelirken dinlediğim şarkıları,
hoparlöre bağlamak suretiyle bangır bangır açıp,
ofis ortamında dinletmek,
herkese bir "nooluyo ya?" dedirtmek istiyorum.
evet,
bütün bir ofise "nooluyo ya ?" dedirtir bu.
oysa ben o şarkıları sürekli dinliyorum.
evde çalmaya başladığımda da kimse bir şey demiyor.
ama işyerinde aniden sevdiğin bir şarkıyı çalmaya başlarsan,
normal değilsin,
garipsin.
ofisler tekin yerler değil,
söylüyorum size.

sevdiğin biriyle telefonda konuşmak istemek
ya da mesajlaşmak,
gazete okumak istemek,
televizyon seyretmek istemek,
uyumak istemek gibi günlük hayatımızın en basit,
sıradan ve vazgeçilmez arzuları,
işyerinde duyulması halinde sizi
"iğrenç, aşağılık, tembel" insan pozisyonuna düşürebiliyor.
( sizi gidi bizi bilmezler sizi )

onlara normal gelense,
bütün gün,
kamburunuz çıkıncaya kadar
bilgisayarınızın içine düşmecesine durmaksızın çalışmanız,
yemeğinizi 15 dkda tamamlayıp,
mesai bitiminden de mümkünse en az 2 saat sonra işyerinden çıkarak,
sabah ayakta ve sıkışık bir trafikte 1,5 saate geldiğiniz yolu,
yine 1,5 saat boyunca trafikten bunalarak eve dönmek için kat ettikten sonra,
size kalan,
1-2 saat gibi,
yemek – duş vb elzem ihtiyaçlarınızı ancak karşılamanıza yetecek zaman içerisinde dinlenip,
sosyallaşip,
aşkınızı yaşayıp,
ruhsal doyumlarınızı tamamlamanız
ve ertesi sabah 6:30 itibariyle uyanıp,
aynı berbat yolu kat ettikten sonra,
saatlerce sürecek aynı çalışma maratonuna girip döngüyü sürdürmeniz.
tekrarlıyorum,
iş hayatındaki tüm insanlara "normal" gelen bu.
bizim ofis için konuşmuyorum.
bütün işyerlerinde böyle.
o halde bütün "çalışan alemine" soruyorum:
- kuzum, topluca delirdiniz mi siz?

hadi müdürleri,
patronları filan bir yere kadar anlayabiliyorum da,
seninle aynı seviyede çalışan,
aynı maaşı alan,
aynı derece yorulan insanların,
sen işyerinden
- erken de değil -
tam mesai bitiminde çıkarsan arkandan tuhaf tuhaf bakıp,
bir saat dedikodunu yapmaları
ya da
elinde cep telefonu gördüklerinde,
sevdiğin biriyle iletişim halindesin diye,
"dünyanın en korkunç işini" yapıyormuşçasına hayretle,
en irkilmiş nazarlarını üzerinize fırlatmaları kadar,
salakça,
dangalakça
ve hayvanlık derecesinde yalaka başka bir davranış görmedim ben.

insan insanın kurdudur derler ya,
inanılmaz doğru bu.
en insanca ihtiyaçlarının,
senin kadar hırpalanması muhtemel kişiler tarafından bunca şaşkınlıka karşılanması,
ancak "Allah kahretsin sizi bee" dedirtiyor bana.
adam patron olsa diyeceğim ki,
"ben bu adamı 3 saat fazla çalıştırırsam 3 YTL fazla kazanırım" hırsı içine düştü.
ama bunların o dayanağı da yok.
senin çok çalışmanın ya da az çalışmanın onu zerrece etkilediği yok.
alacağı 3 kuruş maaş yine aynı maaş.
üzerine bu tip ayak oyunlarına girerek biraz da insanlığından kaybediyor.

köleleşmeyi o denli içselleştirmiş ki,
senin köleliği ve prangayı kabullenmemiş olman
kendine çaldığın 3 dakika zaman
ya da herhangi bir şekilde düzene başkaldırman,
ona dünyanın en ayıp şeyi gibi geliyor.
zavallı işte,
gariban çark budalası.

halbuki birbirine omuz vermesi,
daha yukarıdakilere,
patronlara,
müdürlere karşı birbirini savunması,
kenetlenmesi gereken bizleriz.
hak arayışında sonuçlar alabilmek için kalabalık olmak gerekir çünkü.
memnun olmadığın bir yan,
insanca bulmadığın bir çalışma ortamı
veya hak ettiğin halde sana verilmediğini düşündüğün şeyler varsa,
bunları ancak diğer çalışma arkadaşlarınla birlik olarak,
hep beraber hareket ederek elde edebilirsin.
yoksa asla,
azıcık kafasını kaldıranı ezmeye,
yok etmeye,
mahvetmeye çalışarak değil...

hiç mi kafaları basmıyor ne?

PS: bunca söylenmeme rağmen,
işten atılırsam "böhüüü böhüü" diye ağlayıp,
hemen yeni bir iş aramaya koyulacağım gerçeğini de değiştirmez bu.
"mecburiyet" denen şey,
böyle acımasız,
böyle kıyıcı bir kelime işte..


23.08.2007

DOĞUMGÜNÜM...


çürüme aniden başlar
ve hızla gelişir zannederiz.
oysa çürüme biz doğduğumuz andan itibaren vardır,
bir yerden sonra gelişmesini gözle görebileceğimiz duruma getiren bir ivme kazanıyor olabilir olsa olsa..
özellikle içten geliştiğinde fark edilmesi zor ve tehlikelidir.
çünkü ardından ani çöküşü getirir.

ben kendi çürümemin hangi evresindeyim,
ne kadar kirlendim
ya da daha ne kadar direnirim bilmiyorum.
bildiğim şu,
bugün doğumgünüm
ve sadece bir hiçliğe gidişin gündönümünü karşılıyormuşum hissinden başka bir şey duymuyorum.
( bunda doğumgünümde çalışıyor olmamın da etkisi olabilir )

anlamsız ve gereksiz işlerin arka arkaya dizilmesi haline getirdiğimiz yaşamlarımızı
fütursuzca harcama eğilimlerimize bakıyorum da,
her seferinde olduğu gibi gözlerim yaşarıyor.
insan 50 YTL’ sini bile bu kadar umarsız harcamaz,
bir süre ne alacağını düşünür.
hayat bize "bedavadan" verildiğinden belki,
bu önemsemeyişlerimiz.

bana göre doğumgünümde kendimi tebrik edebileceğim tek yön,
bu yaşa kadar gelebilmemdir.
10 sene önce üzerime bahse girseydiniz,
ben 10 yıl daha yaşayacağıma güvenmezdim.
öyle hayata sımsıkı yapışmış koala tavrı yoktu çünkü bende.
aslına bakarsanız hala yok.
sadece bir şeyler biraz daha derli toplu gibi.
yine de bir türlü "normal" yaşamasını beceremedim.
kendini hırpalama olimpiyatlarında kendimi bildim bileli 1. geldim.
altın madalya kaynar geçmişim.
yine de dikkat edin,
tozunda boğulmayın siz.
tavanarası tozu fenadır çünkü.

her sene biraz daha hayalkırıklığı mı?
cevabım: evet.
"peki ne bekliyordun ki?" diye sorsanız,
ona da verecek bir yanıtım yok inanın.

bildiğim tek şey,
bu hayatın ancak sürprizlerle güzel olduğu.
bugüne dek "asla yapmam" dediğim bir sürü şeyi yaptım,
"yaparım" dediğim bir sürü şeyi de yapamadım.
gücüm ve algılarım bu kadarına yetti.
belki.

"yarının ne getireceğini bilmiyoruz" sevincinin,
"herşeyin ne olacağı belli işte" karamsarlığına yenilmeye
her yıl biraz daha yaklaştığı doğumgünlerimden biri daha işte..

"böyle günlere önem vermeyi,
ya da yılın birtakım günlerini diğerlerinden farklı görmeyi anlamsız buluyorum" diyecek olan varsa,
bu marjinal gözükme çabası içinde laflarını kapıda bıraksın lütfen.
beni bayıyor çünkü.
bana göre doğduğum gün önemli.
başımdan geçen ne varsa günün birinde doğmuş olmama bağlı olduğundan herhalde.
çünkü şimdi pek mühim bildiğimiz hiçbir kavram,
doğmamış olsaydık bizim için var olmayacaktı aslında.
"ben yoksam hiçbir şey yok" gerçeği kısaca.

gördüğünüz gibi coştuğum filan da yok.
bu yazdıklarım,
geride bıraktığım 25 yılıma biraz olsun saygı yalnızca.

gittiğim yeri bilmeden,
geldiğim yere...


21.08.2007

HAFTASONU OLANLAR...


sevgilim her seferinde söylüyor:
- çığlık atma,
olaylara böyle acaip,
"zıplamalı, coşmalı tepkiler" verme, diye.
ama,
bendeniz dinlemiyorum bittabi..
sevinç öyle aniden geliveren bir şey çünkü,
nasıl gelişeceğini de kestiremiyorsun.

küçücük bile sayılamayacak kadar ufak bir şeye kafayı takıp,
aylarca kendini mutsuz edebilme
veyahut önüne dünyalar da serilse mutlu olamama kapasitesine sahip
bendeniz likelife,
bazen basit tefek şeylerden de mutlu olabiliyorum işte,
tıpkı dün D&R’ da Grange imzalı yepyeni bi kitabı gördüğümde olduğum gibi.
sevincimin sebebi,
okuma zevki garantili yepyeni bir Grange macerasına atılacak olmam
+
telepat olduğumun kesinlikle kanıtlanmış olmasıydı.
( ki bu aslında korkutucu da bi yandan )

durum şu ki,
farkında olmadan birini ya da bir şeyi düşündüğüm andan itibaren,
en geç birkaç gün içinde onun haberini alıyorum
veya en azından onunla ilgili bir şey duyuyorum.

dün otobüs durağında otururken düşündüğüm şuydu:
Grange ne zaman yeni kitap çıkaracak?
ve bir kaç saat sonra D&R’ da tarafıma verilen mesaj şuydu:
al sana kitap!
son günlerde bu vakalar acaip sıklaştı
ve güdülerim çok isabetli sonuçlar yaratmaya başladı.

işte D&R’ da bu sebeple küçük çığlıklar atarak karşıladığım Grange kitabını
sevgilime bu cümleler eşliğinde gösterdim.
verdiği cevap takdire şayandı :
- sen neden otobüs beklerken Grange düşünosun ki?

zaten ben de onu anlatmak istiyorum,
ben bilinçli bir şey yapmıyorum,
birisi veya bir nesne hatta bazen bir kelime,
gelip aklıma takılıyor
ve ben kısa zamanda onunla ilgili bir şey yaşıyorum.
inanması güç, garip bir şey işte..

dün neler yaptığımızdan bahsedeyim biraz da size.
fragmanını gördüğümde çok önyargılı davrandığım,
"ıyy bu ne ya, bunları film diye koyuyorlar önümüze" dediğim,
Aman Tanrım 2’ ye film kıtlığından gittim!
yoksa,
alternatif olarak fantastic four’ a gidecektim ki,
geçen haftaki Harry Potter faciasından sonra beynimin orta yerinde oluşmuş,
"bi süre daha fantastik filme gitmeyeyim ben" düşüncesi beni frenledi.
gazetelerde gördüğüm "tarihin en pahalı komedi filmi" dürtmelerinin de bi etkisi oldu tabi..

sonuçta filme gittim.
ilk yarısı sadece 30 dk. sürdü.
klasik – klişe bir komedi filmiydi.
ama 2. yarısı hem daha uzundu
hem de tahminlerimden çok daha iyiydi.
tamam televizyon filmi ayarında filan belki ama,
içerdiği çevreci mesajla beni tam kalbimden yakalamayı
ve bana
"son 3-4 haftadır izlediğim en iyi filmdi" dedirtmeyi başardı.
üstelik de kendini sonuna kadar,
hiç sıkmadan,
yormadan,
tam tersine kalplerimize sıcak bir duyguyu hafifçe enjekte ederek hepimize izletti.
dikkat ettim,
salondan çıkan hiç kimse sıkılmış
ya da geldiğine pişman olmuş filan değildi.

filmden sonra teyzeme "geçmiş doğum günü hediyesi" kabilinden
bir Fakir katı meyve sıkacağı aldım.
daha sonra da Ekvator’ a gidip Galatasaray maçını yüreğim ağzıma gelerek izledim.
( bkz Star TV spikeri Ertem Şener, geçen yıl Şampiyonlar Ligi’ndeki GS-Liverpool maçımızda ne demişti :
yüreğimiz ağzımıza gele gele ağzımızda yer kalmadı )
neyse ki verilmeyen penaltımıza rağmen,
tek golle geçtiğimiz bu zor deplasmandan 3 puan almayı bildik de,
ben de rahat edebildim.

maçtan sonra da evime gidip biraz nette gezdim,
biraz televizyon izledim
biraz da play station oynayıp,
garip rüyalar göreceğim tuhaf bir uykuya daldım..





17.08.2007

Hayatgibi' yi Seviniz... Fakat Koparmayınız...


" ... ben de hepinizden farklı bir solucandım, kim bilir? Şimdi yarısı ezilmiş yerde yattığı için belli olmuyor "

" ... romancılar için bulunmaz bir okuyucuyum Esat Ağabey derdi.

Birinci sınıf okuyucu; hayır, daha ileri: lüks oyuncu.
Kitaplarının böyle okunduğunu bilselerdi fakirler, kimbilir ne kadar sevinirlerdi. Durmadan yazarlardı; bir türlü ölemezlerdi "

" ... söylenen sözler düşünüldükçe beğenilmemeye başladı. bu nedenle yeni sözler için cesaret tükendi "

" ... her yeni tanıştığım insandan tanışır tanışmaz neler bekledim o daha adımı öğrenmeden ben onunla ilgili hayaller kurdum ümit etmeye başladım hemen ve o insan yanımdan bir dakika bile ayrılınca ben öyle yerlere varmışım ki hayalimde bu ayrılmayı bir ihanet saydım "

" ... başkalarının yaptıklarını silmeye çalıştım: mürekkeple yazmışlar oysa. Ben, kurşunkalem silgisiydim. Azaldığımla kaldım "

" ... benim üzerimde hiçbir zaman anlaşamadılar "

" ... başkalarının yanında bulununca saldırıdan kaçınmak imkansız "

" ... geriye döndüm diye küçümsemiştir beni. Böyle basit ölçülerle değerlendirirler insanı "

" ... Günseli beni görünce şaşırdı. İnsanlar neden şaşırırlar beni görünce?Sonra neden kendilerini toparlarlar? Hiç olmazsa şaşkınlığnızı sürdürün. Size sürekli bir duygu vermesini hiç bilemeyecek miyim? "

" ...bütün çocuklar gibi, kötülüğünü, anlamını bilmeden küfür etmeyi öğrendim ve sebebini bilmeden dövüşmeye başladım. Babam beni mektebe götürdüğü zaman, çantamla birlikte artık uzun bir hayat tecrübesini de omzumda taşıyordum. "

" ...çok gelişmiş milletler, kötülükten de bir şeyler çıkarıp, onu az gelişmiş milletlere ihraç etmek yolunu bilmektedirler. "

" ...felsefeyi seviniz, fakat koparmayınız.. "

" ... ve büstlerinden yalnız göğsüne kadar tanıdığım Atatürk "

" ... çıkarını düşünen insan, fakir de olsa aynı derecede kötüdür "

" ... gidişinde bilgisizliğin güzelliği vardı "

" ... istediğimi, istemem gerektiğini düşünüyordum ancak. İstemiyordum "

" ... çünkü ben, bir an sonra ne olacağımı bilmiyordum. Bir an sonraya ulaşabileceğime güvenmiyordum. Sürekli bir panik içindeydim "

" ... kabuğu ev sahibinin mülkiyetinde olan, bir ' ev içi ' nin sahibi "

" ... bir gün bütün değer yargıları değişecek ve yargılananlar yargıç, eziyet edenler de suçlu sandalyesine oturacaklardır ve onlar o kadar utanacaklar, o kadar utanacaklardır ki utançlarının ve suçlarının ağırlığı yüzünden ayağa kalkamayacaklardır "

" ... tarih, geçmişten geleceğe uzanan ve bugün gördüğümüz bir rüyadır. Bütün rüyalar gibi yorumlanabilir, ama görülürken değil "

" ... çürüme dedim de aklıma geldi: bugün iş peşinde koşmalıyım. daire dediklerine göre, çevresinde dönüp duracaksın "

" ... tabiat, sırlarını bakmasını bilene açıklarmış "

" ... her gün yeni baştan yaşamak mümkün olacak mı dersin? Bir gün öncesine korkak bir bezirganlıkla sarılmadan yaşayabilecek miyiz? Yoksa, yarından korktuğumuz için, düne köle gibi bağlanacak mıyız? "

" ... kapının tahtasından ahşabın damarları fırlamış: ihtiyar bir adamın kolu gibi "

" ... herkesi yoldan çevirmeye çalıştın sokağın köşesinde durup. Hepsi de sana içinden güldü. Dur bakalım, dediler. Dur bakalım hele. Biz mi bilmiyoruz nasıl yaşanacağını? Dünkü çocuk, bize akıl mı öğretiyorsun? Başka bir şey yapmak gerekseydi elbette biz bulurduk bugüne kadar senden önce. Senin ortaya çıkışınla mı böyle bir ihtiyaç doğdu? "

" ... bildiği sokaklardan yeni insanlarla birlikte geçiyordu. Ne güzeldi her zaman gidilen bir lokantanın tanıdık garsonlarını yabancı bir sesle, yeni dostların yabancılaştırdığı bir sesle çağırmak "

" ... ilk çekingenlikler ne kadar tatlıdır. Oysa insan, bu beceriksizlikleri bir an önce yenmeye çalışır. Bütün gücüyle büyüyü bozmak, buzları kırmak için uğraşır. Birlikte yapılan her yeni hareket de, istenmediği halde bu büyüyü geri getirir:insana yeni bir fırsat verir "

" ... ya da aklımı başımdan alın da Olric' le birlikte mısır satalım cami avlularında. Geceleri yatalım taşlar üstünde, Selim' in şarkılarını başımıza yastık yaparak. Sonra birden, Rockefeller' ın kızı geliyor, on yüz bin liraya satın alıyor şarkıları; " pop music " yapıyorlar. Biz yastıksız kalıyoruz. "

" ... demek diyordu Turgut kendi kendine, bugüne kadar gereğinden fazla vermişim. Almadıkları bir sürü Turgut vermişim onlara. Bu kadarıyla da idare edilebilirmiş "

" ... onu bir kere öldürdünüz. Buna bir daha fırsat bulamayacaksınız. Birinci ölümünden temizleyeceğim onu, ikinci gelişini sağlayacağım böylece "

" ... insanların yalan söylemesi için bir gerekçe görmediğinden, onlara inanmakta güçlük çekmiyordu. İnsanlara inanmadan, onlarla birlikte olmanın mümkün olmadığını sanıyordu. İnsanlara inanmadığı zaman onlardan kaçıyordu. Söylenenlere inanmadığı zaman, inanır görünmenin, insanlara ihanet etmek olduğunu düşünüyordu ve bu ihanetinin anlaşılmaması için, ortalıkta görünmemeyi tercih ediyordu "

" ... yıllardır, bir genç kız yanıma yaklaştığı zaman, ona söyleyeceğim acı ve alaylı sözler hakkında o kadar hayal kurdum ki siz bütün bunların ağırlığına dayanamazsınız, dedi. Ben de sözlerimden hemen pişmanlık duyarım. En iyisi hiç konuşmamak "

" ... beynim yağ bağlamış olacak. Büyük ve güzel şeylerin dışarı çıkmasına izin vermiyor. Korkuyoruz. Düşünmekten ve sevmekten korkuyoruz. İnsana benzetirsek, onlara acımaktan korkuyoruz "

" ... yalnız kendimi sevdiğim halde, bunu başkalarına sevgi şeklinde belirtmek suretiyle kendimi aldatmak ve aynı zamanda bir bakıma onların daha gerçek sayılması gereken aşklarını, bu aldatıcı aşkımın yanında önemsiz görmekle, bir kerte daha kişiliğime duyduğum aşkı ve vazgeçemediğim benliğimi ortaya koymakla kendinisevengilerin birtürlügerçeklerigöremediğiçinbaşkalarınınsevgisinemuhtaçgillerfamilyasınma mı giriyormuşum? İngilizler bile bu kadar inceliği bir arada düşünemez, bir yerde şaşırır.

" ... cebinden bir kağıt parçası çıkardı ayaklarımızın altında hışırdayan yaprakların resmini çizmeye başladı dolmakalemiyle resmin altına tabiata döndüğüm gün diye yazdı mendiliyle gözyaşlarımı sildi ben romantik oldum hiçbir ilaç beni iyileştiremez "

" ... büfenin üstüne hiçbir şey koymuyoruz çünkü diğer küçük burjuvalar gibi görmemiş değiliz onlardan farkımızı biliyoruz gene de söylemiyoruz birbirimize bilmiyormuş gibi tapıyoruz sehpa örtüsü de kullanmıyoruz ama bunları hesaplayarak değil içimizden öyle geldiği için yapıyoruz onlardan farkımızı belirtmeye tenezzül etmiyoruz "

" ... sanki beni hiçbir yere götürmeyen bu anlamsız inadımda bu yersiz öfkemde ısrar edersem değerim artacak hiçbir şey söylemeden susarsam sanki neyi anlatmadığım anlaşılacak beni de cumhurbaşkanı yapacaklar buyur diyecekler herkes anlattı anlatmayan bir tek sen varsın meğer bütün iş anlatmamaktaymış başımıza sen geç diyecekler senin gibi kimse kalmadı zaten nutuklarım konuşmalarım filan hepsi hazır insanlar diyeceğim ey insanlar benim hepinizden farklı olduğumu nasıl anladınız demek fen bu kadar ilerledi başka adam kalmadığı için ben herşey olacağım cumhurbaşkanı ben başbakan ben kendimi bütün bakanlar yapacağım "

" ...gücümü tahminde yanılmıştım. Turgut evlendiği zaman ben de evlenecektm. Çatal - kaşık ve fasülye pilakisi karşısında böyle ağır bir yenilgiye uğramayacaktım. Oysa fasülyeyi ne kadar severdim. Herşeyle aramı bozdum artık. Herşey bana düşman kesildi. Tanrım, diye düşündüm ilk defa. İlk defa, Tanrım dedim; bıraksınlar beni artık "

" ... bu köylülerin de yaşı belli olmaz. Orta yaşlı dediğin köylü senden küçük çıkar "

" ... hey gidi Selim! Ekmeğinin buğdayını çıkaran insandan bu kadar uzak mı kalacaktın? "

" ... eskiden güneşin doğuşuyla korkularım dağılırdı. Şimdi her sabah yeni korkularla uyanıyorum "

" ... iki gündür huzursuzluk içindeyim; kedinin kuduz olup olmadığını düşünüyorum sürekli. Garip olan bir nokta daha! Bu konuda hiçbir tedbir almayı düşünmüyorum. Sadece korkuyla beklemeyi biliyorum. Kuduz olduğumun anlaşılması için ne kadar süre geçmesi gerektiğini hesaplıyorum. Gerçek ümitsizlik bu olsa gerek. Hiçbir kurtuluş tedbiri düşünemiyorum. Yalnız kötü şeyler olmasından korkuyorum. Tam ümitsizlik de değil. Belirli bir süreyi geçirip de kuduz olmazsam ne kadar sevineceğim bilseniz. Günler geçtikçe bu korkuya olan ilgim azalıyor. Başka korkular buluyorum: korkudan korkuya atlıyorum. İnsanların yıldızlara baktığı zaman duyduğu evrensel korku gibi duygulara yer yok bu arada, ne yazık. Aşağılık, seviyesiz korkular panayırı. Oysa, bu kadar aşağılık olmadığımı da seziyorum.... terleme ve zayıflama, dörtnala gidiyor artık. Bir kelime kulağımda çınlıyor: lösemi. Yerimden fırlıyorum. evet, gizli ve kronik hastalığımın nedenini buldum. ... artık sabahları bu yeni hastalığımın korkusuyla uyanıyorum. Kedi hikayesinden kurtuldum. Akşama kadar, her gün kendimde hastalıkla ilgili yeni belirtiler buluyorum. Doktora gitmek gibi bir düşüncem yok elbette "

" ... belki de hayattan bıkmaktan korkuyorum "

" ... küçük hesaplarım vardı. Bu hesapları bir yana bıraksaydım yapayalnız kalacaktım sınıfta. Nihat' ı bir kenara itmişlerdi işte. Bütün mesele zayıf bir tarafınızı yakalamalarıydı: ondan sonra kurtuluş yoktu. Birbirlerine de aynı davranışta bulunmaktan, gizlice birbirlerinin arkasından alay etmekten çekinmiyorlardı. Arkadaşının gülünç bir yanını yakalayan biri hayranlıkla dinleniyordu. Belki bir çeşit yaratıcılık vardı bunda "

" ... Gecenin bitmeye başladığını anlayınca mahzunlaşıyordum. Konuştuğum insanların peşinden gitmek, onları yatak odalarına kadar, hatta ertesi günü işe gidinceye kadar, hatta işte çalışırken izlemek, durmadan konuşmak ve dinlemek istiyordum. Ayrılınca insanların birbirlerine hemen yabancılaştıklarını, eski havayı bir türlü canlandıramayacaklarını düşünüyordum. Kesintilere dayanamıyordum. Kuşkulu ve ürkektim. İnsanlara, ancak benim yanımda oldukları zaman güveniyordum. Benden ayrılınca beni yargılamaya başlayacaklarını ve tekrar bana döndüklerinde, artık eski sevgilerinin tükenmiş olacağını düşünerek korkuyordum. İnsanlara çok önem veriyordum aslında. Benim için ne düşünecekler diye içim titriyordu "

" ... tanımlar istiyorlar sizden: sonradan aynı tanımlarla canınıza okumak için. Tanımlarınız yoksa, bu sefer konuşturmuyorlar sizi. Tanımlar veremeyen insan saçmalar, diyorlar. Saçmalarla uğraşamayız. Kimseye saçmalama hürriyeti veremeyiz. Tanımları verince de herkes, daha önce kendisi için kazılmış olan çukura düşüyor. Başkaları için de tanımlar istiyorlar sizden . Başkalarının işine karıştırıyorlar sizi zorla, başkalarının da size karışması için yolu açıyorlar böylece "

" ... öyle bir kapı olmalı ki çalınca, insana hiçbir şey sormadan açsalar: kapının ortasındaki küçük pencereden bakıp kim o demeseler. Sonra hemen içeri alsalar beni. Ben anlatmak istesem bile, hemen sustursalar: biz herşeyi biliyoruz.Burada yemek ve uyuma saatleri belli değildir. Kimsenin kimseyi dinleme zorunluluğu da yoktur "

" ... düşünce, onlar için yalnız ıstırap kaynağıdır. Bu duruma gelen zavallı düşünce, artık onlara hayatlarını düzenlemekte yararı olmayan bir yük ve bizim verdiğimiz hürriyeti kabul etmelerine engel olan bozuk bir makinedir. Bu makine, son tireyişlerini yapmaktadır ve durmasını bilmediği için parçalanacaktır "

" ... ne kadar acıyorum kendime; bu yüzden başkalarına acımaya fırsat bulamıyorum "

" ... aslında her gördüğüm insana kapılıyordum. Hemen onun gibi olmak, ona bütün varlığımı sunmak ve onun bütün varlığını içime almak istiyordum. Her an değişmeye hazırdım "

" ... öznenin, yüklemin filan başka bir düzen içerisinde yerleştirilmesini sağlayarak benim istediğim anlama kavuşturacak böyle bir kitap.Ne diyorlarsa, yalnız onu demek isteyenler için geliştirilmiş düşünce ve ifade kuralları ne zaman bulunacak? "

" ... bence suçlu bana görevleri verendir. Altından kalkamayacağım bir yükle beni ezendir. Hiçbir zaman bu görevleri yapmaya gönüllü olmadım. Kimsenin istekli olmaması üzerine ve o sırada orada benden başkasının bulunmaması yüzünden kabul etmek zorunda kaldım. İnsanlar, bu görevleri kabul etmemenin utancını yaşamasınlar diye ( bu utancın çok korkunç bir duygu olduğunu tecrübelerimle biliyordum ) onları bu acıdan kurtarmak istedim "

" ... düşünce: kara. El: yatkın. Zehir : gerektiği gibi. Zaman: uygun. Tam mevsimi; gören yok. Ey tabancalı adam! Bitir işini "

" ... son sözümü söylemeliyim. Eski sözlerim gibi kalabalık ve boşuna olmamalı "

PS : Aylar önce okuduğum " Tutunamayanlar " dan,
bir kenara not ettiklerim.
yazmak ancak nasip oldu.
copy paste değil,
el emeği göz nuru yani tümü..

kitapta aslında her satır altı çizilesiydi..
siz gidin aslını okuyun en iyisi..
beğendiyseniz tabii..

16.08.2007

ÖPÜCÜK!!!



2. dünya savaşı’ nın bitiminde çekilen,
bir askerle hemşirenin öpüştüğü bu simgeleşmiş
efsane resmi çoğunuz bilirsiniz..
bu yıl,
yüzlerce New Yorklu 2. Dünya Savaşı’ nın bitim yıldönümü kutlamak için Times meydanında,
işte böyle öpüşmüş..

bence son günlerin,
en şirin,
en romantik,
en tatlı görüntüsü.

bunca olan biten içinde...

13.08.2007

Haftasonu Bunlar Oldu...



yazdım,
yazıyorum,
yazacağım derken,
sonunda word başına gelebildim.
hareketli sayılabilecek bir haftasonundan sonra,
yine bir iş gününde sizlerle birlikteyim ( ıyyyykkk )

cumartesi günü,
pek bi muhterem,
çok sevdiğimiz,
ama 7 ay boyunca küs kalıp,
ancak birkaç hafta önce barışabildiğimiz can ciğer kuzu sarmalarımız,
sevgili arkadaşlarımızın nikahı vardı cumartesi günü.
önce nikaha gidildi,
arkasından yemeğe geçildi,
netekim yenildi-içildi,
sohbet edildi
ve gece bitti.
elimizde kaldı 2 adet fotoğraf ve bir adet nikah şekeri.

bir "uzuuuunnn yılların çifti" daha,
gözlerimizin önünde dünya evine girdi.
her zamanki gibi hayatgibi'nizin nikah korkusu depreşti.
sefkilimin kulağına eğilip eğilip,
"aşkım bak biz evlenmiycez di mi,
ben dayanamam bu heyecana düşer bayılırım,
5 kutu Prozac filan tıkmanız lazım boğazımdan aşağıya.
ya da biz bakkala gider gibi evlenelim,
öyle kimseye haber vermeden imzamızı atıp gelelim?
olur di mi bebeğimmmmmmmm" diyip durdum.

pazar günü ise,
olağan haftasonlarımızdan biri gibi geçti.
sıcaktan kaçıldı,
Cevahir’ e sığınıldı.
tabii ki sinemaya gidildi.
vazife icabı "harry potter" seyredildi,
tarafımızdan hiç sevlmedi,
beğenilmedi,
hatta sevgilim bi ara kendilerini uyuyarak protesto etti
( evet başıma bu da geldi )

sinemadan sonra yemek katına çıkıp bi şiyler yedik,
daha sonra da biraz turlayıp D&R’ ı filan gezdik.

bu arada ben Heroes / 1. sezon DVD’ lerini aldım,
Lost’ un 3 sezonunu bu yolla izleyip bitirmiştim,
sıra bu diziye bulaşmaya geldi.

akşam kısa bir internet turunun ardından,
play station’ da need for speed most wanted oynamaya devam ettim.
oynarken bir yandan da radyodan Galatasaray’ ımızın muhteşem 4-0’ lık maçını dinledim.
maç bitince televizyondan gollerin görüntülerini de seyrettim ki,
"ne maçtı o be!" dedirtti.
ama bu konuyla ilgili yazı yazmak yerine,
hepinizi özlemle öpüp kucaklarken,
febeli arkadaşlara da iğrenç "belediye çalışıyor" esprisi yapıp,
yazımı noktalamak isterim.
bakın kendinize...

9.08.2007

TRİP..


galiba kendinizi pek enteresan sanıyorsunuz?
büyümeyen adam sendromu bu ama yaşlanıyorsunuz..
küstah taklidi yapan erkekler familyasından,
milyarlarca zavallı adam midemi kaldıran
ya siz hala bıkmadınız mı hiç kendinizden?
evinden uzak yalnız kovboy triplerinizden..?
hadi gelin,
uyuyun koynumda eğer çok isterseniz

ben uyanmadan giderseniz beni memnun edersiniz...





8.08.2007

KARİZMA ZERO...


"armut" lafı kadar delikanlıyı bitiren bir laf görmedim.
adama hakaret et,
envai çeşit küfür et,
bu kadar etki elde edemezsin.
bir erkeğe armut dediğin zaman karizması sıfıra iner,
ben bunu bilir bunu söylerim.

ha,
bi de "dingil" yapar aynı etkiyi...
o ayrı..




6.08.2007

Ne Dedim Ben???


düşündüm de,
ben Alpay Erdem’ i çok seviyorum..
onu okuduğum zaman,
onun gibi yazmak istiyorum.
nasıl bir karaktersizsem artık,
hemen onun gibi olmak istiyorum.
bi de Selahattin Duman okuyunca oluyor bu.

bence bi "bilok yazıcısnın" ulaşabileceği son nokta çünkü kendileri.
uğraşsan da geçemezsin bence.
ama blogtan kastınız böyle benimki gibi bi şiyse..
yok ben dünyayı kurtarıcam,
felsefe yapıcam,
edebiyat parçalayacağım diyorsanız o zaman başka tabi.

ilişkiler üzerine yazacak olsam mesela,
o zaman Ahmet Altan’ ı kıskanırdım ben.
ama öyle "kadınların sevdiği yazar ahmet altan" kabilinden değil,
harbiden beğendiğim için adamı.
severim yani.
bazen unuturum sevdiğimi.
genelde mutluyken filan böyle,
pek sallamam,

"aman bana ne şimdi onun tumturaklı uzun cümlelerinden,
kulağını tersten gösteren betimlemelerinden" diye.
ama elime alıp 2 satır okuyayım,
yine hemen hastası olurum.
"bütünleşik çarprazlamalar psikozunda sevdim seni" türü cümleler kurarak taklit edilebileceği düşünülür kendisinin,
"ben de yazarım canım, kadın yazarı işte" filan diye aşağılanmaya çalışılır..
halbuki otur da yaz bakalım.
yazamazsın,
sıkarsın,
okutamazsın kendini.
olmaz yani.

sevgilim de savunur bu tezi,
ben de o zaman acayip gıcık olurum.
"adam kalkmış beni bana anlatıyor, ne var ki onun yazdıklarında" filan der,
hatta kendisinden nefret eder.
yıllar boyunca yavaş yavaş ben biraz alıştırmaya çalıştım,
hala ısınmadı.
arada bi "tamam kültürel birikimi var adamın" filan diye hakkını vermeye çalışıyor ama,
ötesi yok.
o kadar yani.

neyse konu bu değildi.
konu benim Alpay Erdem’ i ne kadar sevdiğimdi.
okurken resmen neşe doluyorum,
ben de hemen bisiklete binmek
ve gezerken gördüğüm herkese
teyzelerle ilgili sahip olduğum kötü anılarımı anlatmak istiyorum.
o kadar yakın görüyorum yani.

hayatımda en sevdiğim insanlar arasında ilk 10’ a girer belki.
o derece.
1. her zaman sevgilim ama.
diğer herkes ondan sonra gelir.
annem – babam dahil.
böyle de adi bi insanım.
sen doğur,
bak büyüt bu yaşa getir,
elin çocuğunu gitsin daha çok sevsin.
ama napalım dünya böyle.

benim kafamda "sevgilim" diye bi kavram var.
o da aşkı temsil ettiği için benim gözümde her zaman 1.
şimdi ben sevgilimden ayrılırsam
ve başkasına aşık olursam,
hemen 1. o olur.
başkasına aşık olmazsam,
aşık olana kadar 1 numara boş kalır.
2. sıradaki kişi otomatikman birinci sıraya yükselmez yani.
meclisteki ölen milletvekilinin boş koltuğu gibi.
yerine atama yapılmaz.
boş durur öyle 1. sıra.
sonra aşık olunca o kişi bir numara olur.
işte böyle de aşk delisi bi kişiyim.

bazı arkadaşlarım mesela,
"amaaan 1 erkek için değer mi?" filan derler.
( sanki 2 erkek olunca fark edio? )

işte o zaman,
"senin o bir erkek dediğin kişi benim hayatımın anlamı" diye haykırmak isterim ey okuyucu.
ben aşık olmadığım zaman,
yiyemem,
içemem,
gezemem,
nefessiz kalırım,
biter giderim.

hatta sevgilim bazen beni kızdırdığında,
ona olan aşkımın azaldığını hissedersem,
sevgilime daha çok sinirlenirim
"içimdeki aşkı öldürüyor" diye.
yani içimde bu kadar güzel bi duygu yeşertmişsin,
dünyanın en güzel şeyi,
ama sen kalkıp beni üzdüğün zaman,
adeta efendim,
dünyanın en güzel çiçeğini bahçe makasıyla kesen bi kişi gibi,
almışsın eline o makası,
acımasızca bu duyguyu buduyorsun.
üstelik yanlış yerden kesersen bi daha da büyümez o.
ondan sonra ilişkiye devam etsen de,
ayrılsan da fark etmez.
aşkı kesmişsin yani sen.

"sen ne hakla benim elimden bu kadar değerli bi şeyi alırsın" diye işte böyle kızarım.
ama içimden tabi.
kalkıp suratına karşı
"sana olan aşkımı yok ettiğin için sana daha çok kızıyorum" diyecek halim yok ya.
içten içe kinlenirim öyle.
hani çocuğu öldürülmüş biri,
evladının katiline nası kızar,
o kadar kızarım bu işe.
bizim zırt – pırt ayrılıklarımız da hep bu anlarıma denk gelir zaten.

ya şimdi yazıya şöyle bi baktım da,
anlatmak istediğim tek bi şeyi bile adam gibi anlatamamışım sevgili okuyucu.
konu bu kadar dağıtılır yani.
şu yazıdan bi kişi de benim anlatmak istediklerimi anladıysa kafamı kırarım.
bu kadar kötü yazılır yani.
bravo bana.
en iyisi bu kadar bahsettikten sonra,
Alpay Erdem’ den bi yazı ekleyeyim ben size.
belki biraz toparlar sizi.

* Metro’nun merdivenlerinden de ne düşülür yalnız. Allah görsetmesin. Evet, “görsetmesin”.
* Bi aralar, canım sıkılıyor’a karşı, sıkı can iyidir, çabuk çıkmaz diye pis bi laf vardı.
Pek kullanılırdı. Allah’tan geçti o pis dönem, iyi oldu.
* George Clooney, gittikçe kuşa benzemeye başladı, farkında mısınız.
O eski yakışıklılığından eser kalmadı. Adeta bir kuş oldu.
İnanmayan, Ocean’s Thirteen’in afişine baksın. Resmen bir kuş. Kuşa benzeyen insanları sevmem.
Kuşlara hakaret gibi oluyor çünkü. Sevmem.
* Çok acayip bişey söyliycem; ben bir disifiks manyağıyım. Disifiks nedir.
Disifiks, böyle Karfur’larda satılan, (ekseriyetle), rulo halinde, renk renk, desen desen, böyle metrelerce, kağıt yapışkan. (-Kız Emine reklama giriyor. -Girmez. Selpak gibi düşün. Hani kağıt mendil demiyosun da, selpak diyosun ya, onun gibi düşün.)
Al duvara yapıştır, olsun sana duvar kağıdı, o derece yani.
İstediğin gibi kes, alttan kağıdını çıkar, istediğin yere yapıştır.
Her yere yapıştırıyorum. Ne zaman Karfur’a gitsem, rulo rulo alıyorum.
Annem, benim bir yapışkana bu kadar para verdiğimi duysa, beni kesinlikle evlatlıktan reddeder.
Ama ne yapayım, dayanamıyorum. O kadar güzeller ki. Büssürü rengi var.
İhtiyaçtan değil, tamamen zevkten.
Zevk olmasa, şeffafını bile niye alayım değil mi. Benim de lüksüm, bu disifiks oldu.
Her yere yapıştırıyorum. Bisikletime, bilgisayarıma, camlara, masaya sandalyeye, fırına buzdolabına, yüzüme gözüme, her yere.
Kesip kesip. Biri beni kurtarsın. Sanırım bağımlı olmak böyle bir şey.
Lan sakın ben o yapışkanının kokusunun manyağı olmuş olmıyim.
Bayaa böyle kafa yapıyo çünkü. LAN!
* Fenasi Kerim’i çok özlüyorum. O benim gerçek starımdı.
* Geçtiğimiz haftalarda, koşan teyze’den bahsetmiştim.
Bu hafta, koşan teyze’den çok daha acayip bişey gördüm; kaçışan teyzeler.
Dünyanın kesinlikle en komik görüntüsü. Bisikletimle, Üsküdar sahilinden doğru, Çengelköy’e doğru gidiyorum, böyle nerden baksan 8-9 tane teyze de, karşıdan karşıya, sanki yol onlarınmışçasına, ahestenin de ahestesi, geçiyorlar diycem, geçmiyorlar da, böyle tuhaf bir şey, önlerinde de bir taksi var, teyzeler geçsin diye bekliyor, e geçmiyorlar, duruyorlar gibi bişey yani yolun ortasında, en sonunda taksi şoförü dellendi, taksiyi bunların üzerlerine doğru sürmeye başladı.
Teyzelerin bir kaçışması var, ömre bedel
Bir de taksi şoförü, bir yandan da küfür ediyor, LA! Sİ! .MINA KODUKLARIM diye.
Teyzeler çil yavruları gibi dağıldılar valla. Güleyim mi, taksi şoförüne tepki mi vereyim, bilemedim.
Güldüm tabi önce. Sonra, dur şu taksi şoförünü paylayım dedim. Çünkü teyze de olsa, onlar bizim analarımız.
Yapılmaz yani o hareket. O teyzeler ki, bizleri, tarlaya doğurup, orada kurda kuşa bırakmayıp, faydalı bir insan olsun diye büyütenlerimiz.
O teyzeler ki, kadınlarımız, bacılarımız. Tam dedim şu taksiyi yakalayım, bastı gaza gitti, baktım yetişilmez yani.
Çok sinirli gitti çünkü. Tam telefonuma plakasını yazıyordum ki, o kaçışan teyzelerden biri, yavrum eziyordu bizi diye dizlerini döve döve, yanıma dert yanmaya geldi.
Dedim teyze s.ktir git. Uzak dur benden. Kaçtım ordan. Plakayı da unuttum o korkuyla.
Mına koyum nasıl da apansızın sinsi gibi yanaştı yanıma ya.
Halbüse Hıncal Uluç gibi rezil edecektim o taksiyi köşemden.
Hayır sevmemek, korkmak başka, ezilenlerin yanında olmak başka. Eziliyorlardı çünkü resmen.
* Bugüne kadar, bir şekilde, tişörtünün yakasını kesmemiş, sonra da, içten içe pişman olmamış bir insana rastlamadım.
*Telefon rehberinde gezinirken, ismini gördüğünde, yüzünü ekşiten biri varsa, kurtul ondan.
Önce o kaydı sil. Kurtul ondan. Bir insandan kurtulmakla başlar her şey. Kurtul ondan.
O çok adi bir insan. Senin enerjini emiyor. Kurtul ondan. Hayatından insan eksiltmenin tadına var. Tul ondan.
* Hayattaki en mutlu insan, bi geçerken uğrayanı çok olan insandır.
Bi geçerken uğramanın, fazlasıyla insana ait bir yanı var
Hüzünsel gibi de biraz. Bi geçerken uğradım. Ben ömrümde böyle sıcak bir laf daha duymadım.
Bi çayını içmeye geldim. Canımı iç canımı.
Sevgilerimle efendim, kendinize iyi bakın.


2.08.2007

Cesur Olamayan Güzeliniz ya da Güzel olamayan Cesurunuz...


size bir yazı yazarım,
kafanız acır.
ama şimdi canım istemiyor.

canım sadece bütün gün sokakta oynadıktan sonra,
binbir zırlamayla eve girdiğimde,
annemin köfte + makarna + patates kızartması yapmış olduğunu görmek,
yemekten sonra da en sevdiğim çizgi filmi seyretmek istiyor.
basit huzurlar arayışındayım ki,
bu en son çocukluğumda vardı.
cesur ve güzel izlemeye başladığımızda,
masumiyet çağı sona erdi.

içine rahatça sığabileceğim büyük ve geniş laflar istiyorum bazen,
ama kafam sığmıyor.
kafayı fazla büyütmemek lazım.

doğumgünüme 21 gün kaldı..



1.08.2007

İŞE DÖNÜŞŞŞ...


bugün işe gittimmm beeennnnn..
çok üzgünüm,
sinirliyimmm,
çalışmak istemiyorummm bennnnn....

ben bilgisayarıma,
play stationıma
ve çizgi romanlarıma gömülmek istiyorum,
havuza gitmek,
sinemaya gitmek,
arkadaşlarımla eğlenmek istiyorum,
sevgilimle vakit geçirmek istiyorummmm..

ben tatile devammm etmek istiyorummmm..
lütfennnnnn.


30.07.2007

DARMADAĞIN...


Bugün,
çok senelik arkadaşlarımızla,
7 aya yakın bir aradan sonra tekrar buluştuk,
hasret giderdik.
Aramızda büyük,
derin bir kırgınlık vardı.
Ama bu konuya değinmedik.
Sevgilim daha önce bazı rahatsızlıklarımızdan söz etmişti.
Olay kavgaya dönüşmesin diye,
artık "barışalım" diye,
daha fazla bu konudan bahsetmedik.
Oyun oynadık,
dertleştik,
yemek yedik.
Biraz tedirgin de olsak,
eğlendik.
Söylemek istediğim bazı şeyler içimde kaldı ama,
ne deseydik?
13 gün sonra evleniyorlar,
birbirimizi kıracak sözler mi sarfetseydik?
Şimdilik,
bunu tercih etmedik.

Tatilim yarın değil,
çarşamba günü bitiyor.
bu da tatilimin son 2 günü kaldı demek oluyor.
Şimdiden içimde büyük bir boşluğun oluşmaya başlamasının sebebi bu.

Galatasaray hazırlık maçında
İstanbulsporla berabere kaldı..

Biz akşamüstü Ekvator' da
"artık bahsetmeyeceğiz" dediğimiz ülke durumundan bahsettik..

Eve gelince,
"www.ogames.com" a üye oldum.
Bir online oyun.
Amacı,
kısaca,
size verilen küçük gezegeninizi geliştirmek,
saldırılara karşı korumak
ve evreninizdeki binlerce oyuncu arasında güçlü durumda olmak.
Ben şimdi acemilikteyim..

Dün Dehşet Gezegeni' ni seyrettik.
O tarzı zaten sevdiğimiz için beğendik.
Ama uyarayım,
gidip de
"ee konu yok bu filmde,
her şey absürd,
üstelik kimi görüntüler iğrenç,
midem kaldırmadı" diyenleri tanımam..
Ben beğendim,
siz beğenmeyebilirsiniz.
Çünkü bu tip filmleri ya sever
ya nefret edersiniz.
Anlaştık değil mi?

Tex' in özel bir cildini okuyorum bir kaç gündür..
Kim olduğumu bildim bileli,
çizgi romanlara bayılıyorum..

2 gündür blogcuya giriş yapamıyorum..
Şu an yazı ekleyebilecek miyim bilmiyorum...

görüşürüz yine..