18.08.2009

var olmanın dayanılmaz ağırlığı..


sonsuza kadar yazabilen " yazıcılardan " olmak istiyorum ama nafile..
hayat izin vermiyor istediğim hiçbir şeyi gerçekleştirmeme.

uzun zamandır yazmayan birinin yeni yazısını bulup okudum bir süre önce.
ve dedim ki " yazıcı " olmak böyle bir şey işte.
kendime yazar diyemediğim için bu çirkin " yazıcı " kelimesini kullanıyorum.
aslında çeşitli imkanlar dahilinde gayet iyi bir yazar olacağıma inanıyorum.
( inanmak başlamanın yarısıdır.. başlamak bitirmenin şeysi.. bitirmek inanmanın.. hay bin kunduz! )

fark ettim ki,
küçüklüğümde,
üstelik kimse bana böyle yapmamı söylemişken,
kendime minik defterler edinip,
aklıma her geleni her an yazmaya başladığımdan
ve çantamda kağıt kalem olmazsa yaşayamayacağımı anladığımdan beri,
içimde hep " yazarak yaşayabileceğime dair " güzel bir umutla yaşıyorum..

safça görünebilir ama ben hayatımı yazı yazarak idame ettirebilmek istiyorum.
ille de " romancılık " değil üstelik,
okunanlardan olacağıma inansam köşe yazarlığına da tavım.
" her blogcunun rüyası " safsatalarıyla sizi boğmayacağım ama,
ciddi söylüyorum,
ben “normal” hayata asla uyum sağlayamayacağını anlamış,
ancak normlar dışında kaldığını baştan kabul ettiği tarzda bir yaşama kavuşmasının da neredeyse imkansız olduğunun ayrımına varmış,
bu nedenle günlük rutini içinde yapmak zorunda kaldığı her şeyi (neredeyse) ağlayarak karşılayan bir insanım.

erken kalkmak,
aynı işe gitmek,
aynı insanları görmek,
aynı trafikte sürünmek,
aynı " para işleriyle " uğraşıp hiçbir şey ama hiçbir şey yaratmadan her gün saatlerce çalışmak,
aynı şehirde yaşamak
ve en önemlisi " düzenli " tabir ettiğimiz yaşamın ezici silindirleri arasında kalmak beni hep boğdu!
hep de boğacak.

işte bana göre diğer insanlardan ayrıldığım nokta bu.
herkes üniversiteyi bitirdiğinde biraz afallar,
iş yaşamına alışamaz,
erken kalkmak istemez,
şirket sorumluluklarıyla baş edemez vs vs ama bu semptomlar bir süre sonra "geçer".
hafif bir pazartesi sendromu
ya da gün içi bir takım stresler eşliğinde bunalmalar baki kalsa da,
hayatın " işte böyle bir şey " olduğu kanıksanır.
hele bir de " evlenmelerden " filan sonra,
serzenişte bulunmak artık " hadi canım! " dır,
ayıptır.

sorun şu:
ben bu noktada kalıyorum.
bu yüzden derdimi anlatamıyorum.
çünkü ben alışamıyorum.
"
koskoca evli barklı çalışan birey " kalıbına ruhumu sığdıramıyorum.
sığdıranlara imreniyorum ama ben yapamıyorum!
ben hala 27 yaşındayım,
hala içimde bitmeyen ateşlerle yanıyorum.
tanımak, keşfetmek, görmek,
her şeye yerinde ve yakından bakmak istiyorum.

" tatil " anlamında yaptığım,
şöööyle bir avrupa’ ya uzandık türündeki kısacık turlarla filan yetinemiyorum.
kendi yol haritamı yine benim belirlediğim,
herkesten farklı rotalara sapabildiğim göçebe bir hayat istiyorum.
ama laf olsun diye değil,
ben gerçekten ancak bu şekilde yaşayabileceğime inanıyorum.

rastgele bir yola çıktım diyelim.
yol üzerinde önüme çıkan minik bir yere,
ya da tam tersi kocaman bir şehre de aşık oldum.
işte ben, birkaç gün bir otelde filan kalıp,
içimde türlü yetinmezliklerle kısıtlı bir zaman sonra oradan kopmak istemiyorum.
3 ay, 4 ay kalayım,
orada yaşamanın nasıl bir şey olduğunu tamamen anlayayım istiyorum.
sonra yolculuğuma devam edeyim,
bazı duraklarda 1 gün,
bazı duraklarda belki 5 yıl kalayım,
ama bu “ kalmalar ” sadece ben orada olmayı sevdiğim için olsun,
istediğim her yerden istediğim an çekip gidebilecek sınırsız mobiliteye sahip olayım istiyorum.

sonsuz dolaşma özgürlüğü!
sonsuz istediğin yerde yaşama özgürlüğü!
sonsuz çekip gidebilme özgürlüğü!
ve bana bu özgürlüğü sağlayanın da yazılarım olmasını istiyorum.

lap top vasıtasıyla,
telefonla,
bunları bulamadığım yerde belki postayla,
yazılarımı yayınlanacakları yerlere ulaştırayım
ve kendi mutlu dünyamda yeni yazılar için doya doya yaşayarak yeni deneyimler biriktireyim istiyorum.
bir ofise ve belli çalışma saatlerine bağlı kalmadan,
Türkiye’ den, Avrupa’ dan, Amerika’ dan, Afrika’ dan,
gönlüm o anda nerede olmak istiyorsa oradan "bildireyim" istiyorum.

" hayat gibi " bilineyim,
vadilere sığmayan serin nehirlerin kıyılarında ferahlayarak geceleyeyim,
başımın üstünde gökyüzü,
binlerce yıldızı sayarak çimenlere uzanırken,
avucumda en sevdiğimin eli,
ertesi gün beni kim bilir nelerin beklediğini düşünmenin heyecanıyla uykuya dalayım istiyorum.

kesintisiz uykular,
kıpırtısız geceler kadar,
sabahlamalar,
tepinmeler,
bulantılar da istiyorum.

yaşamın kıyısında değil,
tam ortasında bulunup dilediğimce yaşarken,
içimden zaten kendiliğinden taşan yazılarımla mutlu mesut geçineyim,
en azından kendim için uydurduğum ve mutluluk diye tanımladığım bu duygunun sınırları içinde,
tüm dünya tek ülkeden ibaretmişçesine,
nefes nefese var olayım istiyorum..

bunlara ulaşamadığımı görerek geçirdiğim her gün ise,
üzülüyor,
bitiyor,
kahroluyorum.
mevcut koşullarıma alışamıyor,
"araya" kaynaşamıyor,
kaynaşanlarla anlaşamıyorum.

her gün,
beni kurtarıp isteklerime kavuşturacak kişiye ölene kadar minnettar kalacağıma söz veriyorum.
bir çıkış yolu bulmak için devamlı düşünerek küçük değerli gri beyin hücrelerime işkence ediyorum.
ve galiba gitgide daha mutsuz oluyorum..


9.08.2009

Yaşamın sürprizleri olmasaydı?


uzun zaman ve çok şey oldu.
mümkün mertebe özet geçmeye çalışacağım.

20 Temmuz' da sevdicek işten eve bir sürprizle döndü.
Zülfü Livaneli' nin dün akşam gerçekleştirdiği Harbiye Açıkhava' daki konserine biletlerle!
sevinmek ne kelime.
delirdim.
en çok sevdiğim insanlardan birinin kırk yılda bir rica minnet verdiği konserlerden birinin bileti sonunda elimdeydi işte.

dün akşam da konserde yerli yerimdeydim.
bütün gün yağmur yağdığı için iptal korkusundan karnıma ağrılar girse de,
konser gerçekleşti ve ben onu izleyen şanslı kitlenin içindeydim..
etkilendim..
mutlu oldum..
ağladım..
güldüm..
dopdolu bir 3 saat geçirdim.
kendi içime dönüp arındım, temizlendim.
bağıra çağıra şarkılar söyleyip,
binlerce insanın bunu benimle aynı anda aynı duyguyla yapmasına şahitlik ettim.
ve bu geceyi beynimdeki " hayatın unutulmazları " bölümüne kaydettim.
bence orada olan Hıncal Uluç da,
Türkan Şoray da
ve salona girişiyle ayakta alkışlanan Yaşar Kemal de kaydetti.
eminim.

24 temmuz sevdiceğin doğumgünüydü.
ona bu kez farklı ve romantik bir şey vermek istedim.
ve bir gramofon hediye ettim.
yalnızca taş plak çaldığı halde
ve artık taş plak bulmak neredeyse imkansızlaştığı halde,
hala çalışan bir Edith Piaf plağı bulup onu da yanına ekleyerek hem de.
salonumuzun baş köşesine yerleştirdik.
ve onu " ölümsüz aşkımızın " yeni bir simgesi kabul ettik.


1 Ağustos' ta yani sadece bir hafta sonraysa berbat bir kavga ettik.
neredeyse herşeye bir son verecektik.
ben kalkıp anneanneme gittim.
o da peşimden geldi.
boğaza karşı tatlı bir ikna sohbeti içinde güzel bir yemek yedik.
aile büyüğü olmanın ne demek olduğunu anlayarak ve
onun eşsiz tavsiyelerini alarak evimize döndük sonra.

ertesi gün sevdicek bana bir sürpriz yaptı.
ve aslında 23 Ağustos' ta kutlayacağımız doğumgünü hediyemi erkenden aldı.
eve gelip verdiğinde beni havalara uçuran cinstendi.
3G' li, dokunmaktik ve bana göre süper,
yeni nesil bir cep telefonuyla çıkagelmişti (Samsung S5603).

çok sevindim ve büyük bir teşekür ettim.
bu yeni teknolojiye alışmaya çalıştım sonra.


ve hayata daha olumlu bakmaya..