31.10.2008

mustafa..yahut gerçekler..


biri olur herkesin hayatında..
“ O “ na çok aşık olursunuz.
çok seversiniz..
ama öyle ki kendinizden bile vazgeçebilecek gibisinizdir..
“ öl “ dese öleceğinizi bildiğinizden,
“ öl “ demediği her an için ona minnet duyar,
bunun için dahi ona bir kez daha hayran olursunuz..

bir kez olsun geçtiğini bildiğiniz sokaklarda gezer,
onun ayağının tozunu,
bıraktığı nefesin bir zerresini,
belki saçından düşmüş olabilecek bir teli arar,
bulamasanız bile,
sadece onun “ iklimini “ yaşamış olmaktan mutluluk duyarsınız..
uzaklığından kalbiniz iki değirmen taşı arasına sıkıştırılmışçasına ezilirken de
“ onun acısını çekmek dahi güzel “ deyip,
gözyaşlarınızı bu hastalıklı mutsuzlukla kutsarsınız.

ağlarsınız..
yıkılır,
unutur gibi olur,
sonra tekrar yıkılıp ağlar,
yine mahvolur,
biraz daha ağlar,
artık süngerleştiğinize emin olduktan sonra,
bir müddet durgun boşluğa dingin gözlerle bakıp,
“ bu bile oldu, kalpsizim artık “ dedikten sonra bile,
birkaç yıl daha ağlarsınız…

sonunda intihar etmeyecekseniz
- ki edebilirsiniz -
hayata geri dönersiniz.
bir şeyleri tamamladığınızı sanar
ya da gerçekten tamamlarsınız.
bu “ tam olma “ hali de bir yanılsamadır ama
bunu ancak,
o’ nu yıllar sonra tekrar gördüğünüzde anlarsınız.

bütün gücünüze,
belki de elde ettiğiniz mevkilere rağmen,
bir buyruğunuzla eğilip bükülecek onca şeyin ayaklarınıza serilmiş durmasına rağmen,
o’ nun gözleri gözlerinize değdiği an,
başınıza ne geldiğini bilirsiniz.
bir anda alır elinizden efendiliğinizi,
hükümranlığınızı
ve tekrar köleleştirir sizi,
iplerinizi elinde tutan bir kuklacı gibi.
gözlerine kilitlenirsiniz
ve bitersiniz.

bütün dünyanın ve sizin,
yani ikinizin,
keskin bir bıçakla ikiye bölündüğü,
“ ikiniz “ olma halinin,
sizi kalan bütün dünyadan ayırıp başka bir aleme çıkardığı anlardır.
ayaklarınızın altından yerin çekildiğini hissederken,
artık yükselişe geçtiğinizi bilirsiniz.
gerisi önemsizdir.

şimdi söyleyeceğim şey belki garip gelecek ama,
benim atatürk’ e duyduğum,
aşka benzer garip bağlılık da buna benzer.
o’ nu gördüğümde,
onunla ilgili bir kitap okuduğumda
ya da onunla ilgili bir film seyretme ihtimali dahi doğduğunda,
inanılmaz heyecanlanırım,
telaşa düşer,
korkuya kapılırım.
“ ticari hesaplar “ işin içindeyse bile körleşir,
mutlaka gitme-görme-bir kere daha yükselişi yaşama duygusuyla başkalaşır,
adeta inatlaşırım.

elbette sevgiliye duyduğumuza benzer bir aşkla değil,
ama çok daha başka türlüsüyle,
yine de vücut kimyasına etkileri itibariyle benzer biçimde bağlı olduğum bu adamı,
inanılmaz bir borçluluk duygusu,
minnet duygusu,
hayranlık,
“ ya olmasaydı “ korkuları
ve “ bu kadar da olmaz “ dedirten zekasına duyulan şaşkınlıkla izlerim.
hele hele 1-2 dklık da olsa araya karışan videolarıyla,
kendi sesi ve bakışlarıyla karşımda göreceksem,
neredeyse kendine acı çektirmeye ulaşan bir yoğunluk içerisinde seyrederim.

tüm bu duygular toplamına bir isim koymaya çalışmaktan aslında çoktan vazgeçtim.
belki de nasıl “ üst “ bir durum içerisinde olduğumu anlatmak istemekten buradaki tüm gayretim.
bir şeylere benzetirsem belki onu ifade edilebilir kılabilirim.
ama bir yanım onu ifade edilebilir kılma çabasının,
duygularımı olduğundan daha düşük göstermesinden korkuyor.

şimdi düşünün,
ben,
tüm bu hislerle mustafa’ ya gittim.
öncelikle az önce bahsettiğim sebeplerden dolayı,
sadece onu görmek,
ona doymak,
bu duyguyla yükselmekti derdim.
mutluydum,
beğendim,
sevindim.

fakat özellikle 2. yarı,
gözlerimi bir an da olsa o muhteşem mavi gözlerden çekebilip,
filmin arka planının aslında nasıl oluşturulduğuna baktığımda,
aslında bu filmi hiç mi hiç sevmediğimi,
hatta yavaş yavaş o katharsis duygusunun dışına itildiğimi fark ettim.

fanatik gibi gözükmeden durumu nasıl açıklayacağımı bilmiyorum.
ama yine de şöyle ifade etmeyi deneyeyim:
Atatürk’ ü gereksiz yere! yüceltmeyelim,
onu da normal sıradan bir insan gibi görebilelim,
zaaflarını-aşklarını “ Mustafa “ diye biri gibi değerlendirebilelim derken,
belki bilinçli,
belki bilinçsiz,
Atatürk’ ü basite indirgeme çabasına girişilmişti.
inandığım şu:
can dündar gerçekten iyi niyetliydi
ve “ Atatürk de insandı “ cümlesinin anlamını bize göstermek istedi.
ama bunu göstereceğim derken pek çok şeyi es geçti,
gizledi.

herhangi bir çalışma sırasında,
Atatürk’ ün karakterini övme işine hiç girişilmeden,
yalnızca yaptıkları alt alta sıralansa,
farkında olmadan yine Atatürk övülmüş olacaktı çünkü,
yalnızca eserlerinin büyüklüğü itibari ile bile.
dolayısıyla Atatürk’ ü normal göstermek için,
yaptıklarının bir kısmını anlatmamak,
eksik anlatmak,
bazı insanlara ters gelebilecek yönlerini de iyice abartmak gerekirdi.
örneğin laikliği getirmenin,
günlük hayattan dini tamamen silmek biçiminde yansıtılması gibi.
1933’ te giriştiği çok partili rejimi kurma çalışmalarına hiç değinilmeyip,
“ etrafında hiç mualefet bırakmayınca rahat etti,
heykellerini filan diktirdi,
gücün kendi elinde olduğunu cümle aleme ilan etti,
bu arada basından da kendisine bir eleştiri gelmediğinden,
uzun süre halkın durumunu çok iyi zannetti “ minvalinde laflar etmek gibi.

bu “ Atatürk’ ü diktatör gibi göstermenin kendilerini acaip demokrat yaptığına inananlar topluluğunun “ anlamadığım yanı şu:
Atatürk bu denli diktatörse,
zaten kurulmuş olan
ve işleyen saltanat düzeninin başına neden geçmedi?
vahdettin’ in kalmış olduğu yerden zevk-ü sefaya devam etmedi?
zaten “ tebaa “ durumunda bulunan,
mülkiyetsiz,
cahil,
yani ezilmeye müsait halkın bu durumunu kabul etmedi de,
onlara seçme ve seçilme hakkı verdi,
latin alfabesini getirip okuma yazma oranını yükselterek,
bireylerin okuyan yazan,
dolayısıyla düşünüp sorgulayan insanlar olmasını istedi?
cahillerin başına padişah gibi geçip sömürmek dururken,
neden milletinden başlarını kaldırmalarını,
dünyaya gözlerini açmalarını,
cumhuriyeti kurarak kendilerini yönetmeye başlamalarını istedi?
bunlar cevapsız sorular tabii.
tek bildikleri “ Atatürk diktatördü “ papağanlığı.
savaş koşullarında yapılanlarla
barış dönemi devrimlerini karşılaştıramama zavallılığı.

bunları geçtim,
Atatürk sanki cumhuriyeti kurduktan sonra hiç çalışmamış,
halkın durumunu geziler dışında anlayamamış,
sıkıntılar karşısında bunalmış,
yalnız,
özel hayatında mutsuz,
her gün rakı-meze alemlerine dalan,
orada da mutlu olamayan,
bommmboş bir emekli gibi gösterilmişti.
Allah’ tan lütfedip bu dönem bol kitap okuduğu,
yabancı dilden türkçeye giren kelimelere karşılıklar bulduğu
ve sanat alanında çalışmalar yaptığı “ şöööyle bir “ belirtilmişti.

ama ne Erzurum ve Sivas kongreleri 1 sn bile gösterilmiş,
ne cumhuriyetin ilan edilişi tek cümle dışında bütün coşkusuyla yansıtılmış,
ne izmir’ e girişin ihtişamı anlaşılmış,
ne lozan’ daki başarılara değinilmişti,
hiçbiri sanki hiç olmamış.
Atatürk sadece birkaç cephede başarıyla savaşmış,
onun dışında özel hayatında başarısız,
yalnız,
mutsuz,
içip içip geceleri yaşayan,
kendi hükümranlığı için kendi arkadaşlarını satan,
diktatör bir din düşmanı olarak gösterilmişti!
ama yavaş yavaş,
alttan alttan,
bu mesaj filmin genelinde oya gibi işlenmişti.
iyi halt edilmişti.

çok demokrat gözüktünüz şimdi.
tarihsel bir çok gerçeğe değinmeden,
Atatürk’ ü kendi kafanızdaki basit yerine indirdiniz diye çok mutlusunuzdur değil mi?
çok tatmin olmuş,
entel saydığınız dünyanızda “ birileri bunları da söylemeliydi canııım “ şeklindeki övgüleri kabul ediyor,
kendinizi çok yenilikçi
ve tabuları yıkan devrimci gibi hissediyorsunuzdur şimdi.

başkent(!) Ankara’ da,
Kızılay’ da neden hiçbir cumhuriyet kutlaması yapılmadı,
onu da bizler düşünelim tabii.


28.10.2008

babasının kızı...


babamla nasıl bir ilişkimiz var bizim diye düşündüm de az önce,
çözemedim evet.

baba-kızlarla ilgili mini bir yazı yetiverdi derin düşüncelere gark olmama.
çünkü ben bu “ bağı “ kendi kafamda analiz edememişimdir,
bir yerlere oturtamamışımdır pek.

dışarıdan bakıldığında “ kızına aşık babalar “ kategorisine sokulabilecek babam,
henüz liseye giderken sinirle kapanıp ağladığım odamdan bakıldığında ise öyle görünemeyebiliyordu evet.
beni şaşırtmakta da ustaydı
ve bünyemi sık sık şoka sokardı.
artık büyüdüğüm ve kendi paramı kazanmaya başladığım dönemlerde,
- bak bak kendi paramı diyor -
yapmayı düşündüğüm fiziksel birkaç değişikliği kendisine ilettiğimde,
ağzımı bir karış açık bırakacak şu cevabı vermişti :
- ama o zaman çok güzel, çok kusursuz bir kız olursun sen. bu kadarı fazla.

evet inkar edemem,
güzelliğimi yeterince kutsadı babam.
öyle ki bi yaşa kadar kendimi güzellik kraliçesi filan sandım.
aynı zamanda zor beğenen biri de olduğundan,
ondan aldığım iltifatları ayrı bir yere koyardım.
deniz akkaya’ nın en popüler olup,
dergi kapaklarını boy boy süslediği dönemlerde,
babam meşhur “ ipincecikse beğenirim “ düsturunu da ekleyip beynime:
- bu kadın şişman ve şaşı, cümlesini kazımıştı.

yani o şişman ve şaşıysa
ve ben de “ güzelsem “
bayağı bayağı büyük bi şeydim işte!
bi bakışımla kimbilir kimleri aşktan deliye çevirirdim.
sokakta sarışın, ince- uzun bi hatun gördüklerinde yamulan abilerin de
desteğiyle “ özgüvenli “ bir kız olarak yetiştim.
kendimce bu özelliklerimi okuyup-yazarak
“ kafaca “ da acaip geliştirdiğimden,
içi dolu turşucuk hallerimle,
kendimi pek sevmekteydim.
bu durumumu “ şımarık “ bulanlarınsa bu kendi problemleriydi!
beni ilgilendirmezdi.

işte bu burnu kaf dağı’ nda dönemin ardından iş hayatı geldi.
tabii büyüüüük şikayetlerle
ve kendisine yapıldığını düşündüğü büyüüüüüükkk haksızlıklarla likelife,
babasına problemlerini ilettiğinde aldığı yanıt netti:
- tabii ki sen de sıkıntı çekeceksin. herkes çalışıyor. senin ne ayrıcalığın var? sen de katlanmayı öğreneceksin!

bunun arkasından doğal bir “ ben de mi? “ isyanı geldi.
hani senin kızın el bebek gül bebekti,
çiçekti,
kelebekti?
bu hayatın dişlileri arasında ezilmesine nasıl izin verilebilirdi?
oysa bu baba için sadece hayatın basit bir gerçeğiydi.
onun zeka küpü güzel kızı “ ev kızı “ – sümme haşa - olamayacağına göre,
bu sıkıntıyı çekecekti.

ve çekti de.
ama hala hazmedemedi.

babamdan gelen “ karışık “ sinyaller aslında bu kadar değildi.
mesela yeri geldiğinde beni akıllı-becerikli vs diye tanımlayabilirken,
herhangi bir basit izin isteme durumunda “ çocuk “ konumuna düşürebilir,
zor durumda kalmama neden olabilirdi.
işte o günler odama kapanıp “ intikam “ yemini ettiğim günlerdi.
elbet bu günler geçecek,
benim elime kendi param,
kendi imkanlarım,
kendi hayatım geçecekti.
o zaman bütün dileklerim gerçekleşecek,
dünyanın eğlencesi ayaklarıma serilecekti.

o anki “ eğlence “ düşkünlüğümü
daha doğrusu lüksümü bana sağlayanın aslında babam olduğunu sonraları anlayabilecektim tabii.
benim “ bu gece arkadaşımda kalsam ne güzel olur “ diye düşünebilmem,
kafamı “ sadece “ bunlara verebilmem aslında onun eseriydi.
başka derdim olmadığından bu dertlerle kendimden geçebiliyordum.
ama bunları o anda anlamam benden beklenemezdi.
gençtim.
-hala gencim tabii ama o zaman en gençtim –
gezmeli,
beğenilmeli,
iltifatlar içinde yüzmeliydim.
yemin ediyorum hiçbir şeyden korkmadığım zamanlar oldu.
o kadar çok dünya bana aitmiş zannederdim ki,
ölüm bile bana değemezmiş gibi gelirdi.
toydum çok,
hem de nasıl.
gözü karalıklarımı anlattığımda hala sevdicek bile şaşırır,
nasıl girdin o ortamlara
ve nasıl çıktın,
neyine güvendin,
kimbilir hangi güç sana sahip çıktı diye.
bilmem.
herhalde tanrıydı.
ya da babamdı.

kısıtlanmışlıklarımı gözümde büyüttükçe büyütürken,
bana vermediklerine bakıp için için üzülürken,
“ bana güvenmiyor resmen “ diye isyanlara sürüklenirken,
aslında sadece onun sayesinde,
güvenli kozamda gelecek günleri sağlık içinde beklemekteydim.
ancak arada bir bana güvenmediğine emin olduğum kalbinden kopan,
üstelik başkalarına söylendiği için doğruluğundan şüphe etmediğim:
- akıllıdır benim kızım. ne yaptığını bilir, gibi cümleleri ağzından duyar,
ne düşüneceğimi,
ne hissedeceğimi bilemezdim.
bi an önce kopup gitme isteğiyle,
hep yanında kalma sıcaklığını bana yaşatan da bu değişken davranışlarıydı.

evlendim.
haliyle günlük yaşam içindeki en ufak kararları bile birlikte alma gibi bir durumumuz kalmadı.
ama hayatımdaki en önemli “ onaylayıcı kurum “ olma durumu da bozulmadı.
hala en basit desteğinden acayip gurur duyarım.
bana inanıp beğendiğini gösterdiğinde,
işi abartır neredeyse duygulanırım.

geçmişte
ve gerektiğinde ne kadar sert olabildiğini bildiğimden,
yumuşak bir şekilde “ beni hiç aramıyorsun “ diye sitem ettiğinde,
içimde bu duyguya karşılık olabilecek kutsal karşılıklar ararım,
yeni isimler yaratırım.
( evet sevmek çoğaltıcı. )

görüldüğü üzere bu imajı herhangi bir yafta altında toplamak zor olacak,
bu ilişki bir yerlere sığmayacak sanırım,
adına ne “ aşk “ ne “ nefret “ ilişkisi denilemeyecek,
tarafımdan yine nerelere konulacağı bilinemeyecek.

ancak bir gerçeğin altı çizilmeli burada.
o da bana bu ilişkiden çok şey geçtiği.
karakterimin bir çok özelliğinin bu ilişki çerçevesinde biçimlendiği.
asi yanlarımın sivrilmesi,
istediğim şeyler için mücadele etmeyi öğrenmem,
ya da bir onay cümlesine bu kadar önem vermem yanında,
insan ilişkilerinde yanar döner olmam da bu gel-gitlerin bana bir hediyesiydi.
“ sen kimseyi uğrunda yerlerde sürünecek kadar sevemezsin “ demişti bana biri.
sevebilirim tabi.
ama bunu belli etmeyecek,
çevresindekilere hep bir “ elim sende oynuyoruz “ duygusu verecek,
bir kaçan bir konan tabiata sahip olmama belki de beni geçmişte yaşadıklarım itti.
bu yolda üzdüklerim oldu mu?
belki.
ama en azından bunun özeleştirisini yapabiliyorum şimdi.

21.10.2008

geçti...

yeminler edilerek karşılanıp,
ağıtlar yakılarak uğurlanan bir haftasonu daha!
bu günler,
size ait olduklarında öyle çabuk geçip gidiyorlar ki!
- çalışma günlerimiz bize ait değiller bittabi -

kimlerin hayatında,
kimbilir neler gerçekleşmedi ki.
ama dönüp baktığınızda söyleyebileceğiniz şey sadece
“ kuş gibi uçup gitti “.

cumartesi sabahı sanki sadece 1 an öncesi gibi.
haftasonu önümde upuzuuuun biçimde duran çekici bir vaat,
yapılacaklar ve asla yapılmayacaklar içimi sıcacık ısıtmakta ama kalkmak istemiyorum.
saat 13:00 oluyor bu arada.
sefkili çoktan kalkmış tabii,
kediyi kapmış dalıyor odaya:
- bak sana kimi getirdim!

“ normalde “ arthur giremiyor yatak odası ve mutfağa.
en azından 1-2 mekanı “ hijyenik “ tutacağız ya!
sanki bütün gün ağzından öpüp durmuyoruz kediyi,
“ bebeğimizzzzzzzz meleğimizzzzz “ diye koynumuzda tutmuyoruz,
mutfağa sokmadın bitti bütün probler di mi,
bizdeki de kafa!
bütün aşılarını ve kontrollerini düzenli yaptırıyor olmamızın verdiği bir rahatlık var ya..
ona güveniyoruz zannımca.

kediyi kucağımızdan düşürmüyoruz,
bi an bıraksak da etrafımızda olsun istiyoruz,
aynı odada bulunmaktan hoşlanıyoruz,
bu duyguyla “ koku yapar “ falan demedik,
mama kabıyla su kabını bile salona getirdik.
ve aylar geçti biz “ aaa bak ne güzel yemek yiyor “ çocukluğuyla yavrumuzu seyrediyoruz hala.
ama o da gerçekten melek gibi ya.
güzellikler saçıyor resmen dünyaya.

neyse bu baba kucağında odaya giriyor.
sevgili akıllı tabii,
beni en önemli kozu kullanarak kaldırıyor.
çünkü likelife kedisine dayanamıyor.
agucuk gugucuk derken uykum açılıyor.
rahat rahat kahvaltı,
uzun uzun gazete okumak filan derken,
havanın kapalı olması da ekleniyor
- zaten 19:00’ da maç var -
evde kalma kararı veriliyor.
benim o an için canıma minnet.
çünkü yağmurda sokağa çıkmak benim kedi tabiatıma ihanet!

“ eskiden “ böyle değildi tabi.
haftaiçi çalışıldığından sevgiliyle ancak haftasonu görüşülebilirdi.
ve sevgiliyi görmek demek,
dışarı çıkmak demekti.
abartmıyorum,
hayatımın son birkaç yılı haftaiçi ve haftasonu sürekli dışarıda bulunarak geçti.
haftaiçi işte,
haftasonu gezmede.
şööööööööööyle bir evde oturmayı o kadar özlüyordum ki.
ama sevdiceğimi görmeden de duramıyordum.
ayrıca sosyalleşmek için de haftasonlarına ihtiyaç duyuyordum.
bu nedenle,
saç-makyaj-manikür-pedikür-bakım sayesinde dışarıya belli etmesem de.
ruhen “ exhausted “ durumda geziyordum,
- bir de “ her zaman iyi görüneceksin düsturu var tabii, evet -

evlenince ne oldu?
nihayet evde oturabilme lüksüm oldu.
evet,
belki diğer kadınlar için lüks olan dışarı çıkmaktır,
hatta “ her haftsonu gezdiriyor –köpek misin pardon?- beni kocam “
cümleleri birer iftihar sebebidir
ama benim için tam tersi.
“ kocamla “ arada bir evde oturup maç seyredebilmek,
benimki gibi
“ kurtlu “ ve “ sosyal böcek “ birine bile iyi geldi.
heleki önümüzde uzanan buzzzzzzz gibi kış günlerini düşününce,
bu konforu daha çok tercih edeceğiz gibi.

c.tesi sabahı uzuuuunnn oturmalardan ve uzuuun okumalardan sonra,
benim aklım Mamma Mia DVD’ sine gitti.
sevgili de hadi izleyelim dedi ama,
filmi yarı uykulu yarı uyanık gözlerle takip etti.
peki ben beğendim mi?
ada süper,
şarkılar süper,
oyuncular şeker,
insan başka ne ister?
senaryo filan beklenmiyor tabii.
bayram şekeri tadında bir eğlencelikti.

sonrası play station oynama,
maç seyretme,
yayılma oturma vs vs şeklinde geçti.
güzeldi.
gerçekten güzeldi.

sevdiceğe kalsa pazar günü de böyle geçecekti.
ama kısa bir süre de olsa dışarı çıkarabildim kendisini.
profilo’ ya gidip biraz dolaştık,
yemek yiyip alışveriş yaptık.
sinemaya gidecektik ama
ama istediğimiz gibi bir film bulamadık.

akşam da kedimizle yuvarlandık,
oyun oynadık
ve galatasaray’ ın trabzonu yenmesine
( 3 – 0 )
hakkını vererek sevindim ben.

sonraysa hüzünlenme evresine geçtim.
elime dergimi filan alıp koltuğa çöreklendim.
bedenimi,
saat 02:00 gibi zorlukla yatağa sürükleyebildim.
yatağa yatar yatmaz karnımda bir ağrı hissettim.
“ uyuyunca geçer “ dedim.
gözlerimi kapattım,
biraz dalar gibi olduğumda,
odada gürültüler duydum.
müzik sesi gibi bi şiydi.
kalktım.
bi baktım,
saat 7 olmuştu ve çalan telefonun alarm ziliydi!

5 sn gibi gelen 5 saatlik uykuyla gece geçip gitmişti.
söylene söylene işe geldim.
Koltuğuma çökerek “ bitti “ dedim.
gerçek zamanlar bitti.yine bekleme zamanları başlıyor şimdi..


11.10.2008

YORUM FARKI! ya da blogcu dostlarım hakkında...


ben uzun yazıyorum.
aslında o kadar uzun değil de,
fontu büyük ve kalın.
( oha. )

sık sık entera basmayı sevdiğimden,
bi satırda fazla bi şiy olmuyor aslında.
başlandığında çabucak okunup bitirilebiliyor.

ama başlanıyor mu?
acaba.
okunuyor muyum?
acaba.
beğeniliyor muyum?
acaba.
bunlar kafamda gezinen önemli birer soru.
bunları cevaplayabilecek olan da ne sayaçlar
ne de “ istatistikler “ sekmesi.
esas cevap yorumlarda.
ama ne hikmetse az yorum geliyor bana.
anlayamıyorum.
hafif yazıyorum oysa.
bir şeyler eklenebilir gibi yazıyorum.
bitirilmiş yazılar gibi değil de,
okuyucunun yorumuyla tamamlayabileceği gibi,
sonu açık bırakılmış,
çoğunluğu uçucu yazılar.

bunu da bilinçli yapıyorum.
nadir çıldırma anları dışında,
bloğun havasını ağırlaştırmıyorum.
ama yorumlar özellikle son zamanlarda iyice azalmış durumda.
bunun sebeplerinden biri “ eski dostların “ blogcuyu terk edip,
blogspotcu olmalarıdır mutlaka.
oralarda da bulmuşlar birbirlerini.
ben sanki öksüz kaldım buralarda.

taşınmaya da üşeniyorum.
o kadar yazıyı al,
kopyala.
arşiv diye bırakamam da ardımda.
bloğumda bir derinlik olsun,
çok yazı olsun,
isteyen gidip eski bi yazıma da zırt diye ulaşsın diye uzun zaman uğraştım sonuçta.

ama onları izlemeyi bıraktım,
yazılarını okumuyorum demek değil bu.
okuyorum.
takip ediyorum.
hem de soluk soluğa.

alpernatif mesela.
o nasıl bir dolphin macerasıdır ya?
kopuyorum,
hem de her satırda.

peki ya dolphinim,
yunusum.
nedir senin bu çektiklerin?
bitmeyecek mi demek isterim
ama bitmediğini de bilirim.
bir de size belki sadistlik gibi gelecek ama,
eski sevdicekle ilgili yazıları ayrı bir güzel geliyor bana.
çünkü bence bütün duyguları sonuna kadar yaşayan,
gerçek bir insan var orda.
“ ben sevgilimden ayrıldım ama turp gibiyim,
spora da giderim,
dünyayı da gezerim,
etkilenmem,
üzülmem “ diyenler,
yapay geliyor bana.
dolphinse tüm gerçekliğiyle duruyor orada.
evet belki acı çekiyor,
ama en azından yaşıyor.
uyuşturulmuş cam fanuslarda değil,
gerçek dünyada yaşıyor.
bu çok önemli bir nokta.

burdayımsaklanıyorumum.
sen hiç saklanma.
her gün yaz,
mutlaka yaz ama.
eğlenceli hallerin,
sel’ i övmelerin,
sevgilisiyle - kardeşin filan bir yana,
çerçey nedeniyle takılmıştım ben ilk sana.
hem kediyim,
hem kediseverim ne de olsa.
az iş değil bu da.
( artık kedim Arthur da var ya )
insan arıyor hayatı kendi penceresinden görenleri.
ve al işte.
dün akşam aynı şeyi seyretmişiz.
erdal sarızeybek bana hangi hisleri vermişse,
aynılarını vermiş ona da.
bunları okumak harika!

atalet!
yorum bile yapamıyorum ona.
tek söyleyebileceğim jötemmm vulevu kesköseeeee jö mapel likelifeeee.
( nasıl ama? )

şarkuteri zaten başka bir dünya.
“ yeni dünya “
şarküteri yeniliği,
ferahlığı,
dolaşmayı,
dünyaya açık olmayı çağrıştırıyor bana.
ailesinin ABD’ yi gezdiği yazıya bitmiştim mesela.
ve daha bir çoklarına.
şimdi yine yollarda.

jidotakafu’ yu alperden gördüm.
bi kaç kere uğradık birbirimizin bloğuna.
o bi kaç yorum da yazdı sonra.
öyle konu kapandı gibi oldu.
ya da o öyle sanıyor.
ama az da yazsa,
ben onun yazılarını okuyorum hala.
ve alpernatifizmdeki maceralarını bekliyorum merakla.
( kör oldun ya bi anda:(((
şişman da yaptı seni hain Alper )

hicasliyok kardeşim.
sen de bi kere bloğuma geldin.
“ benden sana sonsuz sevgi gösterileri “ gibi bi yorum yazdın gittin.
kimin nesiymiş bakayım merakıyla sayfana girdim,
dikkat kesildim.
bloğuna hala ara sıra gelip gidiyorum.
her geldiğimde,
bana lise-üni. dönemlerimi çağrıştırdığın için,
“ ah canım küçük kardeş napıo bakalım “ modunda yazılarını okuyorum.
ama zaman geçtikçe üni.deki sosyal faaliyetlerini,
projelerini,
ve özellikle aşkını okudukça,
yok yav koskoca bi kız oldu işte,
geçti artık o liseye gittiği,
ÖSS’ ye hazırlandığı dönem diyorum.
seviyorum.
gülüyorum.
kulağına “ aman noolursa olsun aşkı yaşa “ diyorum.
bu bi ayrılıp bi barışmalarını filan kendime fena halde benzetiyorum.
“ yapma “ demek istiyorum ama yapacak,
onu da biliyorum.
o yüzden sesimi çıkartmıyorum.

oyanın dünlüğü,
kendisini okuduğumdan habersiz,
çünkü onu da yorumların arasından filan tanıyarak çektim çıkardım.
arada bi uğruyorum,
ne yazmış bakıyorum.
ses yapmadan çıkıyorum.

çağlarbilir.
bu sayfaya ilk girenlerden.
ve bunu ilk ifade edenlerden.
yeri ayrı haliyle.
ama benim “ yeri ayrı “ dememe ihtiyaç duymadığını da bilirim ziyadesiyle.
çünkü bütün blog alemi peşinde.
herkes onu sevmekte,
takip etmekte.
( ne güzel işte )

gergin beyefendi,
yine uzaktan sevdiklerimden.
kızmasını istemiyorum.
kızlarını gezmeye götürdüğü yazılarını daha bi çok seviyorum.
okuyorum - kaçıyorum.

bu arada birilerini fena halde özlüyorum.
ennn birincisi keşkülü.
o bitaneydi diyorum başka bi şiy demiyorum.

bi de depresyonik manyaaam.
çok samimi değildik ama
ona yine de manyaaam canım şekerim diyebileceğimi biliyorum.
kafamı gözümü yarsa da 2. sn’ de güler onu da biliyorum.
bi de anne oldu artık.
nasıl tatlı olacağını tahmin edebiliyorum.

daha kimler kimler var okuduğum ama burada yazamıyorum.
çünkü sığdıramıyorum.
sadece şunu bilin istedim,
ben işyerinde “ kota “ problemleri nedeniyle çok az nete girebiliyorum,
evde de ancak bu bahsettiğim okumaları yapabiliyorum
o yüzden her zaman yorum yazamıyorum.
bir de “ yazın çok güzel “ gibi yavan yorumlar yazmak istemiyorum,
yanına espriler,
izlenimler,
duygular katmak istiyorum.
öyle olmayacaksa hiç olmasın diyerek
pek paylaşımcı olamıyorum.

belki bu yazıyı da bu yüzden yazdım.
ve şunu demek istedim.
Gölge gibi peşinizden ayrılmıyorum.
Ve yorum istiyorum!

( tabi bu yazıyı okuyup okumayacağınızı bile bilmiyorum.
kendimi kaderin ellerine teslim ediyorum )

erkekler mars' dan, kadınlar venüs' ten... yahut silistre..


sevdiğimizi hem dövüp hem sevme hallerimiz var ki pek fena.
en azından dişilerde durum bu.
erkek tarafını bilemiycem.
“kadınlar”cak böyleyiz.

“ dövmek” ten kastım,
elimizi kaldırıp,
Allah ne verdiyse önümüze gelen yerlerine pat pat vurmak değil tabii.
biz aslında onları,
içimizde,
kafamızda - haklı olarak- hırpalıyoruz,
ruhları bile duymuyor.

bu kez bi şey yaşamadım,
bi yazı okudum da ondan söylüyorum.
yazının özü şu:
“ sana kızdım mızdım ama,
yine de hala seviliyorsun haberin olsun,
hınzır seniii “

yaşanan durum annelerle çocukları arasındaki durum gibi.
- değil gibi de aslında -
mesela kadın kızıyor çocuğuna,
evin içinde döne döne arıyor,
ki bulursa fena sövecek.
bir anda çocuğunun bir kenara kıvrılmış uyumakta olduğunu görüyor.
bu görüntü karşısında yelkenleri suya indiriyor,
ne kadar kızmış olduğunu unutup,
yoğun bir sevgi duygusuyla çocuğunu bağrına basmak istiyor.

ilişkilerde de bu durum var gibi.
“ hayvansın,
itin tekisin,
aramıyor etmiyorsun ama,
bi gülüşün dünyalara bedel.
bi sarıl,
zaten ölürüm ben.
vefasız prensim,
sevgililer günün kutlu olsun “
benzeri ilanlar görüyoruz belirli gün ve haftalarda mesela.
ve hiç şaşırmıyoruz buna.
yaşanabilir buluyoruz zira.
bi problem olduğunda kalakalıyoruz sonra.

halbuki hata ortada.
biz yalnız kendi kafamızda kızıyoruz olanlara.
“ bak bugün hiç aramadı “ diyoruz.
“ doğumgünümü unuttu “ diyoruz
vs,
vs,
diyoruz
ama bunları hep içimizden diyoruz.
sokağın köşesini dönüp de onu karşımızda görünce,
her şeyi unutuyoruz,
hele boynumuza dolanıp,
bizi öpücüklere boğarsa,
“ seni özledim güzeller güzelim,
sevgilim,
her şeyim “ filan diye sarmalarsa,
aslında ona çok sinirlenmiş olduğumuzu söyleyemiyoruz.
böylece hazretlerinin kendilerine 1-2 gündür özenle biriktirilen kinden haberi bile olmuyor.

söz konusu kin de,
bir dahaki kavgaya kadar,
içimizde bir yerlere,
derinlere atılıyor.
fakat bir sonraki sürtüşme anında bize döndüğünde,
artık çok güçlenmiş,
derinliklerde karşılaştığı diğer arkadaşlarıyla birleşmiş,
devleşmiş
adeta voltranı oluşturmuş halde geri dönüyor.
bunlardan bir tanesinde öyle bir patlıyoruz ki,
sonunda işi
“ artık dayanamıyorum, çok şey birikti “ diye başlayan ayrılıklara getirebiliyoruz.
erkek tarafının da tabi bu “ birikenlerden ” haberi olmadığından size:
- ne birikti ki? çok iyiydik? sırf şımarıklık olsun diye yapıosun,
kaprislisin,
kibirlisin,
beni üzmek için mi uğraşıyorsun diye şaşırmalara,
kızmalara doyamayan bir cevap geliyor.

bu nokta zaten kızın ağlamaya başladığı,
“ baaaaaaak işte gördün mü,
beni anlamıyorsun işteeee,
bir kere bile içimde ne fırtınalar kopuyor gördün müüüüüüüü ehühühüheeee “ diye duygulanımlar fışkırttığı nokta oluyor.
bunun üzerine erkek eğer:
- eeehhh be! yettin artık! diye çekip gidecek bi öküzcan değilse,
paniğe kapılıyor.
- tamam sevgilim, hayatım, ağlama seviyorum ben seni
vb söylemlerle,
suçunu anlamasa da ( ki bu nokta çok önemli ) durumu düzeltmeye çalışıyor.
2 dk öpüşüp koklaştıktan sonra da olay kapandı gibi düşünüyor.
bana kızdı,
biraz da zırladı,
sonunda yine alttan alan ben oldum ama neyse barıştık diyor.
kendini haklı görüyor.
bir daha da bu olayı aklına bile getirmiyor.

oysa kız tarafında durum farklı gelişiyor
eve gidiyor.
en yakın arkadaşı arıyor.
diyalog başlıyor:
- ay bugün acaaipppp kavga ettik benimkiyle.
- hadi yaaa..
- walla yer yerinden oynadı (!?)
- anlatsana şunu doğru dürüst bakim
- ya işte dedim ki dedi ki dedim ki dedi ki bıdı bıdı vik vik vik
- alla alla sonra
- ondan sonra bıdı da bıdı bıdıbıdıbıdıbıdıbıdı..
- aaa? bak terbiyesize!
- yaaaa.. sonra bana bi de dedi ki ne hakla ayrılırsın,
kibirlisin, şımarıksın, bencilsin, ay inanmazsın neler neler dedi yaaa
- sen naaptın?
- dayanamadım ağladım tabi. aslında hiç öyle yani çok
fazla filan ağlayan biri değilimdir.
- tabii ki canım benim.
- işte ben ağlayınca bu dayanamadı hemen yılışmalara filan (!?) başladıaaa..
- eee??
- ee si ben de affettim (!?) işte napiyim.
- ay kızım manyak mısın yaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaa
- ya kızım gönül buuuuu. kondu bi kere işte bu salağaaaa.
- manyaksın kızım sen.
- ama gözleri çok güzel di miaaa..
- güzellik geçicidir bi kere!
- olsun geçtiği zaman düşünürüz. ehehehue
- …
- ekikikiki
- …
- ekikikikikikiki
- ehehehe
- eheheehehehehe
- ahahahahahahahahahahha ( bkz. kızların anlamsız gülüşmeleri )
- ee bu arada seninki napio?
- ay domuzcan mı? aynı walla şekerim. daha geçen gün şunu yaptı bi de bunu da yaptı ayrıca da bu da var bi de şu bla bla blablabla..

konuşma uzayıp gidiyor.
çocuk bu arada evde maçını izliyor
o gün yerin yerinden oynadığından,
ertesinde de affedildiğinden filan haberi bile yok.
günlük hayatına sakin bir şekilde devam ediyor.

kısacası söylenenler doğru.
kadınlar ve erkekler farklı dünyalarda yaşıyor.

9.10.2008

tatilde tatlılıklar ve köprüler..


benim yaşadığım başka..
herkesinkinden farklı,
fazla,
hepsinden çok.
benim aşkım en büyük,
benim psikolojim en derin,
benim hayallerim en yüksek diye diye hep istisnai bir yerlere oturturuz ya kendimizi.
- bilinçli ya da bilinçsiz-
bu kez öyle olmayacak benimki.
bayram tatilinden kısaca söz edeceğim size.
farklı değildi,
derin değildi,
ne bileyim bi alpernatifin macaristanı değildi
-sonunda köprü vardı ama,
herkeste bazen köprü var,
şehir ayırt etmeksizin-
herkesinki gibi bir tatildi işte.
eğlenceliydi.

aslında tam anlamıyla uzun bile denemezdi,
cumartesi ve pzt çalışmıştım zira.
bencilce “ şanslı “ sayılabilecek tek yanı ise
hem benim annemlerin –Kemer-
hem sevdiceğin ailesinin –Şarköy-
tatilde oluşlarıydı.
ablamlar anneannemlerdeyken,
biz de oraya gittik,
böylece bayram ziyaretlerini tek vuruşta bitirdik.
- pek iyi -

yoğun istek üzerine kediyi de yüklendik.
burdasaklanıyorum’ un çerçeyinin yolculuk maceralarını okuduktan sonra,
“ seyahat “ imiz sadece istanbul’ un 2 yakası arasında geçecek de olsa,
korku vermişti bana.

neyse koyduk beyefendiyi taşıma kabına.
misafirlik temiz kumunu,
mamasını,
oyuncaklarını da attık taksinin arka koltuğuna,
sessiz sorunsuz vardık yolun sonuna!

fakat dakika 1 gol 1,
bizim pabuçlar damda!
arthur kucaklarda.
yok efendim bu kesinlikle kedi olamazmış da,
kendisi “ öte “ bir yaşam formuymuş da,
bu kadar tatlı olmaya hakkı yokmuş da!
ne laflar işittik.
bu arada tabii envai çeşit
-abartmıyorum-
yemek yedik.
uzun uzun sofrada sohbet ettik.
sonra anneannemle ben musiki bile icra ettik.
masadakiler de katıldılar.
kedisiyle medisiyle,
bayağı “ ah o eski bayramlar “ tadında bir akşam geçirdik.
eve döndüğümüzde daha bi huzurlu,
daha bi aile gibiydik.

diğer günler için detaya girmeyeceğim,
arkadaşlarla görüşme,
gezme,
evde mayışma şeklinde 2 günü zor geçirdik.
tabi sürekli çalışmaktan,
evde vakit geçirmeye alışık değil bünye(ler)
2 genç evde uzun süre kalırsa ne yapacaksa onu yaptık biz de,
kalktık play station 3 aldık.
aslında PS2 vardı,
idare ediyorudk,
futbol oynuyorduk filan,
ama dedim ya,
3 günde kudurduk işte.

80 GB’ lık konsol,
çift Dual Shock kol,
2 tane de oyun
( GT5 ve Heavenly Sword )
eşliğinde teşrif etti evimize.
bir anda koliler,
ufak poşetler,
kılavuzlar filan etrafa saçıldı,
arthur da hepsini tek tek elledi,
kokladı,
PS3’ e tüylerini yapıştırdı.
yapma etme demelerimize aldırmadan eve yeni giren bu “ şeyin “
önce o keyfini çıkardı.
sonra da biz tabii.

mütamediyen,
alacak hiçbirşeyimiz olmasa bile,
düzenli turlar attığımız Teknosa vb yerlerde,
devamlı gördüğümüz,
bir türlü almayıp sadece,
“ abi görüntüye bak yaaa “ diye inciler döktüğümüz “ şey “ evimizdeydi işte.
tam anlamıyla başına çöreklendik,
cuma cumartesi sabah 5’ lere kadar
-abartmıyorum-
oyun oynayıp şenlendik.

pazar günü son gündür deyip sevdiceği dışarı çıkardım sonunda.
biraz alışveriş yaptık.
bowling oynadık.
arkadaşları çağırıp evde GS ve FB maçlarını izledik.
4-1’ lik Kayseri zaferine canlı tanıklık ettik.
kediyi sevdik.
PS3’ le pek elleşmedik.

gece oldu sonra.
korkunç gece.
en zor gece.
“ son “ gece.
yemin ediyorum,
1 dk bile uyumadan taş gibi yattım yatakta.
sabah da saatin alarmı filan çalmadan kalktım.
uyumadığıma göre ne için çalacaktı ki?

tüm gece o gel-git köprüsünde geçti işte.
her şeyi bırakıp,
yollara çıkıp,
gezerek,
keşfederek,
özgürlüğü ta içimde hissederek devam etmek istedi ruhum bütün gece.
bütün işlerden ve sorumluluklardan koparsam,
hayatımda bir daha hiç yaşanmayacaktı “ son gece “ .
“ yarın iş var yaaaa “
ya da “ yarın şu, bu bi de öbürü var “ olmayacaktı bir daha.
bunun üzerine dünki yazı çıktı işte.

bunları yazmak da bugüne kaldı.
iyi oldu belki de.

8.10.2008

çalışmayabilme.... ya da hayatta kalmak yaşamak mıdır?


dalgacı zırtlak filan olduğumdan değil,
tembellikten de değil,
gerçek şeyler üretebilmek,
insan kalabilmek,
doğru anlamda yaşayabilmek adına talep ettiğim
“ çalışmayabilme,
iş hayatından ayrılabilmeyi seçebilme “ özgürlüğünün her insana tanınması,
her halükarda,
daha doğrusu “ bu halükarda “ ölmeyebileceğini,
pek ala yaşayabileceğini bilmesi hürriyetinin,
hepimize,
o da olmuyorsa sadece bana tanınması adına sürdürdüğüm mücadelenin,
“ tembelsin işte! “ biçiminde algılayamama duvarlarına çarpıp çarpıp geri gelmesinin yıldönümlerinden birinde,
yüreğime inceden bir su serpildi sevgili okuyucu.

perihan mağden’ in eski bir yazısının yayımlanması sonucu oldu bu!
-benim daha önce okumadığım-
ne buyurmuş yazısında?
ilgili bölümün alıntılanmışı aşağıda:


“ oysa dilediğinizce uyuma hakkı elinizden alındığında rüya da göremez, daha doğrusu gördüğünüz rüyaları hatırlayamazsınız.
Zaman, bir hapishane çizelgesine dönüşür.
Her saat halletmeniz gereken kalemler, bunlardan kaytarmaya cüret edecekseniz, kendi kendinize vermeniz gereken hesaplar vardır: Dolusunuzdur. Da neyle? Bir sürü hamaliye saçmalıkla.
Her gün, listelerle sona erer. Her gün, atlamanız gereken bir sürü engelle donanmış bir koşudur.
Siz de iyi eğitilmiş ve yarışmak dışında hiçbir şeye hakkı olmadığını iliklerine kadar hisseden bir yarış atı.Mekanik bir at üstelik.
Her türlü haz duygusundan tasarlanırken muaf tutulmuş.
Bazen yangından mal kaçırır gibi, biraz zaman araklamaya kalkarsınız işten güçten.
Ne acıklı bir çaba! Bunu faiziyle ödemeniz gerektiğini bilmek, o soluk soluğalık ‘araklanan’ zamanı baştan lekeler.
Mükemmel ve el değmemiş bir zaman dilimi, sizin için artık mümkün değildir.Penang’ta yine üç gün bir ‘otelin’ yatakhanesinde yalnızca aşağıdaki lokantaya inmelerinizle bölünen Dostoyevski okuduğunuz günleri hatırlarsınız.
Nerdeyse bir sıla hasretiyle. Bir sürgün duygusuyla.
Bir daha böyle günlerin, kapınıza umulmadık bir hediye gibi bırakılmayacağını eşekler gibi bilerek. Eşekler gibi mahzun ve derisi kalın. Gerçek ve derin, ipin ucu koyverilmiş, bedbahtlıklara bile artık zamanınız yoktur. Hiç yoktur.
Karı hissedemezsiniz. Yağmuru. Rüzgârı.
Bir nevi izolasyon malzemesiyle tecrit edilmiştir ruhunuz ve bedeniniz. Doğayla ilişkiniz, hayatın doğallığıyla ilişkiniz kopmuş gitmiştir. Zavallı bir memursunuzdur.
Artık herkes, bu hayatların her sabah kartını deldirmesi gereken, bitap memurlarıdır.
Tüm arkadaşlarınız da sizin gibi enselenmişlerdir. Tesisat işleri, elektrik makbuzu, perdelerin yıkanması, yapılması gereken telefon konuşmaları, ödenmesi gereken borçlardan ibaretsinizdir.Bazen arkadaşınızla karşılıklı şikâyet ve ağlaşmayla bir yarım saat geçirirsiniz.
Yan yana oturup ‘Yüzbaşı Volkan’, ‘Dr. No’ okuduğunuz günlerin zavallı siluetleri olarak.
Kavga bile edemezsiniz artık. Şiddetli kavgalar ve ağlamalar çoook gerilerdedir. Vızırdarsınız, cızırdarsınız, laf sokuşturursunuz. Siz artık siz değilsinizdir.
Yeni bir insan da değilsinizdir. Zaruretleri yerine getirmekle mükellef bir kılıf.
İçiniz boştur. Eskiden kalbin durduğu yerde kırık, imitasyon bir şeyler durur. ‘Şeyler’dir onlar. Gerçek hiçbir şey yoktur artık zira. Olamaz da. “

işte bu,
anlatmak istediğim bu,
demek istediğim bu.
insanlıksızlaşıyoruz.
bizi biz yapan gerçek duygularımızı,
o hırsla ağlamalarımızı,
deli gibi gülmelerimizi yi-ti-ri-yor-uz (biz).
hepimiz.

örneğin cuma akşamıysa
ve sevdicek beni kızdırdıysa,
eskisi gibi kendimden geçerek,
kendimi yerlere atarak,
ağlayıp tırnak göstererek,
öfkeden kudurup kendimi odalara kapatarak filan kavga edemiyorum!
en fazla laf sokuyorum,
kızdığımı ince ince belli ediyorum,
en ağırı bir süre somurtuyorum.
sebep?
bir kavgadan dolayı koskoca haftasonumun rezil olmasını istemiyorum.
biriktirip yuvarlayarak haftasonuna sıkıştırılmış,
konsantre edilmiş neşelerimizi,
bir şişe suya koyup sulandıracakken tam,
gülebilecekken
ve eğlenebilecekken tam,
koskocaman hüzünleri alıp bağrıma ağırlaşan bir taş gibi basmak istemiyorum.
çünkü pazartesi zaten iş gelecek,
zaten stres,
zaten yoğunluk,
zaten bitap düşmek ve somurtmak gelecek.
5 (beş) koca gün daha
tekrar keyiflen(e)bilmek için beklenilecek.
o halde ne gerek var kavgaya?
öfkeni de
üzüntünü de alt sınırda yaşa,
diplerde gezin,
gitgide daha sığ ol,
aman sakın boğulma!
çünkü dayanmak ve güçlü olmak zorundasın “ sonunda “ .
çünkü arkanı dayayabileceğin sistem değil içinde bulunduğun “sonunda“ .
kimse cebine paranı koymayacak,
al seyahat et,
öğren,
açıl
ya da bir otel odasına kapanıp saatlerce oku demeyecek sana “ sonunda” !
“ bak önce sokakta kalırsın,
sonra da aç kalıp ölürsün “ diye tepende emperyalizmin kılıcı sallanacak en fazla!

işte ben buna karşıyım en çok da.