30.04.2007

HAFTASONU YAPTIKLARIM!!!


Merhaba canlar,
2 günlük güncelleyememe hadisesinin ardından,
yepyeni ve dopdolu bir gündemle karşınızdayım.
( bak bak bak )

Yazacağım yine haftasonu raporu olacak,
yine "şuraya gittim bunu yaptım" minvalinde olacak,
ancak bu kez en sonda yaptığımı,
en başta söyleyeceğim,
zira yazının sonuna kadar söylemezsem,
beklemekten şişeceğim:
Evet,
ben dün mitinge gittim!!
Rahatladım,
deşarj oldum,
mutlu oldum döndüm!
Şimdi,
ayrıntılar yazının içinde,
biz gelelim cumartesiden itibaren gerçekleşenlere..

Aslında cumadan itibaren gerçekleşenlere demeliydim.
Çünkü bıraktığım yer orası.
Dediğim gibi,
her daim demokratiklikten yana olmakla birlikte,
bir ülkede hem başbakanlığın,
hem meclis başkanlığının,
hem cumhurbaşkanlığının aynı
"ellerde" olması durumunda,
ne çapta bir demokrasiden söz edebiliriz +
bu kişilerin milli görüş temsilcisi olup
içlerinde bulundukları 3 partinin "irticai faaliyetten" kapatıldığı bir gerçek.


"laiklik elden gidiyormuş! giderse gitsin! millet isterse tabii gidecek"
diyenlerdenseniz,
sizin için nema problema!

Toplumsal uzlaşmadan,
herhangi bir konsensüs yaratma çabalarından o kadar uzaklaşmıştık ki,
Cumhurbaşkanlığı seçimlerimiz bile mahkemelik oldu.
Neyse,
cuma akşamı Ceviz Kabuğu’ nu izlerken,
Hulki Cevizoğlu birdenbire Genelkurmay’ ın bir açıklama yaptığını,
onu okuyacağını söyledi.
Baştan olayın önemi kavranamamakla beraber,
satırlar ilerleyip yazının ana fikri iyice anlaşılınca,
bunun muhtıradan farksız bir açıklama olduğu hızla fark edildi
ve bütün haber kanalları gece boyunca bu olaya kilitlendi
( ve tabii ben de )

Darbe yanlısı,
darbe isteyen bir insan değilim,
hatta geçmişteki darbelerle ilgili ailemle kavga edip,
aramı açmışlığım
"komünist oldu çocuk" diye kendileri tarafından defalarca tespitlere maruz kalmışlığım vardır.
Yine istemiyorum,
ama askerin bu süreçte tavrını ortaya koymasını,
"biz varız" demesini çok şaşırarak karşılayamıyorum.


Zaten şu an ordu herhangi bir şekilde darbe yapmış değildir.
Sadece koskoca bir ülkenin Cumhurbaşkanını
tüm uzlaşma çağrılarına
ve orta nokta bulma arayışlarına kulak tıkayarak
"dediğim dedik çaldığım düdük" anlaşıyla seçmeye çalışanlara,
"halka gidin" denmiştir.
Yani asker hükümeti "sine-i millete" davet etmiştir ki,
millet iradesi zaten demokrasinin ta kendisidir.

Demokrat olduğunu söyleyenlerin de,
halka gitmekten,
demokratik seçime gitmekten kaçınması,
anlaşılamayacak bir şeydir.

Neyse efendim,
Cumartesi günü sevgiliyle yine Taksim’ deydik,
Bir şeyler atıştırıp Glora Jeans’ te
apple pie’ larımızı yiyip lattelerimizi içtik.
Ardından da,
sinemaya gidip,
Hasat Zamanı’ nı izledik.

Bu filme aslında
Hilary Swank’ in yüzü suyu hürmetine gittik,
kendisinin daha önceki filmlerini izleyip beğenmişliğimiz vardı çünkü.
Fakat filmi hiç beğenmedik,
saçma ve klişe bulduk,
Hilary Swank’ in kredi notunu da bir seviye indirdik.
( iyi ettik )

Filmden sonra "şöööyle" bi göz atmak için Megavizyon’ a gittik
ve ilk kez Megavizyon’ un içindeki cafede oturduk.
Ben,
ısrarla kahvesiz gelmesini istediğim
"meyveli serinleticim" yine kahveli gelince
ve onu geri gönderip yerine aldığım içeceğim de yoğun bir yağ kokusu içerince biraz gerildim.
Saat 20:00 gibi
"ulan bütün gün neler oldu acaba, hiç takip edemedik" duygusunun verdiği televizyon izleme isteğine karşı koyamayarak
evlerimize dağıldık.

Hükümetin
"takmıyoruz" bazlı bi açıklama yaptığını görüp,
"hmmmm daha da gerilecek demek ki ortam" dedikten sonra,
mitinge gitmeye kesin karar verdik.

Ben o gece evde Makina' yı izleyip Okan Bayülgen’ i mitinge geniş yer ayırdığı için,
olayı görmezlikten gelmediği için tebrik ettikten sonra,
oldukça geç bir saatte uyudum.

Sabah kalkıp,
yıldırım hızıyla hazırlanıp,
kahvaltı bile etmeden evden çıkarak Mecidiyeköy’ e gittim.
Orada sevgilimle buluştum,
o bayrağını almıştı zaten,
ben de kendime hemen bir bayrak edindim
ve Çağlayan’ a doğru yürümeye başladık.
Tabii buna yürümek denilebilirse.
Milim milim ilerledik desek daha doğru.
Önlerinden geçtiğimiz apartmanların balkonlarına
pencerelerine çıkmış insanlar bize el sallıyor,
bayraklarını gösteriyor,
bazılarıysa ağlıyordu.
Bir üzerimize çiçek yağmadığı kaldı
( ki belki de yağdı? )

Kimse birbirini ezmeden,
kavga – taciz - izdiham gibi ilkellikler yaşanmadan,
şarkılarla,
sloganlarla,
bayraklarımızla meydana kadar geldik.

Belki televizyonlarda gördünüz,
medyadan takip ettiniz,
ama söylüyorum size,
orada olmanız lazımdı!
Öyle büyük bir güzellikti ki,
öyle bir büyüydü ki!
Kendinizi kaybedip orada günler geçirebilirdiniz,
öyle muhteşemdi!

İstemediğimiz ne varsa hepsinizi haykırdık,
hepimiz o meydanı pırıl pırıl ışıklara boğduk.
Ve çok mutlu olduk.

Mitingden ayrıldığımızda,
yorgunluktan ne yapacağımızı şaşırmış vaziyetteydik.
Bir taraftan da,
televizyonda nasıl göründüğümüzü merak etmekteydik.
Çok muyduk sahiden?
Ankara’ yı geçmiş miydik?
Evden bilgi alamamıştık,
çünkü cep telefonlarımız miting alanında kullanılamaz haldeydi.
Mecidiyeköy’ e kadar yürüyüp,
çarşı içinde "televizyonlu" bi lokantada bi şiyler yedik.
Kanaltürk’ ü kısa bi süre de olsa izleme olanağı elde ettik
ve 2 milyon - 3 milyon gibi rakamların telafuz edildiğini işittik.


Sonra bu yorgunluğu ancak bi sinemanın rahat koltuklarına yayılarak atabileceğimizi düşündük
ve Profilo’ ya gittik.
Orada Çılgın Motorcular’ ı izledik.
Sıcak bir "zaman geçirme" filmi olarak kabul ettik
ve kendisinden çok şey beklemedik.
Filmden çıktıktan sonra,
Schlotzsky’ s sandviçleri eşliğinde,
febe maçının ilk yarısını izledik,
Daha sonra aşırı yorgunluğa daha fazla dayanamayıp eve gittik.
( bu arada sevgilim galip bıraktığı febeyi eve gittiğinde berabere kalmış buldu,
acı bi kader olsa gerek! )

Evde mitingin bir de "tvden nasıl gözüktüğünü" izleyip,
"alanda yaptıklarımızı" evdekilere bir bir anlattıktan sonra,
sesimin daha fazla yorulamayacağına karar verip yattım.

Kısacası hiç dinlenemediğim bir haftasonundan sonra,
bugün işyerindeyim
ve bu hafta içinde olacak gelişmeleri merak etmekteyim.

( bu arada Nisan da bitti be! )

27.04.2007

YAZDIM BEN BAYAĞI Bİ...


Can tanelerim,
2 gündür ortalarda yoktum,
sebebi de 2,80 yatıyor olmamdı.
( keyfimden değil )

Çarşamba günü,
taksi marifetiyle de olsa,
türlü çabalarla işyerine kadar gelmeme rağmen
( bkz. ayakta durmaya mecali olmamak
yine bkz. örnek çalışan hayatgibi )
bir süre dayandıktan sonra aynı yolu geri dönerek,
izin alıp eve gitmek zorunda kaldım.

Çünkü ateşim 39 sınırlarında,
bademciklerim de inatla beyaz bi renkteydi.
( durup durup batmaya çalışmaları da cabası )
Hayır ben böyle ufak bi organın,
insanı nasıl,
anında,
hem de küt diye yatağa serdiğine hala anlam verebilmiş değilim.

Her bademciğim şiştiğinde,
inatla hazırlanırım,
işe - okula artık nereye gideceksem giderim,
ama günün devamını getiremeyerek mutlaka eve dönmek zorunda kalırım.

Hayır,
neden inatlaşıyorsam?!
Baktın boğazın şiş,
halsizsin,
ateş de var,
iç antibiyotiğini otur evinde.
Hayır efendim,
felsefem,
hastalıkla sonuna kadar savaşılacak,
"hastayım" durumu kabullenilmeyecek,
son dakikaya kadar inatlaşılacak!
( manyak ben! )

Neyse,
sonuçta eve varıncaya kadar
"zangır zangır" titreme moduna geçmiştim çoktan.
Yanlış bi hareket olduğunu bile bile,
üzerime kat kat bi şiyler giyip
yorgan + battaniye ikilisinin altına girip,
saatlerce uyudum.
Uyandığımda yüksek ateşle sıcakta yatmaktan pelteleşmiş vaziyetteydim
ve lakin bir daha uyumadım.
Sağa dön sola dön,
mütemadiyen televizyon seyrettim,
tek konum da "cumhurbaşkanlığı seçimleri" ydi.

Neden Abdullah Gül olmamalı,
yok efendim olmalı,
367 önemlidir,
hayır canım fasaryadır,
ANAP oylamaya katılacak,
yoooo katılmayacak,
katılırsa ne olur,
katılmazsa ne olur,
hepsini hiiiiç üşenmeden,
her kanalda ayrı ayrı izledim
( bazen gözlerim kapalı olduğundan dinledim )

****

Yazının 2. bölümünü de eğlenceli bi konuya ayırdım.
Böyle şakaların,
futbolun tadı tuzu olduğuna inanarak,
sinirlenmeden,
gülerek bakmak için..




24.04.2007

PÜSKÜRTTÜM, GİDİYORUM..


Merhaba,
dün kaldığım yerden,
kısa bir özet şeklinde devam edip,
hemen kaçıcam,
OK?

Dün saat 13 gibi işten çıktım,
sevgilimle buluşup alışverişe gittik.
Ben Puma’ dan bi ayakkabı aldım
( çok tatlı bi şiy belki resmini koyarım )
2 tane de Diesel t-shirt aldım.
Sonra Taksim’ e gidip biraz Starbucks’ ta oturduk ama,
o kadar yorulmuştuk ki,
oturmak bile zor geldi bize,
anlayın yani!!!
O yüzden eve erken gittik.

Evde klasik,
okuma - TV hali yaşadıktan sonra,
gözlerimin üzerine ısrarla inen göz kapaklarımın ısrarına dayanamayarak yattım.
Fakat şöööööyle deliksiz uyuyamadım.
Sık sık uyanıp,
kendimi yatağın içinde oradan oraya attım.

Sabah da kalkıp işe geldim
ve hayatım her zamanki gibi o dakika dondu,
bana ait bi şiy kalmadı,
sadece iş, iş, iş.
Aslında çok yoğun bir gün olmamasına rağmen,
sabahtan beri hep "uğraştıracak" işlerim vardı.
O yüzden biraz ruhum bunaldı.

Başka da bi şiy olmadı be günlük!


23.04.2007

ÖZ HAFTASONU RAPORU!


ne böyle senleeeee
ne de sensiiizzzzz
yazık yaşanmıyor çağğğresiizzzzz
ne bir aradaaaaaa
ne de ayrıııııııı
olmak imkansızzzzz hiç sebepsizzzz

Evet bildiniz,
doğru tahmin ettiniz,
sevdicekle barıştık
( kafama vurmak isteyenler sıraya geçsin lütfen! )

Biliyorum böyle ayrılıp barışmalar hem okuyucuyu geriyor,
hem beni üzüyor ama,
bazen kendimi engelleyemiyorum.

Acaip bir "ne olursa olsun!" durumu var bende.
Ne olursa olsun ayrılacağım,
kopacağım,
bitti,
çekeceğim acılara da razıyım haline,
çok çabuk bir dikey geçiş yapabiliyorum ben
( hele ki ilişkinin not ortalaması düşükse )

Gelin görün ki,
bir "ayrılamayız biz ihtirassss var,
öldüremeyizzz biz tutkumuz var" hadisesi söz konusu.
Birbirimizin kafasını gözünü patlatıp,
beş dakika sonra yaralarımızı öpme isteği duyma sakatlığımız var.
( burada benzetme yapılıyor, kadına şiddet filan sözkonusu değil! )

Ha, her ayrılıktan bu kadar yara alan ilişkimizin,
neden durmadan suratını dağıtıyoruz
ya da bu hastahanede yatıp çıkmalara daha ne kadar dayanır bu
"münasebet" bilmiyoruz.
Bir gün inceldiği yerinden çok fena kopacak onu biliyoruz,
ama hiçbir ayrılıkta
"evet o gün geldi,
kopan bir inci kolyenin parçaları gibi,
ortalığa saçılıp dağıldık" diyemiyoruz,
desek de bir bakmışız iki küçük inci tanesi gibi aynı yöne yuvarlanıyoruz.
Bir gün küçük bir çocuk eline geçirecek ikimizden birini
ve değiştirecek kaderimizi biliyoruz
ama o güne kadar bir şekilde birbirimize dönmeye devam ediyoruz.

"yılgınlıktan çekilmiş sipsivri bir bıçak gibiydik.
öyleydik,
öyleydi sevgililik.."

diyoruz,
ve bir şekilde,
ne zaman kimi keseceği belli olmayan bir "ustura ağzında" yaşıyoruz.

Kısacası Sophie ve Jullien,
bir süre daha,
yine birbirinin hayatında,
ilan ediyoruz..

***

Cumartesi günü Bebek’ te buluştuk..
İskelede karşıladı beni..
Biraz gülüşüp yeniden "biz" olduk..
Ki bu belki de hayatımızda becerebildiğimiz tek şeydi..

Bebek Starbucks’ a gidip oturduk..
Bana bi hediye getirmişti..
Bi zamandır Budun’ a filan her gidişimizde,
"kumbara alıcam ben" demiş olduğumdan,
kumbara almış bana,
ama Galatasaray lisanslı ürünü,
önü aslanlı arkası sarı kırmızı toplu kumbara..
( aslanbank! )
Dikkatinizi çekerim,
kendisi febeli..
ve lakin barışmanın küçük tatlı lokumu,
bir Galatasaray ürünü oluyor.
Ey ayrılık,
sen nelere kadirsin!

Oradan kalktık,
Niyetimiz Boğaz kenarında yürümek,
bir günlüğüne de olsa açık havada aylaklık etmek..
İki adım atıyoruz,
eğilip denize bakıyoruz,
"aa burası ne kadar temiz"
"aaa burada acaip bi akıntı var"
"aaa burada ne kadar çok deniz anası var" filan diyoruz,
sanki Boğaz’ ı ilk kez görüyoruz..
"pıt pıt kanat sesi. pıt pıt iki çocuğun yüreği"

Bebek’ ten Kuruçeşme’ ye kadar yürüyoruz.
Kuruçeşme’ ye gelince,
parkta oturmak istiyorum ben biraz.
Bi kere ilk çıkmaya başladığımız zaman gelmişiz buraya,
yıllar sonra ilk kez geliyoruz,
Çimenlerin üzerine oturuyoruz.
Etrafta birkaç çocuk koşuşuyor,
köpekler var,
biz denizi seyrediyoruz..
- çok seviyorum seni, diyor
- ben de diyorum..
Rüya gibi bir huzurun içinde süzülüyoruz.
Ama çok sürmüyor..
Telefonum çalıyor..
Kankam arıyor..
Bu sefer de o ayrılmış sevgilisinden..
"yanına gelelim hemen" diyorum,
istemiyor,
başka bir şeyler yapacakmış..
Üzülüyorum,
aklım onda kalıyor.
Sonra sevgilimin bir arkadaşı arıyor,
Taksim’ e çağırıyor.
Çabuk gidebilelim diye taksiye atlıyoruz,
ama yarım saatte Ortaköy’ e bile varamıyoruz
ve hooop Ortaköy’ de kaza yapıyoruz.
Biri geliyor,
bizim taksiye arkadan çarpıyor.
Yürüsek 10 dk.da gideceğimiz yola bi dolu para bayılıp,
taksiciyi kaza mahalinde bıraktıktan sonra,
otobüse biniyoruz.
Beşiktaş’ ta otobüsten de inip dolmuşa biniyoruz.
Taksim’ e pestilimiz çıkmış vaziyette ulaşıyoruz.
Arkadaşları Limonlu Bahçe’ den alıyoruz..
Gidip oyun oynuyoruz..
Onlar kaçıyor sonra..
Biz Mado’ ya gidiyoruz..
Konuşuyoruz..
Gelecek planlarından,
iş kurmaktan filan,
biraz da bunalıyoruz..

Ben eve gidip deli gibi bi şiyler okuyorum sonra,
gazete, penguen, K dergi...
Okan’ ı bile izlemiyorum,
Match Point’ i veriyor atv,
- ben sinemada izlemiştim -
ara sıra göz ucuyla ona bakıyorum
"hmmmm hakikaten güzel filmdi bu be!" diyorum..
Oldukça geç saatte,
tuhaf bir uykuya dalıyorum..

Pazar günü Taksim’ de buluşuyoruz,
Litera’ ya gidiyoruz,
İstanbul’ a şöööyle bir tepeden bakıyoruz,
sonra "Kusursuz Yabancı" yı izliyoruz
ve biraz pişman oluyoruz,
çünkü filmi beğenmiyoruz.
Filmden çıkınca apar topar Ekvator’ a gidiyoruz,
Galatasaray maçını izlemeye,
Bu arada ben tortellini yiyorum,
sevgilim pizza,
ortaya patates,
kola.
Deli gibi şişiyoruz,
maçı aldığımız için ben mutluyum,
sevgilim de "nasıl olsa lideriz" diye huzurlu,
kalkıp evlerimizin yolunu tutuyoruz.
Akşam ben yine dergi filan okuyup,
yatıyorum bir müddet sonra
ve sabah kalkıp işe geliyorum..

23 Nisan’ a uyanmak güzel..
Fakat şöyle bir yanı da var:
ben artık her milli bayramda biraz daha hüzünlendiğimi fark ediyorum!

İlkokuldayken filan "bitse de gitsek" gözüyle baktığım bu günlerin,
aslında ne kadar önemli olduğunun farkına varıyorum.
Atatürk resimlerini filan gördüğümde gözlerimin dolduğunun,
10 Kasımlarda ise bariz şekilde ağladığımın farkına varıyorum.
Bunu da "emanetlerinin bekçisiyiz, sen rahat uyu" diyememenin huzursuzluğuna bağlıyorum..
Çünkü en büyük eserine iyi bakamıyoruz diye düşünüyorum.

İşte ben 23 Nisan’ ı böyle geçiriyorum..
Yine de Ulusal Egemenlik Ve Çocuk Bayramı’ nız kutlu olsun diyorum..
En çok da bugünün önemini görebilenlere..


20.04.2007

BEN YAZDIM OLDU! ( evet evet )


Efem,
Zeynep Tokuş
"aaa modern bi kişilik türkü söyleyecek, du bakaliiiii" aymazlığı içine düştü diye,
neden bütün medya leşkerleri bu derece şaşırdılar da savunmaya geçtiler anlamadım.

Bi insan allanıp pullanıp,
biraz da kibar konuştu mu kendisini kültür kumkuması zannederiz.
Ne yani,
suratına 2 adet sahte "küçük hanımefendi gülüşü" takıp,
artık herkesçe fark edilmiş yapmacıklığıyla "halkına" hitap ediyor diye,
kendisini lady okullarında filan mı okudu sandınız?
Ahhhh benim iyi yürekli,
aziz milletim!!
Kendi dar çerçevesi içinde yetişmiş,
vizyonsuz insanları baş tacı edersen,
bu insanlardan gelecek çapsız açıklamalar karşısında da şaşkınlığa düşersin tabii.
Yani..

Bu arada bi şiy fark ettim..
İnsanlar şişman olduklarını kabul etmeye çok meyilli.
Mesela birine alkolik olduğunu kabul ettiremezsin
ne biliyim uyuşturucu bağımlısı olduğunu kabul ettiremezsin,
"ben istesem bırakırım" der mesela
ya da "sen şu konularda hatalısın" desen,
cevapları "katiyen ve ne münasebet!" tir de,
herhangi birine
- özellikle kadınsa-
"sen bu aralar kilo mu aldın ne?"
ya da
"biraz fazlalığın var sanki "deseniz,
direkt kabul eder,
"evet ya çok kilo aldım bu aralaaaaaaıııırr" diye yakınır!
En fazla,
"yok canım, öyle mi?" filan diye geçiştirse de soruyu,
eve gidince kendini bi aynada kontrol eder kesin..

Şişman olabilme ihtimalimizi çok çabuk kabulleniyoruz.
Di mi?

PS : Bugünlük yazı kısa oldu,
idare edin.
Bu arada bu hafta gidecek iyi film yok gibi?

19.04.2007

BURALARDAYIM...


Merhaba arkadaşlar,
dün yazı ekle(ye)medim,
Çünkü artık buraya
neyi yazıp neyi yazmayacağım konusunda tereddütlerim var
ve bu tereddütler bana bir takım kısıtlamalar getiriyor,
ben de sınırlayıcı olan hiçbir şeyi sevmediğim gibi
bunu da sevmiyorum.

Şimdi eski rahatlığımla,
şuraya gittim,
bununla buluştum filan diye anlatmak bana biraz zor görünüyor.

O yüzden belki birkaç gün yazı eklemeyebilirim
ya da haberlere yorum yapmakla,
güncel konularla ilgili görüş bildirmekle yetinebilirim.
Ama özel hayatım bir düzene girene kadar,
o konuda pek bi şiyler yazabileceğimi sanmıyorum.
Tabii sağımın solumun belli olmayacağını hatırlatmama gerek yok sanırım.
Tutup üç gün sonra bu dediklerimin tersi bi yazarsam,
"bunu bunu bunu demiştin" demeyin,
"ne yapsam yeridir" diye zamanında uyarmıştım sizi zira.

Genel durumdan söz edersek,
ben iyiyim,
meraklanacak bir şey yok,
sadece her zamanki gibi işlerim yoğun
ve ben iş hayatından sıkılmaya her gün devam ediyorum.
Birkaç günlük bi haftasonu kaçamağı mesela,
iyi olabilir benim için.

Aslında son 2-3 yıldır İstanbul’ u bırakıp gitmek de vardı planlarımda.
Ama "şunu bekle"
"tamam bu da olsun"
"şu da bitsin ondan sonra" diye diye,
bu hep bi proje olarak kaldı.
Fakat şimdi uygulanabilirliği daha fazla.
İnziva değilse de,
birkaç sessiz sakin yıl geçirmek istiyorum deniz kenarında bir yerde
- mümkünse güneyde -

Mesela Kaş’ ın küçük bi köyüne filan yerleşmek istiyorum.
Ciddi ciddi oradaki ev kiralarına filan bile baktım.
Kafamda tek sorun oradaki iş imkanları + ailemin olaya göstermesi muhtemel tepki!
Fakat şu saatten sonra biraz da kendim için yaşamak istiyorum.
3 günde bir gittiğim aynı mekanların,
aynı sokakların,
aynı meydanların sıkıcılığı fena halde üstüme gelmekte.
Yani "herşeyden sıkılmak" dedikleri bu olsa gerek.
Şehir büyük,
insan çok,
ama içinde bana mutluluk verecek bir şey yok!

Ha,
3 gün uzak kalsam "ahhhh İstanbul’ um, seni çok özledim böhüüüüüüüüüü" diye zırlayacağımı da biliyorum,
çünkü İstanbul hakkında pek çok yazı yazmış bir sürü şairden bile daha fazla seviyorum İstanbul’ u..
Fakat şu anki hayat tarzımla yaşayamıyorum ki ben onu?
Haftada 1,5 güne sığdırılacak bir şehir değil ki İstanbul..
Kendime ayırabileceğim zaman bu kadar kısıtlandıkça,
İstanbul’ la ben birbirimize doyamadıkça,
uzaklaşıyorum ve soğuyorum ondan
( daha önce de söylemiştim, kaçanı kovalamam
)

O yüzden belki
kısa bi zamanda uygulamaya koyabilirim bu hain planı.
Sinsi bi bıçak saplayıp İstanbul' umun
sırtından,
kucaklayabilirim bambaşka kıyıları...
( bak bak bak )

En iyisi biraz fizibilite çalışması yapıp,
bu işin kısa süre içinde olabilitesini araştırayım ben
( nasılım? )


17.04.2007

Öylesine sabah uğraması... ( ateş almaya geldim )


Çalışasım yok ey sevgili okuyucu.
Sabah sekiz otuz itibariyle çökertildiğim "masamın başı" işime,
na konsantre vaziyetteyim.
Sebebi çok işim olması
ve benim bunlara panik yapmadan başlayıp,
"plan" dahilinde teker teker,
sakin yapmamın imkansız olması.
Bir başlayınca biliyorum ki,
akşama kadar bitmez bu illet.
"bi an önce bitsin" tez canlılığının başıma açmadığı iş yok zaten..

Bi de,
İclal Aydın’ la Tuna Kiremitçi’ nin ayrılığına aşırı mı sevindim nedir,
başıma geldi!

( - ay handeler de ayrılmış duydun mu şekerim?
- duydum duydum, yüreğime su serpildi..
-
- ee bu üretken, sanatçı kişi şeysilerinin ayrılma mevsimi demek ki?
- hı hııı... )


16.04.2007

MİNİMAL RAPOR


Haftasonumun raporu:
( kısa kesicem )

Cumartesi sabah iş!
Öğleden sonra:
Taksim' de yemek
sevmediğim Cevahir’ de sinema,
( haftalardır fırsat bulunup gidilemeyen )
Apokalypto
- tarafımdan beğenildi -
Çıkışta ev,
evde dayımlar,
bende bunaltı
( akraba tarzı misafirden koşarak uzaklaşırım )

Pazar günü Taksim,
Tünel – starbucks,
gazete okuma,
miting yorumlama,
benim mitingi duygu hezeyanları içinde anlatışım,
sevgilinin olaya soğuk bakışı,
( sorsanız inkar eder )
Kalkıp yemek yeme,
biraz geziş,
bi kaç t-shirt alış,
ardından Ekvator ve maç izleme ritüeli.
Fenerbahçenin puan kaybına benim sevinmem
- niye seviniyorsam? sanki bi halt edebileceğimiz var -
sevgilinin kızgınlığı,
sonra dolmuş-motor-dolmuş ev!
Kuş mu kondu?
Belki konmuştu.
Ama dakika bir itibariyle ayrıyız.
Bitti.


14.04.2007

Bİ GÖZ KIRPMAYA GELDİM!!


Sevgi pıtırcıklarım,
can pörtlemelerim..

Tahmin edeceğiniz üzere ben işyerindeyim
- tikkat! bugün cumartesi -
Bu nedenle şu an Ankara' da Cumhuriyet Mitingi' nde değilim..
Aslında belki de oradayım,
buradakilerle kurduğum sadece zavallı fiziksel birlikteliğim,
oradakilerle ise ruhsal birleşim içindeyim.
Oradakiler,
sizi ne kadar sevdiğimiz söylemiş miydim?

Daha fazla yazmıyorum çünkü,
bi an önce işlerimi toparlayıp çıkmanın derdindeyim.

Daha gideceğim filmi de seçemedim.

13.04.2007

13. CUMA YAZISI: Toplu Taşınma Hali ve İlişkilerdeki Uzmanlığım!


Otobüs vs toplu taşıma araçlarında,
biner binmez,
bi anda bütün otobüs-metro-motor vs sakinleri size bakıyor.
Neden kapıdan giren kişiye illa bakılır ki?
Sanki güven duyguları sarsılıyor,
"biz iyi kötü bi topluluktuk, bu yeni gelen bozacak mı bakalım bizim birliğimizi" duygusuyla,
aralarına katılan kişiyi bi inceleme mecburiyeti hissediyorlar.
Benden kendilerine bir halel gelmeyeceğini anlayanlar,
"otobüsteki doğal oturuş şekli" ne geri dönüyor da,
beni "beğenenler" aç gözlerle bana bakmaya devam ediyor..

Adamın suratına baksan,
zannedersin ki ben adamın rüya kızıyım,
yıllardır beklediği hayallerindeki insanım
ve en nihayetinde kader bizi bu araçta karşılaştırmış,
birazdan yanına oturabilecek olma ihtimalimle bana öylesine ağzının sularını akıtarak bakıyor ki,
o ihtimali birden sıfırın altında 85’ e düşüyor,
çünkü ben buz kesiyorum.

Halbuki normal dursa öyle,
dikkatimi çekmese,
kitabını okusa,
ne biliyim müziğini filan dinlese,
gidip oturacağım belki yanına..
Ama art niyetini açıkça belli ettiği için,
onun yüzünden gidip bir "teyze" nin yanına oturmak zorunda kalabiliyorum.

Ki hayatımda teyzeler kadar korktuğum bi şiy yoktur..
( Alpay Erdem 1, ben 2! )
Ellerinde kollarında mutlaka torbaları bilmemneleri olur,
onu da illa kucaklarına alırlar ki,
içinde börek çörek benzeri sıcaktan kokmuş yiyecek filan varsa kokusu iyice duyulsun da,
midemiz tamamen ağzımıza gelsin.
Artı sanki siz onun çantasını vs.sini taşımak zorundaymışsınız gibi,
tek bacağınızı kesinlikle kullanırlar,
ona üzerine eşyalarını koyabilecekleri masa muamelesi çekerler.

Siz rahatsız olduğunuzu anlatmak için bacağınızı biraz çekerseniz,
bütün yüzsüzlükleriyle oluşan boşluğa doğru hemen yayılıp tekrar üstünüze çıkarlar.
Bir de "yanımdaki nasıl olsa dişi mahlukat" rahatlığıyla,
kolunu bacağını her taraflarını size yaslarlar.
Erkek olsa yanında,
derli toplu oturacak "değmesin elime namahrem eli" titizliğinde ama,
"bayan" sa yanındaki sorun yok
( bayan sözcüğünden ne kadar tiksindiğimi söylemiş miydim? )

Halbuki otobüsteki birtakım "herifler",
bana yiyecek muamelesi yapmasa,
gider otururum yanlarına.
Şu haremlik-selamlık olayından ölümüne nefret ederim çünkü..
"aman bi kadın bulayım da yanına oturayım" diye,
bık bık tavuk gibi otobüs içinde koşturanlardan da iğrenirim.
Medeniyet denen bi şiy var yani.

Bi de şu var,
teoride,
benim yaşlarımda,
benim tarzımda olan insanların bana daha çok asılması lazım dimi?
Diil işte?
Bi koltukta 50 yaşında göbekli bi amca,
bi koltukta 25 yaşında,
kulağında walkman veya elinde kitabıyla giden bi çocuk varsa
ben gider o çocuğun yanına otururum,
çünkü biliyorum ki bana asılmaz,
beni rahatsız etmez.
Ne tersine bi dünya di mi?
Bu da böyle bi şey işte..

*******

Efem,
gamzeli yazarımız Tuna Kiremitçi ile,
korkunç karısı İclal Aydın ayrılmışlar.
Ben demiştim,
Allahım ben demiştim!!
Olmaz onnar kardeşler,
uyum denen, tarz denen bi şiy var demiştim ama dinnetememiştim.
Ha, şimdi onlar da benim dediğime geldiler.
Geldiler ve ayrıldılar.
Nooldu yani?
Tuna Kiremitçi karizmayı çizdirdiğiyle kaldı!
Bir daha öldür Allah kurtulamaz bu imajdan.

Dünya yapmacığı,
garip mimikleriyle,
"ay aslında ben çok fazla insan seven bi kişiliğim" diye yaptığı ağız hareketleriyle ortaya çıkan gamzeleriyle insanı gamzeden soğutan,
okunmayası,
izlenmeyesi,
bucak bucak kaçılası İclal Aydın’ la bırakın evlenmeyi,
ilişki bile kurmaması gereken Tuna Kiremitçi,
sonunda hatasından dönmüş.
Ahhhh o henüz ilk yazdığı kitabı " Git Kendini Çok Sevdirmeden" ile
bu kadar ün yapmış,
süksesi dağları aşmışken,
bir de yıllardır ayıla bayıla dinlediğimiz Kumdan Kaleler/ Sana Dair şarkısını yazmış,
üzerine bir de o şarkıyı yorumlamış olduğunu öğrendiğimiz,
ağzımız açık vay beeee diye baktığımız A+ insan,
daha İclal Aydın’ la aynı kareye girdiği gün D- oluvermişti gözümde..

Tamer Karadağlı için de söylemiştim aynı şeyi.
Bunlar boşanır dediğim kim varsa boşanıyor.
Eeee müneccim olmaya gerek yok herhalde??
Ayrıca bakınız, karşınızda bir ilişki uzmanı duruyor..

Tamer Karadağlı’ yı birebir tanımama gerek yok,
bi kaç kere televizyonda görülse dahi karakteri anlaşılıyor.
Adam havalı,
cool bi tip,
devamlı kendine karizma yapma telaşında,
Hollywood starı gibi ortalarda geziyor.
Yani ona "yakışan" kadının,
- anlaşabilmeleri için -
bir kere çok güzel olması,
artı bir doz fettan,
bir miktar da havalı ve küstah olması,
minik burnunu "küçük dağları ben yarattım" edasıyla,
havalarda gezdiren biri olması,
girdiği ortamlarda hemen ilgiyi üzerine çeken,
bu ilgiyi de en iyi şekilde idare etmesini bilen bi hatun olması gerekir.
( bkz karısını ilk aldattığı hatun Deniz Akkaya
Neden acaba?. )

Kendisinin artık "eski" olmaya namzet hanımı ise,
ortalama bir güzelliğe sahip,
sessiz sakin,
iyi niyetli olduğu her halinden belli
ve fakat ev kızı olmaya daha yatkın mizacıyla,
Tamer Karadağlı’ ya "yetmeyeceği" bir bakışta şıp diye anlaşılan birisi..

İsteyen istediği kadar ,
"yetmemek ne demek" filan diye beni eleştirsin,
tip önemli değil,
şu önemli bu önemli vs vs desin...
Benim bir çifti bir kere "süzmem" yetiyor.
ayrılacaklar diyorsam,
pat ilişki bitiyor!
Çünkü görünen köy kılavuz istemiyor.

Aşırı iyi niyetli söylemler de,
sahipleriyle beraber "maalesef" yaya kalıyor...





12.04.2007

MİRASIN İYİSİ KÖTÜSÜ OLUR MU? ( oluo işte! )


Efemm,
bildiğiniz gibi Türkler,
( yani bunlar biz oluyoruz )
eskiden göçebe bir toplulukmuş..
Üstelik avcılık ve toplayıcılıkla beslenirlermiş..
Evleri yokmuş,
çadırlarda yaşarlarmış.
Bu sebepten mütevellit genetik kodlarımıza şu işlenmiş:
"bir dahaki öğüne yemek bulamayabilirim, düzenli yemek yeme alışkanlığım yok,
her an açlık tehlikesi var – bozkır hayatı sonuçta – o yüzden yiyebildiğim zamanları iyi değerlendirmeliyim, bol bol depolamalıyım"

Yani "neden incecik oluyor şu İskandinav ülkelerinde yaşayanlar ?" diye kendimizi hırpalamamıza gerek yok!
Sebep basit
ve lakin bizim dahlimiz olmadığı halde,
dedelerimizin yaşam tarzından aldığımız mirası
- erkekler göbek çevresinde, kadınlar da kalçalarında -
olmak üzere sürüklemiş götürüyoruz.
O yüzden yediğimiz "iki lokma yemek"
başka ırkların dişinin kovuğunu doldurmayacakken,
bizde pıt pıt yağ,
lüp lüp et oluyor..
Yani bunda bizim ne suçumuz var kuzum?

"haftasonu raporu, yok dün akşam naaptım? " türü yazılarıma,
ay ne çok yiyosun,
seni okurken ben acıkıyorum gibi yorumlar geliyor – bazen –

Ama takdir edersiniz ki,
kafasını "bir gün ölecek olduğu" gerçeğine obsesif bir şekilde takmış yazarınız,
zaten haftaiçi günde 10 saat çalışıp 3 saat yollarda sürünerek geçirdiği için
kendisine "hayat geçiyor, gençliğim bitiyor" diye devamlı ayar verirken,
bulduğu birkaç saatlik boş vakti,
mümkünse ev dışında,
sevdiği insanlarla geçirmek istiyor.
Ee oyun, sinema vs bir yerde bitiyor,
canlar muhakkak "muhabbet" istiyor..

Yani "ölüyorum Allahım!" psikozunun tek ilacı,
dışarıda olabildiğince sürtmek,
ama bu da çoğu zaman – özellikle kışsa – bir yerlere kapanıp
yemek-içmek anlamına geliyor.
Bizim bünyeler de lokma hesabıyla çalıştığından,
3 lokmadan sonrasını,
vücudumuz uygun gördüğü yerlerinde depoluyor.

Eee sonra ne oluyor?
Nisan gelmiş, etrafımda herkes rejim yapıyor..
Ben napıyorum?
36 beden iyidir iyidir diye kendimi kandırıyorum..

Görücem ben kendimi,
yazlık alışverişi yaparken istediğim gibi görünemediğim zaman!


11.04.2007

YARIM İŞTE, YARIM BURADA...


Can damarlarım,
dün yazı ekleyemedim,
bugün de dünyayı kurtaran kız olarak çalışıyorum..

Zaten pek bir şey de yapmadım..
Dün sevgilimle iş çıkışı buluştuk,
Gino Margarino' ya gittik,
yemek yedik,
eve döndüm,
kitap okuyup uyudum..

Bi de sizi özledim,
yarın kavuşuruz inşallahhhh.
Amiiinnnnn

9.04.2007

ÖZ VE HAKİKİ HAFTASONU RAPORU.. ( tikkat! yorgunluk yapabilir! )


Merhaba,
yüreğimin özledikleri..
Nassınız gençlik?
( bizim okul müdürü,
okula "milli eğitimden" filan birileri gelirse,
onlara şirin görünmek için bayrak töreninde bize böyle seslenirdi.
onun dışında yüzümüze baktığı olmazdı ama olsun! )

Yazarınız haftasonu neler yaptı bilin bakalım!
( artık bilmeniz olası )

Hemmen rapora gireyim ki,
çıkmak kolay olsun.
Öncelikle cumartesi günü işe gelmedim..
Ohhhh be..
Ama bu "haftaya kesin geleceğim" demek oluyor,
çünkü cumartesiler iki hafta üstüste asılamıyor.

Neyse,
günlerin şahı cumartesinin pek bi huzurlu sabahında,
saat 11 sularında,
bir müddet,
uykuyla uyanıklık arası bir "sabah yatakta yuvarlanması" yapıyorum
- ki sevdiğim bi şiydir! -
tam kalkıp lavaboya gidiyorum
arkadaşım arıyor:

- uyuyo muydun?
- yoooo uyandım, yüzümü filan yıkıodum
( hayır niye hemen rapor veriosam!
Uyandım de, kes di mi? neyse.. )
- buluşalım mı bugün?
- tamam biz Taksim-sinema yapmayı düşünüoduk, takılırız beraber
- OK..
- OK..

Telefonlar kapatılıyor,
yazarınız ciğeriniz likelifeınız bisss saaatten fazla süre hazırlanıyor.
( haftaiçi 10 dk içinde evden çıkabilen yazar,
haftasonu olduğunda neden 2 saatten önce çıkamıyor,
kendisi de bilmiyor )
Sonra çıkıyor evinden,
otobüse biniyor,
Çengelköy’ ün trafiğinde bi saat ayakta dikilip,
içinden trafiğe küfür ediyor
ve arkadaşıyla Üsküdar’ da buluşup motora biniyor,
Beşiktaş’ a geçiyor..

Beşiktaş’ ta ne görüyoruz?
Dünya alem akmış sanki ortama,
herkes sokakta,
adım atacak yer yok,
bu sırada sevdicek yarım saattir Taksim’ de bizi beklemekte..
Taksiye atlıyoruz ama,
o da bizi Elmadağ’ da bırakıyor,
sevgili de oraya çağrılıyor,
15 dk Elmadağ’ da yol kenarında bekleme molası..
Söylemesi kolay ama,
siz bekleyin bakalım 2 kız o yolda..

Neyse sonunda sevgilim geliyor da,
yemeğe Little Ceasars’ a gidebiliyoruz.
Orada bir cinlik yapıp sinema menüsünden faydalanıyoruz.
Şöyle ki :
29 YTL bayılıyorsunuz,
1 Adet büyük boy pizza
ve 2 Adet litrelik kola
+ 2 adet sinema bileti sizin oluyor
( acayip hesaplı walla )

Yalnız sorun şu ki,
menü 2 kişilik,
yani büyük boy pizzayı 3 kişi yiyoruz,
haliyle doymuyoruz,
bir tane de kanat söyleyip onu paylaşıyoruz,
kesmiyor üzerine çılgın tatlı yiyoruz..
Artı bedava bilet iki tane olduğu için,
arkadaşım için de 1 adet bileti ayrıca gişeden alıyoruz,
böylece neredeyse aynı parayı harcamış oluyoruz.
"ama çok iyi kar ettik" filan diye de kendi kendimizi kandırıyoruz.
( deli miyiz biz kuzum? )

Sonuçta kendimizi AFM Fitaş’ ta buluyoruz.
Pan’ ın Labirenti’ ne biletlerimizi alıyoruz
ve lakin filme daha var,
bekleyeceğiz,
ayakta durmayalım diye mevcut masaj koltuklarına oturuyoruz,
oturmuşken arkadaşımla ikimiz masaj da yaptırıyoruz..
( sevgilim mi? o ayakta bizim çantalarımızı tutuyor.
napalım yer kalmadı! )
Film saati yaklaşınca kalkıyoruz,
2 içecekli 1 büyük mısırlı cinsinden
"mısır patlaaaa" menümüze de 11 YTL bayılıyoruz
( walla battık! )

Sonunda salona giriyoruz ama,
daha filmin başlamasına var,
arkadaşım da sigara içmek istiyor,
ben de onunla beraber çıkıyorum fuayeye..
Ne yani,
bütün kızlar böyle yapmaz mı?
Tuvalete vs.ye beraber gitmezler mi?
Giderler,
bunu da bütün dünya biliyor,
buna rağmen sevgilim bana içten içe bozuluyor
( vay efendim sevdicek sinema salonunda 3 dk yalnız bırakılamazmış! )
Sonunda film başlıyor,
seyrediyoruz,
beğeniyoruz.

Film 1944’ te İspanya’ daki savaş sırasında,
terzi olan kocasının ölümünden sonra
acımasız bir yüzbaşıyla evlenip,
onun kırdaki evine taşınmak zorunda kalan hamile Carmen ve onun kızı Ofelya ile açılıyor.
Bundan sonra aynı anda hem direnişçileri ve çatışmaları
hem de Ofelya’ nın hayal dünyasındaki
( aslında gerçek mi hayal mi olduğuna tam karar verilemeyen )
gelişmeleri,
zorlu görevleri,
fedakarlıkları eş zamanlı seyrediyoruz..
Tabii etkileniyoruz..
Beni en çok etkileyen doktorun vurulma sahnesi,
hatta filmin sonundan bile bu kadar etkilenmiyorum,
nedense doktorun öldürülmesine takılıyorum....
( filmin küçük bi parçası olduğu için bu spoiler sayılmaz! )
Filmde kötü olan bir şey yok..
3 dalda Oscar alarak bunu kanıtlamış zaten..
Ben izleyin derim..
İlginç bir film,
güzel bir film,
seyredilecek bir film kısacası..

Sinemadan çıkınca Cihangir’ e gidiyoruz,
önce Sanat Cafe’ de oturuyoruz,
çay içip tavla oynuyoruz..
Fakat hava pek sıcak değil,
o yüzden içeride oturuyoruz,
o da pek sarmıyor,
çabuk kalkıyoruz.
Leyla’ ya gidiyoruz fekat yer bulmak namümkün!!
Oradan arkadaşımın tavsiye ettiği bi mekana gidiyoruz,
- maalesef ismini hemencecik unutuyorum -.
Güzel bir mekan,
şık,
loş,
hoş..
Gece de bi kaç içki için takılabileceğiniz bir yer,
barı güzel,
çalışanlar gayet güleryüzlü,
devamı eğleniyorlar zaten..

Ben bi baharatlı tavuk ızgara yiyorum
- napiyim acıkıyorum -
sevgilimle kankam bira patatesle yetiniyorlar,
kendimi küçük obur bi mısır tanesi gibi hissediyorum ama
yapacak bi şiy de bulamıyorum.
Orada bir süre oturup muhabbet ettikten sonra,
artık akşam olduğunu fark ediyoruz,
sevgilim bizi Beşiktaş dolmuşlarına bindiriyor,
oradan Üsküdar’ a geçip,
Üsküdar’ da kankayla da ayrılıyoruz..
Ben yalnız ve yorgun bir kovboy olarak eve dönüyorum..
Bu arada Üsküdar’ dan almış olduğum Radikal’i
ve K dergiyi okuyorum evde,
biraz Survivor’ ı seyrediyorum,
biraz Okan Bayülgen’ i seyrediyorum,
bi ara Star’ daki salak bi filme dalıyorum..
Film salak ama sörfçüler filan var ve Hawaii’ de geçiyor,
ben sadece manzarayla ilgileniyorum yani,
denize,
güneşe,
eğlenenlere ahhhhhhh ahhhhhh çekerek bakıyorum..
Bir süre sonra şuursuz bir uykuya dalıyorum..

Pazar sabahı 11 gibi uyanıyorum,
aheste aheste hazırlanıyorum,
bir taraftan da Politika Durağı’ nı izliyorum,
13:00 gibi evden çıkıyorum,
yine Çengelköy trafiği
ve ancak saat 14:00 gibi Beşiktaş’ ta olabiliyorum.
Orada sevgilim + 2 Adet arkadaşımızla buluşup,
Ortaköy’ e gidiyoruz.
Ben otobüste 1000 saat sıcakta dikilmiş olmaktan dolayı o kadar susamışım ki,
hemen Gloria Jean’s yapıyoruz,
ben apple pie + mixed berry chiller söylüyorum,
herkes bi şiyler söylüyor ama bu siparişi verebilmek için,
15 dk beklememiz ve sonunda alt kata inip garsonları oralardan toplamamız gerekiyor..
Siparişi vermemizin üzerinden tam 40 dakika geçtikten sonra,
hala hiçbiri gelmemiş,
ben susuzluktan ruhumu teslim etmek üzereyim,
garsonlara kızıyoruz,
sevgilim protesto için gidip bana dışarıdan su alıp getiriyor,
bi an önce içmek zorundayım çünkü,
yoksa ruhumu teslim edeceğim.
Sonuçta 14:45’ da giriş yaptığımız mekanda,
istediklerimize kavuştuğumuzda saatler 16:00’ yı gösteriyor.
Neden kalkıp gitmiyoruz?
Onu bilmiyorum,
dışarısı çok kalabalık,
başka mekana gitsek,
yer bul – otur - siparişin gelsin vs vs bi saat daha geçecek belki,
onun korkusu da var..
Sonuçta garsonlara çok pis trip atıp çıkıyoruz.

Taksiye atlayıp Taksim’ e gidiyoruz.
4 kişi olmamızdan faydalanıp hemen okey oynuyoruz..
o bitiyor,
kesmeyince başka bir mekana gidip Tabu + Scrabble oynuyoruz,
bu sırada hamburgerlerimizi de mideye indiriyoruz.

Nihayetinde bu oyun da bitiyor,
saat bu arada geç oluyor
ve nedense şu haftasonları çok çabuk geçiyor.
Ben yine aynı yollardan evime dönüyorum,
evde yan gözle şarkı yarışmasına bakarken
ve Behzat’ ın durumuna acırken,
bir yandan da Cüneyt Arcayürek / Derin Devlet’ i okumaya devam ediyorum,
çok ilginç şeyler öğreniyorum,
kitap elimdeyken gözkapaklarım kapanmaya başlıyor,
saat 01:00 gibi çaresiz yatıyorum
ama yatınca da öyle hemen uyuyamıyorum..
Sabah kalkıp,
sapığımla bi kere daha uğraşıp,
"sabah sabah sinir harbi" yaşadıktan sonra,
işyerine gelip,
sıkıcı bir işgününe daha başlıyorum sevgili okuyucu..

Siz nasssnız inşallah???


6.04.2007

HAVALARA GICIĞIM, HERŞEYE KARŞIYIM!!


Bizim işyerinde klima var!
Ee ne var bunda,
bizimkinde de var diyebilirsiniz!
Bizimkinin farkı,
üfleme şeysinin tepemde olması.
Yani klima açıldığı zaman çok üşüyorum.
Bizimkiler de
- sağolsunlar -
klimayı kar yağarken bile soğuğa ayarlarlar
( yemin ederim yalan değil )

Şimdi bu klima fanının seviyeleri var ya
- Low
- Medium
- High
diye..
Hah, işte bizimki kış günü
"High cold 16 derecede"
Yani en soğuğunda!
Yazın neyi açacaklar merak ediyorum,
ultra cold –15’ i filan icat edecekler herhalde
( cık cık cık )
Sözün özü,
ben mütemadiyen üşüyorum,
herkes gayet rahat,
( önceki hayatlarında kutup ayısı mıydı kuzum bunlar?
benim tropikal papağan olduğum kesin de )

Yalnız bizim işyerinde bi kız var,
ne zaman akşam olup da işyerinden çıksak,
"ayy dışarısı çok soğukmuş, dondum, bırrr" filan demeye başlıyor.
Sonra da ekliyor:
- ay ben soğuğu hiç sevmem deeeee


Ben hemen atlıyorum tabi:
- ee ofiste üşümüo musun?
- üşüyorum
- (bendeniz)...........

Orada derin bir sessizliğe gark oluyorum,
çünkü,
“"eeee madem üşüyorsun, neden beni klimayı kapatmak istediğimde desteklemiyorsun" diye höynkürmekten korkuyorum

Bi saattir yine üşüyorum
ve klimayı kapatalım desem yine gıkı çıkmıycak biliyorum..
"allahın estirdiği rüzgardan üşüyorsun da kul yapısı bi klimayı neden kapatalım diyemiyorsun!!" diycem de demiyorum.
Gidip sıcağa çevirdim ben de az önce gizlice,
bakalım ne zaman fark edip kıyameti koparacaklar..

Bu arada,
haftasonu yağmur yağmayacakmış
(oooolllleyyyyyyyyyyyyy )
Sevinirim ben haftasonu "açık ve bulutsuz" geçecekse.
Devamlı yağmur bekleyenler var bi de,
"çevresel kaygıları" varmış..
Peki neden benim savımı hiç desteklemiyorsunuz?
Oysa gayet basit,
yağmıııır dediğimiz su pörtlemesinin geceleri ve haftaiçi benim ofiste olduğum saatlerde yağmasını istiyorum sadece..
Ama yoookk,
ben böyle diyince,
hep benimle dalga geçerler,
küresel ısınasıcalar!!
Şu yağmur geceleri ve haftaiçi yağsa ne olur yani,
ne olur sorarım size,
yağmur bey bir şey kaybeder mi yağmurluğundan?
Yoooo..
Niye o zaman herkes "ay yağsın yağsın nimettir" diyip duruo???
Üşüyorum,
ıslanıyorum kardeşim!!
Ve bunun zararı da en çok sevgilime dokunuyor..

- ( ben ) ya şu şemsiyeyi düzgün tut!
- aşkım tutuyorum işte..
- üffffffffffff ıslandı saçlarıııııaaammmm...
- aşkım iyisin walla bişeyin yok.
- ya saçmalama, hem gözlerim aktı hem saçlarım diken diken oldu nemden.
- bebeğim walla aynısın bak, geldiğinde de böyleydin.
- tabi tabi, benim bi saat süslenip gelmiş halimle, yağmurda ıslanmış halim aynı yani!! Sen bana doğru dürüst bakmadığın için farkı anlamıyorsun bence!!
- ............... ( dikkat, verecek cevap bulamıyor bu dakikalarda!!! )
- ver şunu ben tutucam.
- tamam aşkım.
- sen de şu ucundan tut da, dönmesin.
- tuttum.
( 5 k sonra şemsiye ters döner )
- yaaa ben sana ucundan tut demedim miiiii
- aşkım bi saattir tutuyorum, rüzgar kesildi diye bıraktım walla..
- ne kesilmesi ya, taksim meydanının göbeğinde rüzgar mı kesilir??
- ya tamam 10 saniyede düzelttik zaten alla alla ( kızıyor! ). 2 dk ıslansan ölmezsin!
- .............. ( burada alt dudağımı sarkıtmış ağlamaklı duruyorum )
- aşkım iyisin walla bişeyin yok
- ya saçmalama, hem gözlerim aktı hem saçlarım diken diken oldu nemden.
- bebeğim walla aynısın bak, geldiğinde de böyleydin
- tabi tabi, ......
......
....
...
..

artık ben gidene kadar böyle devam eder bu!!
Bi yağmur yağacak diye,
benim ilişkimin zedelenmesine değer mi?
Neymiş efendim doğanın dengesi korunacakmış, pöh!!!


5.04.2007

BIRAKINIZ GEÇSİNLER, BIRAKINIZ YAPSINLAR...



Rolling Stones' un gitaristi Keith Richards,
zamanında,
ölen babasının küllerini burnundan çekmiş!
Johannnnnessburgda inecek kalmasın!!!!
Tamam haber çok yeni değil,
dün patladı,
ben de olaya daha yeni uyanmış filan değilim ama ancak yazabiliyorum..

Az önce babam işyerime geldi..
Düşünsenize "koskoca babam" ölecek,
biz onu yakacağız
ve ben küllerini bir miktar kokain eşliğinde içime çekeceğim!!
Zor be!!

Tamam bunu normal karşılayanlar olabilir,
ama ben karşılayamıyorum,
ki bir çok şeyi toplumun %99’ undan önce kabul edebilen bi insanım,
ama bu "bana bile" fazla geldi..
( kendisine de fazla gelmiş olacak ki,
"bu hayatımda yaptığım en garip şeydi" buyurmuş.
sağolsun! )

Aslında,
kendi adıma insanların yaptıklarına karışmayı,
didik didik etmeyi sevmem,
milletin yaşadıklarına karışmayı da..

Örneğin şu MBA ( Married but available ) olayı,
yani "evliyim ama uygunum,
bana asılabilirsin,
benimle yatabilirsin" durumu..
Türkiye’ de bu işe aracılık eden bi sitenin,
içlerinde kadınların da bulunduğu
( ki niye kadınlar bulunmasın?
erkeklerin ne kadar bulunmaya hakkı varsa kadınların da aynen o kadar var )
30.000’ i aşkın üyesi varmış.
Tamam,
var,
ee??
Bize ne?
Neden insanların özel hayatına bulaşıyoruz ki bu kadar?
Hepsinin kendince sebepleri vardır..
Kiminin libidosu yüksektir,
kimi evliliğinde mutsuzdur,
kimi sadece eğlencesine oradadır.
Sonuçta riskleri kendi üzerlerine almışlar,
yakalanırsa zarar görmeyi göze almışlar,
Tamamen onların hayatı..
Bize ne yemek düşer söylememe gerek yok herhalde..

Haa,
derseniz ki "bu olay toplum hayatındaki çözülmenin yansımasıdır."
o zaman da benim size sorum şu olur:
Pardon da toplumsal çözülmeyi şimdi mi anladınız?
Bu kadar kapkaç,
cinayet,
dizi vs saçma sapan şeylerden bile etkilenme,
kim yoğurursa onun şeklini alma,
fuhuş,
bıçaklama,
kavga ve dayağın olduğu bir toplumda ne bekliyorsunuz ki?
Bir insan,
hem maddi açıdan problemsiz hem de
ruhsal açıdan sağlıklı olacak ki,
doğru dürüst bir birey olsun..
Ve bu bireylerin oluşturduğu toplum sağlıklı olsun.
Yani sadece para ve statü sahibi olmak da yetmiyor..
Manevi tatmin denen bir şey duydunuz mu hiç?
Bizim insanlarımızın çoğu bu tür tatminden uzak yaşıyor.
Ve "asıl çivi" bu maddi ve manevi yetersizliklerden çıkıyor.

Her gün gazetelerde "kızını satan, yeğenine tecavüz eden, karısını fuhuşa zorlayan" insanları gördüğümüzde,
cık cık cık yapmakla yetinirken düşünecektik,
kim nereye gidiyor diye..

Uçurumun kenarında bile değiliz artık,
tam dibine düşmüşüz,
bir de kızıyoruz "bu uçurumun dibi niye pis?" diye..
Peki sen neden uçurumun dibindesin onu sorgulasana?
Ama kime konuşuyorum ki ben!!


4.04.2007

KÜÇÜK Bİ KEYİF ya da Hüzün Molası..


Lütfen bu yazıyı,
"haaa bugünü de geçiştirmiş likelife" diye düşünmeyin..
Sonuçta bu sayfanın amacı beni tanıtmaksa,
( daha doğrusu benim kendimi anlatmaya çalışmamsa ),
Atilla Atalay okuduğumu bilmeyen biri,
"ben" i doğru yorumlayamayacağından,
eksik kalmış olacaktı bir şeyler..

Hayatımın çok erken bi döneminde – maalesef ve iyi ki –
yazılarıyla tanıştığım Atilla Atalay,
bazı anlarda yaşamımı öyle derinden etkiledi ki,
yazdıklarını aşırı sade,
basit ya da yüzeysel bulanlara düşman kesildim..
Ve onu hep sevdim!!!

Daha önce "İsmet Usta" ya yer vermiştim,
bugün de en sevdiklerimden biri olan "seslerim" e..
Belki bir gün,
- kimbilir belki yarın, belki yarından da yakın -
başka bir yazısını da ekleyebilirim buraya..
O’ nu keyifle okuyanlara..
( bundan daha iyisini de yazamazdım zaten
en sevdiğim yerlerini eflatuna boyadım bu kez.
tek bir yer kırmızı, çünkü orası zirve.
hayatım boyunca okuduğum tün satırlar arasında, en sevdiklerimden biri )


SESLERİM
Gözlerini gözlerime dikmiş... kaçırıyorum, yine buluyor...
"sen, sen bana dokunuyorsun" dedi.
" yüreğimde bir yerleri acıtıyorsun , ama anlatılmaz güzellikte bir şey. " tanrım, bir şey olsa...
aygaz kamyonu falan geçse...
aniden ceviz iriliğinde dolu yağmaya başlasa...
bu romantik ortamın içine etse...
ne oldu bu kıza, neler söylüyor..." iyi ki varsın... iyi ki... neye benziyor biliyor musun? eskiden kaldığım yurtta camlar, içerisi dışarıdan gözükmesin diye beyaz yağlıboyayla boyanmıştı.. o boya tabakasındaki küçücük bir delikten bakınca dışarıyı görüyordum ben.... hele baharda, öyle güzel gözüküyordu ki...
işte seninle olmak, o bembeyaz yada siyah şeyin ortasında küçücük bahara bakan deliği bulmak gibi."

işi şamataya vurmalıyım, yoksa fena olacak...
bu havada hayatta dolu yağmaz...
aygaz kamyonu filan geçeceği de yok...
kız resmen yerli film replikleri atıyor...
hayır, ben ters adamım, inanıveririm, dökülürüm, aşık olurum, betonlara çakılırım, asıl benim canım acır...
yerli film... evet... yerli film...en Ayhan ışık sesimi kullanarak, hınzır bi ifadeyle, ona belgin doruk muamelesi çektim...
misilleme olarak yesilçam öykülerinin değişmez repliğini attım...

" bırak bu lafları, kaç para istiyorsun onu söyle... onbin, yirmibin?.. "
esprime güldü... güzeel...
ardı arkasına zincirler, konuyu dağıtırım... gülmesi bitince, " bu da senin numaran " dedi... " zırhın delinsin istemiyorsun... hesapta hiçbir şeyi ciddiye almıyorsun... aslında sana göre hayat o kadar ciddi ve acıklı ki... böyle bir numaraya gerek yok... koy ver gitsin kendini. "
gözlerime anne anne bakıyor...

" güzel olduğunuz kadar küstahsınız da bayan " dedim, Ayhan ışık sesimle...dedim, ama mümkün değil...
saatlerce bana inanılmaz sevgi sözcükleri sıraladı....ben ise ona yerli filmlerin değişmez repliklerinden attım durdum...
sırasıyla Necdet Tosun, Sami hazinses, Cilalı İbo, Turist Ömer, Ediz Hun... hatta bir ara ayağa kalkıp " ayy-gaaz " diye bile bağırdım...sözünü ettiği yağlıboyadaki küçük delikten zırhımı açmasına asla izin vermedim...
yıkılmadım, yavşamadım, kendimi asla açmadım...
erkeklik gururuma değmesindi yağlıboya.

" korkacak bi şey yok " dedi...
" ben sana ne yapabilirim ki? "
" çok şey " dedim...
" çok şey " derken kendi sesimi kullandığımı fark ettim.
hemen kendimi toparlayıp Ediz Hun, Ayhan Işık, Figüran Osman ve Erdal İnönü sesleriyle ayrı ayrı üç kez " çok sey " demeye çalistim...

ama üçünde de kendi sesim çıktı...sonra... sonra, yine yerli filmlerdeki gibi takvim yaprakları uçuştu... ben onu hiç aramadım...
bir gün aklıma fena düştü, aradım... aslında aramadım...
telefon açtım.

o, " alo... alo " dedi, ben sustum...
aniden, " susarken bile Ayhan ışık taklidi yapıyorsun " dedi... anlamıştı... aslında belki de tek sorun, gerçekten anlamasıydı..." ne fena diil mi? " diye sürdürdü...
" insan hep çok sevilsin diye uğraşır... sevilince de ödü patlar... " sustum... " belki de sen haklısın, o zırh ne kadar kalın olursa, o kadar iyi... artık arama, olur mu? " dedi. " ve sakın üzülme... o öyle lanet bir zırh ki; sen bile içerden delemezsin. "

yine sessizlik...
derken, belgin doruk gibi son cümlesini söyledi... " hesapta kendini koruyordun ama yine acı çekiyorsun... boş ver... ne diyorlardı... gençsin, unutursun. "

genç miyim, unutur muyum?.. telefonu kapadım...
sokağın kösesinden, yırtınarak bir aygaz kamyonu geçip gitti...


3.04.2007

AKŞAMÜSTÜ, GEÇERKEN UĞRADIM YAZISI


Dünyayııııııı güzellik kurtaracaaaaaaak
Bir insanıııııııı sevmekle başlayacak herşeeeeyyyyyyy..

diye bi şarkısı vardı Zülfü Livaneli’ nin,
hatırlar mısınız bilmem ama,
"dünyayııııı hayatgibi kurtaracak" -mış gibi çalışıyorum bugün..
O yüzden yazamadım bu saate kadar
ve şu saatte yazacağımın da dişe dokunacak bi şiy olacağını zannedenler çok yanılırlar..

Zaten saatler haftasonunu göstermedikçe,
öyle anlatacak pek bi şiyim olmuyor,
işe git,
işten gel,
arada bir de akşamları 1-2 saat zaman ayırabilirsen,
sevgilinle buluşup bi yemek ye!
( misal : bu akşam buluşmayı düşünüyoruz,
bi aksilik çıkmazsa! )

Söylemeye değecek bir şey arıyorsanız,
ancak dün gece Devil May Cry’ ı bitirdiğimi söyleyebilirim..
Çok ama çok sevdim oyunu,
özellikle sonu çok tatlıydı!!!
Ahhh Vergil, senin için üzgünüm tatlım!!

Ama şimdi yeni açılan modlarla
ve Vergil’ la bir daha oynayacağım oyunu,
daha iyi Total Ranking yapıcam,
galleryde gezinicem..
Yani daha bu oyunla işim bitmedi..

Başka Play Station oyunu tavsiye edecek olan varsa,
onlara da açığım bu aralar,
geçen yıl çıkmış bi oyun da olabilir,
illa yeni olacak,
yok efendim kuş konduracak diye bir şartım yok,
eğleneyim yeter!

Şimdi efendim,
bugünki yazıyı kısa tutacağım için,
pek adetim olmadığı halde,
bir şiirle noktalandıracağım yazımı
( bak bak bak! )

Bu şiiri,
çoooook yıllar önce okumuştum ilk.
Hiç sevmemiştim,
"ay ne biçim şiir bu, mide bulandırıcı" filan demiştim..

Şimdi ne anlattığını,
hangi duygudan bahsettiğini,
o kadar iyi anlıyorum ki,
her zaman okuyamıyorum,
mesela işyerinde filan,
çünkü şu aptal gözlerim hemen tomurcuk tomurcuk yaşlarla doluveriyorlar..

Siz de bi okuyun bakalım..
İlk okuyuşunuzsa belki sevmeyeceksiniz,
ama "bişeyi" yaşadığınızda,
belki çok ilerde bi günde,
"ya bi şiir vardı neredeydi, onu şimdi okuyayım ben asıl" diye bu şiiri arayacaksınız..
Ben kefilim!

Yarın sabah yüzümü de yıkamayacağım
Donum fanilam leş gibi oldu hele
Tırnaklarım uzadı kesmeye üşeniyorum
Biri sevabına çişimi de ettirse

Sokağa çıktım mıydı akşam serinliğinde
Bacaklarımda derman yok
Rakı makı içiyorum gene olmuyor
Ne Sabri’ye uğradığım var ne Celile’ye

Başım dönüyor içim sıkılıyor ha bire
Bu dünyada pırıl pırıl şeyler vardı hani
Cümbüşler vardı kahkahalar vardı hoşbeşler vardı
Hepsi peşine takılıp gitti mi ne

Anlamam o kadar incesini
Sen yanımdayken yaşamak güzeldi işte
Bana maşallah derlerdi ne iyisin derlerdi
Neysem neyim kime ne

Kırtiplim bomboğum esiriklinin biriyim
Dünya yıkıldı altında kaldım sanki
Anlaşılan bu birisinden kazık yedi diyorlar
Sen gitmeseydin de keşke

Et sevmezdim ya inadına cızbız köfte yiyorum
Küfür ediyorum sokaklara tükürüyorum
Nerde o efendilik, kılı kırk yarmalar
Adam sen de

Tokalaşmalarla merhabalarla da ilişiğim yok
Işımış İstanbul’a bayılırdım bir vakitler
Yaz bitecek diye ödüm kopardı
Şimdi hepsi bilmemneyime

Ya büsbütün yitirsem seni
Ölsen ya da başka erkeğe varsan
Sana dokunamasam sesini duyamasam
Bırak alasen insanı deli etme

Odayı Mürvet Hanım derleyip topluyor
Temiz pak bir lokanta buldum sözde
Sağa dön olmuyor sola dön olmuyor geceleri
Önümüzdeki salıya gel bari

Metin ELOĞLU

2.04.2007

HAFTASONUNU SİZLER İÇİN RAPORLADIM!!!


Canparelerim,
nasssınız inşallah?

Yazarınız iyi,
fekat sizleri çok özledi..

Efemm,
cumartesi bildiğiniz üzere
( ve bıraktınız yerde )
işyerindeydim..

Öğle vakitleri işten çıkıp,
sevgilimle beraber Cevahir’ e gittik.
Hesabımız şu:
Orada arkadaşlarımızla buluşacağız..
Neyse,
beklerken yemek filan yiyelim dedik..
Kentucky’ de bi şiyler atıştırdık
ve fakat ben beğenmediğim için çoğunu bıraktım..
( bunu özellikle belirtiyorum,
daha sonra yiyeceklerim sonrasında ohaaa filan demeyin diye )

Neyse mağazalara bakıyoruz,
ben bi body aldım,
bu arada arkadaşlar aradı:
"Cevahir bize uzak olur, siz Taksim’ e gelin" dediler.
Ben tabii hemen sevdiceğe döndüm:
- Eeee hani buraya geleceklerdi onlar da?
- Yooo ben öyle bi şey demedim, gelirler herhalde diye düşündüm!
- ........

Mecburen bi taksiye atlayıp,
geldiğimiz yolu geri döndük.
Hava da yağmurlu.
Taksim’ de arkadaşlar bi de "bizi beklettiniz" muamelesi çektiler bize..
Offf yanii..
Neyse,
hemen Gino Margarino’ ya attık kendimizi..
Pizza yedik hepimiz,
kola eşliğinde
( ama benimki light!! lütfen yani! )

Oradan kalkınca,
en yakınımızdaki mekan: Tramvay’ a geçip,
biraz burada lafladık.
Bu arada ben bi dondurma yedim,
sevgilim de banana split
( johannesburg demeyiniz lütfen, alınıyoruz! )

Daha sonra,
"biz bir araya gelmiş 4 Türk genciyiz,
başka türlü eğlenemeyiz" diyip,
okey oynamaya gittik..

Sevgilimle ben tabii ki kazandık
( hatta ben bi kere okey attım! )
Daha sonra evlerimize dağıldık..
Evde biraz Survivor’ ı izledim,
biraz kitap okudum,
biraz da Makina’ yı izledim
ve yattım..

Eh,
yatcaz kalkcaz sabah olcak,
oldu da netekim..
Önce Politika Durağı’ nı seyrettim,
( her Pazar olduğu gibi )
sonra da çıkıp Mecidiyeköy’ e gittim
( ya eskiden beri yazdıklarıma bakıyorum da,
bir gün bile dinlenmemişim.
Bin otobüslere,
bin dolmuşlara,
in tramvaylardan,
Oradan oraya savrul.
Biri bu kızı durdursun yavv!! )

Sevgilimle I Love You Paris filmine gittik..
( gideceğiz demiştim.
biiiiz, gideceğiz dersek gidilir!! )

Ben filmi çok beğendim..
Bilmeyenler için filmin özü şu,
21 farklı yönetmen,
Paris ve aşkla ilgili kısa kısa filmler çekip birleştirerek,
böyle bir konsept oluşturuyorlar.
Ama öyküler o kadar kısa ki,
tadı damağınızda kalıyor..
Ve özellikle birkaç tanesi,
beyninizde sağlam bir yer ediniyor..
Benim favorilerim:
pandomimcilerin olduğu bölüm,
Natalie Portman’ ın oynadığı bölüm
ve ölmekte olan bi zenciyle başlayan bölümdü..

Bence mutlaka izleyin!!
Özellikle Paris’ i seviyorsanız,
aşkın farklı hallerine inanıyorsanız
ve ünlü oyuncuları küçük sürpriz rollerde izleyip,
bir çok ünlü yönetmenin,
- kendilerini kısacık bir zamanda ifade etmeleri gerektiğinde - neler yapabileceğini görmek istiyorsanız...

Ancak,
biraz düşlerde yaşayan bir insan olmanız gerekiyor,
yoksa sevmeyebilirsiniz.
( mesela sevgilim pek sevmedi!! )

Filmden sonra,
kendimizi apar topar metroya atıp,
Taksim’ de Ekvator’ a koştuk
ve Galatasaray maçını seyrettik.
Ben kazandığımız için çok sevindim tabii.
Ama pek şampiyonluk şansımız kalmadığı için,
biraz buruk bi sevinç oldu tabii bu..
( okan buruk deeermişim!! ıykk! )
Bi de ertesi gün işe gideceğim için,
içimi büyüüüüüük bir boşluk kaplamıştı.

Maç sonrası evime gidip,
biraz K dergi okudum.
Bugün de Cüneyt Arcayürek’ in Derin Devlet kitabına başlayacağım inşallah..
( hep bi aksilik çıkar da mutlaka )

Biraz da televizyon seyredip,
sıkıntılı,
zor bir uykuya daldım,
ey sevgili okuyucu..