25.11.2008

osmanlı cumhuriyeti...


hatırlıyorum o anı..
küçücüğüm daha..
ama o yaşta bile kazımışım
- nedense -
zırt pırt ağlamamalıyım diye aklıma..

o yüzden ağlamamak için kendimi zor tutuyorum..
hani filmlerde filan olur,
oyuncunun gözlerine 2 damla yaş gelir oturur,
asla akmaz,
ama ağlamaktan beter eder suratının halini..
aynı o ifadeyle resme bakıyorum..

“ işgal kuvvetleri “ getirmiş çekmiş istanbul’ a gemilerini..
boğazda kara-gri bir ölümü simgeleyen cellatlar gibi duruyorlar..
demir ağırlıklarını boğazın sakin sularına salmışlar.
benim boğaz’ ımın sularına..
üstümde askılı bluzum,
pileli kısacık eteğim,
fiyonklu çoraplarım
ve kırmızı ayakkabılarımla kenarında sek sek oynayarak büyüdüğüm,
sokaklarında annemden habersiz,
hınzır bir firari gibi koşup dizlerimi kanattığım İstanbul’ umun boğazında..

sıcak çatışma – savaş durumu da yok üstelik..
onlar “ diplomatik ” haklarını kullanmışlar,
orada duruyorlar,
onun dışında herkes olan biteni kabullenmiş gibi.
göze çarpan herhangi bir olağanüstülük yok.

içime inanılmaz dokunuyor bu.
varlıkları kabullenilmiş biçimde o ölüm makinelerinin boğazda duruyor oluşu..
resme adeta çakılıyorum..
aslında doğduğumdan beri anlatılıyor bana,
düşman ülkemizi işgal etmişti,
bitmiştik,
meteliksizdik,
her şeyi yitirmiştik,
kurtuluş savaşı’ yla yeniden dirildik filan diye.
ama ben yakar top oynarken
ya da ne bileyim ip atlarken filan,
o sözler benim için “ araya sıkıştırılmış “ ders cümleleri oluyor sadece..
ama o fotoğrafı görünce!

çok fena oluyorum..
ve inanılmaz sinirleniyorum..
kendime yediremiyorum bir türlü durumu..
zorlukla gözlerimi kaldırıp resimden,
diğer sayfaya geçecek gücü kendimde buluyorum..
o sayfanın ilk paragrafını okuyorum,
Ata’ nın “ geldikleri gibi giderler “ cümlesini görüyorum.
bu sefer baştan ayağa sevgi,
baştan ayağa saygı ve hayranlıkla dolu olarak,
gözlerimde yaş tomurcukları hala pırıl pırıl,
kendi Atatürk’ ümle tanışıyorum.

sonra onun sözlerine doyamadığımdan,
“ ordular ilk hedefiniz Akdeniz’ dir ileri “ deyişini
ya da “ egemenlik hayıtsız şartsız milletindir “
veya “ bütün ümidim gençliktedir “ sözlerini görmekten bıkmadığımdan,
yıllarca onun hakkında ne buldumsa okuyorum..
her okuyuşumda biraz daha ben oluyorum.
biraz daha bağımsız,
biraz daha kararlı,
biraz daha modern,
biraz daha onun istediği Türk kadını
ve dünya insanı oluyorum.
gün geliyor:
- benim karakterim galiba Atatürk’ e benziyor, onu bu yüzden bu kadar çok seviyorum, diyecek oluyorum.
- ya da o olduğu için ben şu an bu karaktere sahibim, diye düzeltiyorum.

Atatürk olmasaydı..
kişiliğimde o çok beğendiğim yanlar,
kendimden nefret ettiğimde bile
“ ruhumda hiç olmazsa bunlar da var “ diyebildiğim ışıklar,
acaba yine de olur muydu?
genetik üstesinden gelir miydi bu işin,
yoksa tüm o pırıltılar silinir gider miydi?

belki giderdi..
biri de bunun filmini çekerdi..
hatta çekti..

osmanlı cumhuriyeti..
olmayacak sebeplerden,
kendimi birden “ asla gitmem “ dediğim bu filmi izlerken buluverdim.
Nişantaşı City’s 7. salonunda,
aslında daha film başladığında beklentisizdim.
çünkü ben gani müjde’ ye gülemeyenlerdenim.
kahpe bizans’ ı sevmeyenlerdenim.
sulu zırtlak absürd ve boş bir şey istemeyenlerdenim.
bu yapının üzerine bütün hayatım boyunca bir de yüzlerce film izlemişim.
üstelik çoğunu sinema salonunda seyretmişim.
yani artık sinema bilgimi iyice sivriltmişim.
beğenilerim seçkinleşmiş
ve ayırd ediciliği neredeyse filmden zevk almayı engelleyecek boyuta gelmiş birisiyim.
dolayısıyla filmi beğenmedim.
teknik açıdan tammm bir fiyasko diyebilirim..

sanki bir sürü sahne çekilmiş,
küçük küçük,
bölük börçük fikirler bulunmuş da,
montajı okulda dönem sonu projesi verircesine
1 gecede yetiştirilmiş gibi,
ortaya çıkan şey bir türlü bütünleşmemiş.

kostümler berbat bile denilemeyecek düzeyde.
replikler desen, eh işte.
film zaten komedi olarak çekilmemiş lakin fragmanı insanda bu izlenimi uyandırdığı için söylüyorum size,
komik hiçbir şey yok filmde.
“ espri “ diye sundukları geyikleri sayarsanız bilemem elbette.
normale oyunculuğunu hiç ama hiç beğenmediğim Ata Demirer,
“ nispeten “ iyi.
vildan atasever ise resmen rezalet!
bu kız nasıl altın portakal aldı,
yoksa nurgül yeşilçay haklı mıydı,
yoksa her şey bi toz ve gaz bulutu muydu filan soruları sordurttu bünyeye..

sahneler inandırıcılıktan o kadar uzak ki,
“ ehh be siz de “ deme isteği geliyor bazen içinize..
yazık oldu verdiğim paraya demeyeceğim,
çünkü o kadar çingene değilim,
ama “ bilsem “ kesinlikle gitmezdim bu biline..

fakaaaaattt bunca şeye rağmen,
“ sinema nedir? “ diye sorgulamadan seyrettiğimde,
hoşuma giden çookkkk ufak da olsa birkaç şey olmadı değil.
bir kere filmin düşüncesi güzel.
o benim kafama çok küçükken takılmış
“ ya O olmasaydı? “ cümlesine cevap araması,
hala kağıt üstünde devam eden bir saltanatın ne durumlara düşeceğinin aktarılması vs fikri iyi.
ama bu fikri filme hiç yansıtamamışlar ki?
hele o filmin neredeyse tamamını kaplayan vildan’ la aşk hikayesinin sakilliği?
olmamış tabi.

yine de o “ komedi yapmıycam! “ inadı altındaki,
izleyiciye verilmek istenen hüzün iklimi benim içime işledi.
daha küçükken bile katlanamadığım boğaz’ a demirli o gemiler,
etrafta gezip “ dost görünümü “ adı altında kuyumuzu kazan mandacılar,
Heybeliada’ yı yunanlılara filan vermeler
- bkz laf çaktırılıyor, Kıbrıs -
“ ne adası ada mada verilmeyecek! “ diye inceden mesajlarla yüreğe su serpmeler vs,
ruhuma bir üzüntü,
bir yas havası indirdi.

2. yarıda tam padişah direnişçilere destek vermeye karar verdi
- var böyle gruplar, bağımsızlık için uğraşanlar –
silahlar dağıtıldı,
divan falan toplandı,
tamam artık gaz bi final yapacaklar,
düşmanı ülkeden atıp bağımsızlığı kurtaracaklar,
“ Atatürk olmasaydı da bu vatan evlatları eninde sonunda kurtuluşu sağlardı “ mesajı çakacaklar derken,
o cılız direniş bitti.
padişah istanbul’ u terk etti.
giderken:
- keşke zamanında birileri geldikleri gibi giderler diyebilseydi, dedi.
ve final sahnesinde Atatürk’ ün aslında kavga kovalarken ölmediği
gerçek evrenimize döndük,
Atatürk’ ün sesinden 30 sn’ lik nutuk bölümüyle film bitti.

işte filmin bir tek bu yönü hoşuma gitti.
Atatürk olmasaydı bu işlerin başarılamayacağı kabul edildi.
“ gaz bir son “ yerine,
mutsuz ve yenik bir son seçildi.
öyle her direnişin,
her halk ayaklanmasının bir Kurtuluş Savaşı olamayacağı mesajı,
“ anlayana “ son 30 sn’ de verildi.

salonda alkışlayanlar, ağlayanlar oldu.
çıktım, lavaboya gittim.
orada da ağlayanlar vardı.
ilginçtir,
bunlardan biri de Sibel Can’ dı.
- eğer bi ikizi filan yoksa kendisinin -
yalnız o ağlamanın ötesine geçmiş,
gözleri kızarıp şişmişti.
hiç sevmem ama “ aferin be “ dedim içimden.
iyi kötü bi şiyler hissedebilmişti demek ki.

çıktım,
sevdicek kapıda beklemedeydi:
- sibel can içerdeydi ağlıodu yaf, dedim.
- ama Issız Adam’ dan da çıkmış olabilir o, dedi.
bitişler yakın saatlerdeydi.
bilemedim.
çok da önemsemedim.

ama dönüş yolunda,
takside,
bu kötü filme rağmen o gemilerin ağırlığını ben de içimde hissettim.

yumruklarım sıkılı,
içimden,
“ iyi ki var “ dedim.

Hiç yorum yok: