29.12.2014

Tarihe not düşülsün


13 Aralık 2014'te canım oğlum dünyaya geldi.
3.914 gr, 51 cm. Saat 11:00 gibi girdim ameliyathaneye, onun gelişi 11:17 olmuş sanırım.
Çok ajite çok ağrılı başdönmeli filan uyandım, sonra onu gördüm dünyam aydınlandı.
Dünyanın en güzel bebeği dedim.
Dünyanın en güzel duygusu dedim.
Aynı zamanda en gerçeği.
Bugüne kadar yaşadığım diğer tüm sevgiler sanki silikleşti,
gerçeğini asıl sahibini görünce perdeden çekildi.

2 gün sonra evimize geldik
Şimdi onun bana en fazla 2-3 saatte bir muhtaç olduğu süreç başladı.
Hem ruhen hem fiziken çok yorucu bir süreç.
Hem çok mutluyum hem de galiba doğum sonrası depresyona doğru gidiyorum.
Bazı sabahlar içimde çok büyük bir boşlukla uyanıyorum,
yemek istemiyorum,
ağlıyorum,
dayanamayacağımı hissediyorum.
Bu kadar yoğun sevgi, endişe, korku ve tempo ağır geliyor galiba.

Bir akışta ne yaptığımı bilmeden sürükleniyorum..




10.07.2014

ASLAN PARÇASI GELİYOR


Bizim kuzunun cinsiyeti 5 Temmuz'da belli oldu.
Nurtopu gibi bir erkek geliyor inşallah!
Nazar değmesin tü tü tü!

Allah korusun tüm kötülüklerden onu.
Amin.




20.06.2014

Doğru tarafta olduğunu bir kez daha kanıtlayan tek söz


noblesse oblige


6.06.2014

sıfırdan başlama hakkı isteği..


duygularım o kadar karışık ki sanırım yazmazsam uyuyamayacağım.
şu an yatmam gereken saati çoktan geçirmiş olmama rağmen bilgisayarı açmış olmamın sebebi sanırım bu.

içinde olduğuma ne denir bilmiyorum.
depresyon mu, duygu karmaşası mı, hayatla bi kopup bir buluşmanın adı konmuş muydu ki?

çoğu zaman fazlasıyla hissizim,
korku dışında.
o his hep var.
göğsümde bir ağırlık,
bitmek bilmez o sıkıştırma.
karşımdaki kendim değil de,
psikolojik sorunları olan bir yakınım olsa:
" bak o hissettiklerin var ya, hiçbiri gerçek değil, boş korkular onlar, sen iyisin, sağlıklısın, her şey iyi olacak " der güç verirdim.
ama kendime uygulayamıyorum bunu, çünkü korkularımın altı maalesef boş değil.

sağlık her şeyin başındaki korkum zaten, beni bu durumlara getiren.
bir kaç gün sonra nodülümün kontrol edilmesi lazım mesela.
kanser şüphesiyle 2 kez biyopsi yapılmış tiroidim her kontrolde korku yaşatıyor bana.
0,8 değil de 0,9 çıksa "%10 büyümüş iyi değil, hiç iyi değil" i yapıştırıyor çünkü doktor suratınıza.
kanser mi ameliyat mı, neler beni bekliyor sorusu genelde korkunçken bir de bunu hamileyken yaşamak zor geliyor insana.
evet hamileyim, bu belki de en büyük mutluluk sebebim.
ama şu an bebeği hissedemediğimden,
sanki sürekli midemi bulandırıp başımı ağrıtan yemek yedirmeyen bir hastalığım varmış gibi hissedebiliyorum günün büyük çoğunluğunda.
sadece bebeğimi ultrasonda gördüğümde duyabiliyorum onun ne büyük mucize olduğunu.
gözlerim doluyor.

henüz 11 haftalık ama son kontrolde ultrasonda hareketlerini gördüm,
ilk kez.
doktorun yanında " ayy canım benimm " diye bağırmışım!
o kadar netti ki daha önceleri sadece bir gölge gibi görünen bebeğim, sanki doğmuş gibiydi.
ben de çığlığı basıvermişim tabi.
kesesinin üst kısmında bir kanama alanı var.
onu görme sevincimi hemen bulandıran.
kaybolmadı bir türlü.
ağır iş yapmazsan bir şey olmaz diyor doktor ama sen gel onu bana sor.
ya büyürse ya keseyi bozarsa ya çocuğuma bir şey olursa korkusu hep şuracıkta.
yine de onu görmek çok çok çok mutlu ediyor beni,
haftaya tekrar göreceğim inşallah ve askerden gelen bir sevdiğini karşılayacak insan heyecanı var içimde.
günler geçmek bilmiyor onu görmediğimde.
imkanım olsa eve ultrason cihazı kurdurup gece gündüz onu izleyeceğim,
kalp atışlarını dinleyeceğim.
kısacası "ona ne olacak" da içimde büyük bir korku.

tabii bir de en büyük sorun var.
beyin tümörü sonrası kontroller!
2 yıl sonra denmişti son çekilen MR'ın ardından,
2 yıl doluyor bu yıl sonunda,
kısmetse tam bebeğimin doğacağı zaman.
bebeğim bir kaç günlükken çekilecek belki de MR
ve kötü bir şey çıkacak korkusu inanın damarlarımda.
bebeğim bir kaç günlükken kötü bir haber alırsam ne yapacağımı gerçekten bilmiyorum çünkü içimde hiç dayanma gücü kalmadı.
bir de ondan ayrılacak olmanın kederi eklenirse buna,
kalbim durabilir o anda.
ve en en en büyük korkumu oluşturuyor bu da.

şu hayatta en korktuğum şey beyin tümörü başka hiçbir şey değil.
diğer ölüm şekillerinin tümüne razıyım neredeyse.
yeter ki beynimde bir daha bir şey olmasın.
çünkü huzurla gidemiyorsunuz bu hastalıkta,
hem ağrılar dindirilemeyecek boyutta oluyor kafatası genişlemediğinden ve kafa içi basınç arttığında oluşan o korkunç ağrıyı uyanık olduğunuz her saniye hissetmek zorunda olduğunuzdan,
hem de ölmeden önce beyin hasarına bağlı olarak artık hangi bölgedeyse,
ne bileyim kör olabilirsiniz,
hafızanızı yitirebilirsiniz,
boyundan aşağısı felç olabilir,
konuşamayabilir,
okuyup yazamayabilirsiniz.
hatta bunların tümü veya bir kaçı sırayla aynı kişinin de başına gelebilir.
başka bir hastalıkta çok ağrınız da olsa sevdikleriniz etrafınızda, onların yüzüne onları tanıyarak bakıp, ellerini tutarak ölüme gidebilirsiniz.
ama beyin rahatsızlığında bu son onur da alınıyor işte sizden.

eşiniz çocuğunuz yanınızda olsa bile göremiyorsunuz,
görseniz tanıyamıyorsunuz,
ne bileyim konuşamıyorsunuz onlarla.
çok fazla.
dayanmak için çok fazla acı bu.
beni yiyip bitiren bir daha asla eskiden olduğum kişi olmama izin vermeyen o günleri yaşayabilecek olmamın tahayyülleri.

delirtiyor bu beni hissediyorum, çıldırtıyor.
diğer tüm insanların yaşadığı günlük sıkıntılar,
ha tabii bir de ben çalışamadığım için oluşan maddi sorunlar,
her şeyin sürekli bıçak sırtı borç harç gitmesi,
çok sevdiğiniz evinizi bile her an kaybedebilecek olma tehlikesi,
her sürpriz harcamada "eyvah ne yapacağız" düşünceleri.
bunları yaşamak da bana şu an diğer herkese geldiğinden daha ağır geliyor.

pili bitmiş bir oyuncak gibiyim.
ve diyorum ya,
kendime şu telkini yapamıyorum:
"korktukların aslında saçma, bunların hiçbiri yok" diyemiyorum kendime.
çünkü bunlar benim hayatımı çevreleyen gerçekler.

bazen "bu hayat olmadı" gibi hissediyorum.
baştan beri istediğim gibi yaşayamadım.
çoğu şey hayatımda "bu benim" diyebileceğim şekilde beni yansıtmadı.
hala her gün vicdanımı rahatsız eden çok çok büyük hatalar da yaptım.
manevi ve maddi açıdan sahiplenemiyorum hayatımı,

bir kaç şey dışında.
bu hayat olmadı işte, yenisine başlamalıyım sanki diyorum.
ben böyle olmayacaktım diyorum.
gözümden de yaşlar süzülüyor zaten sonra.

ne bu?
ismi var mı bunun?




17.04.2014

müjde mi? leylalaştım!

 
geçen hafta kendimde değildim,
içimdeki umut mu şüphe mi olduğu belirsiz hislerle nette forum forum gezmekteydim:
erken gebelik belirtileri nedir diye.
çünkü beklenmedik bir zamanda bir ihtimal oluşmuştu,
hayatımız boyunca ilk defa!

ben çocuk düşüneceğim zaman önce gider kan testlerini yaptırırım,
3 ay öncesinden folik asit başlarım,
dişçiye gider kontrol yaptırırım filan diye düşünüyordum eskiden,
tüm bunları yapmamışım,
ama dediğim gibi o kadar uzak bir ihtimal ki,
o kadar takipsiz bir şeysiz ani gelişmiş bir şey ki,
sürekli "kesin yoktur" diyoruz.
ama atıyorum,
12 Nisan yıldönümümüzdü mesela,
yıldönümü yemeğinde "ay bebek de bizimle mi acaba o da gördü mü burayı, yediklerimden yedi mi?" filan diyorum.
araba biraz sallansa huzursuzluk çıkarıyorum filan.
sevdicek de sürekli "saçmalama" diyor.
 
ama içimde de merak!
en sonunda pazartesi günü,
aslında yapılması gereken zamana günler olmasına rağmen gittim test aldım.
ama bütün internet siteleri erken bakarsanız negatif çıkar diyor,
o yüzden biraz da hazırlıklıyım.

yaptım testi,
1 çizgi hamile değilsin 2 çizgi hamilesin demek ya,
benimkinde hiç çizgi çıkmadı!
ebruli bir şekiller oluştu!
bozuk yani test.
neyse ki 2 tane almıştım,
ama yenisi için ertesi günü beklemek lazım.
ben durdum durdum dayanamayıp 2. testi akşamüstü yaptım.
 
ilk 5 dk hiç bakmayayım diye gittim çamaşır filan topladım yukarıdan,
işte vakit geçti,
döndüm bir baktım silik de olsa bir 2. çizgi var!
Allah! Çizgi var çizgi var diye başladım evin içinde zıplamaya.
hayır 2 hafta önce çocuk istediğimi bile bilmiyordum,
başım çok döner hamile kalamam kalsam bile uzun planlama yapmam lazım derken,
önümde 2. silik çizgi.
 
sevdiceği aradım.
işten gelince kan testi yaptıralım yoksa ben kafayı yiyeceğim dedim.
tamam dedi gelince beraber gittik.
bir de acilden filan giriyoruz hastahaneye,
poliklinik saati değil,
kendime çocuğu iş çıkışı yorgun argın getirdin emin olmadan,
hiçbir şey çıkmayacak boşuna yormuş olacaksın hem kendini hem onu diyorum.
kanı verirken hep bu düşünceler var aklımda.
 
1 saat sonra çıkar, netten öğrenirsiniz dediler.
gittik bir şeyler yiyelim o zamana kadar dedik.
ama güya 1 saat sonra bakacağımız sayfayı en baştan açtık,
tabii "test sonuçları girilmedi" çıkıyor yeniliyoruz sayfayı,
öyle bekliyoruz yemekleri,
yarım saat kadar falan sonra sevdicek "loading" yazmaya başladı dedi.
ben de kendi telefonumdan uğraşıyorum,
önce onunki açıldı,
yüzüme bakıp "pozitif olunca noluyodu?" dedi.
"hamile oluyor, kaç çıkmış dedim"
(5'in üzerindeysen hamilesin demek)
"53" dedi.
 
sonrası sessizlik.
ben direkt ağlamaya başladım,
o da ağladı sonra.
ağzımdan ilk dökülen sözcük "ben ölüyordum" oldu.
ben ölüyordum oysa bir can getirme adayıyım şimdi dünyaya.
öyle garip bir his ki,
Allah'ın isteyenlere nasip etmesini dilerim çok büyük bir mutluluk!
ama hemen arkasından soru işaretleri de geliyor,
acaba kimyasal ya da dış olabilir mi diye!
bu konularda da zır cahil olduğumdan kalktım ertesi gün kadın doğumcuya gittim,
kadın çok erken gelmişsin,
daha görünmez ayın 25'i gibi gel dedi.
yani çocuğu gözümle görmediğim için içim hiç rahat değil.
"ya yoksa" falan diye geziyorum hala!

ama doktor erken dönem için 53 iyi bir değer dedi
"eğer bir kaç gün geçip de 53 çıksaydı düşük bulurdum çünkü gün aşırı 2 katına çıkıyor" dedi.
yani pazartesi 53 ise bugün 100'ü filan geçmiş olması lazım.
25'inde 1000 civarı olması lazım ki,
1500'de görünüyormuş ultrasonda.
zırt pırt gidip ölçtürmek istiyorum acaba yeteri kadar yükselmiş mi diye,
kısacası ultrasonda görünüp ben bebeğime bakana kadar inanamayacağım bu gidişle!
 
daha görmediğim için de söylemedim daha anneme bile.
sadece sevdicek ve ablam biliyor.
bir de şimdi siz biliyorsunuz işte :))
 
 
 

18.03.2014

18 Mart.. Bir hilal uğruna ya Rab ne güneşler batıyor..


...
 
vurulup tertemiz alnından, uzanmış yatıyor,
bir hilal uğruna, ya Rab, ne güneşler batıyor!
ey, bu topraklar için toprağa düşmüş, asker!
gökten ecdad inerek öpse o pak alnı değer.
ne büyüksün ki, kanın kurtarıyor Tevhid’i...
Bedr’in aslanları ancak, bu kadar şanlı idi.
sana dar gelmeyecek makber’i kimler kazsın?
“gömelim gel seni tarihe” desem, sığmazsın.
 
...
 

"bu, taşındır” diyerek Ka’be’yi diksem başına;
ruhumun vayhini duysam da geçirsem taşına;
sonra gök kubbeyi alsam da, rida namıyle;
kanayan lahdine çeksem bütün ecramıyle;
mor bulutlarla açık türbene çatsam da tavan;
yedi kandilli Süreyya’yı uzatsan oradan;
sen bu avizenin altında, bürünmüş kanına;
uzanırken, gece mehtabı getirsem yanına,
türbedarın gibi ta fecre kadar bekletsem;
gündüzün fecr ile avizeni lebriz etsem;
tüllenen mağribi, akşamları sarsam yarana...
yine bir şey yapabildim diyemem hatırana.
 
Mehmet Akif Ersoy
 
 
bugün ağlama günü,
bugün duygulanma günü evet.
ama üzüntüden çok gururla, onurla.
layık mıyız bilmiyorum ama atalarımız bizler için,
biz bugünleri görebilelim diye Çanakkale'de canını verdi.
biz onları ne yazık yılda bir gün, o da belki anabiliyoruz.
 
bugün sadece Çanakkale tarafına giden insanlara değil,
yolda yürürken gördüğüm her insana,
kolundan çevirip haykırmak istiyorum:
 
Dur yolcu, bilmeden gelip bastığın,
Bu toprak, bir devrin battığı yerdir.
Eğil de kulak ver, bu sessiz yığın,
Bir vatan kalbinin attığı yerdir!.

evet onlar bizim için öldüler.
pek çoğu 18'inden gençtiler.
mektep sıralarından kopup geldiler.
o mekteplerden biri de Mekteb-i Sultaniydi.
o yıl, Mekteb-i Sultani mezun vermedi, veremedi.
 
Çanakkale ve diğer cephelerde farklı yıllarda şehit olmuş Galatasaray Lisesi öğrencilerinin isimleri,
okulun girişindeki anıtta da yaşatılmaktadır.
Galatasaray kırmızı rengini de akan kandan almaktadır.
 
ne tuhaf tesadüftür ki bugün Galatasaray'ımızın maçı var,
hem de bir İngiliz takımıyla.
evet anlamı sembolik belki,
ama böyle önemli bir günün hatırasına saygıyla,
tüm takım taraftarları beraberce bugün takımımızı destekleyelim.
 
sevineceksek beraber sevinelim üzüleceksek beraber üzülelim.
atalarımızın anısına saygısızlık etmeyelim.
 
 
 

7.03.2014

bu benim dünyam: Arctic Monkeys, Imagine Dragons, Woodkid, Beirut


selamlar selamlar..
artık oralarda pek kimse kalmadı biliyorum,
ama eskiden kalanlara,
olası yeni geleceklere,
kısacası herkese iyi akşamlar.

okuyan olsa da olmasa da sen kendin için,
hayatını kayıt altına almak için yaz diye motive etmeye çalışıyorum kendimi.
zaten benim hayatımdan benden başka pek fazla bir şey bekleyen kalmadı.
çok önemseyeni de yok açıkçası.
kendi küçük dünyamda da anlam vermezsem boşa gidecekmiş gibi geliyor.

ha ne oluyor da kayıt altına alacaksın diyorsanız,
düşüneyim,
mesela bugün kalkar kalkmaz ne yaptım ne yaptııımm
hah hatırladım,
kalkar kalkmaz play tuşuna bastım ve yatağı toplarken yüzümü yıkarken kendime kahvaltı hazırlarken filan sürekli olarak onları dinledim:
Arctic Monkeys'i.
evet tam bir "Arctic Monkeys'e giriş" dönemindeyim.
size de olur sanıyorum,
yeni bir grup duyduğunuzda eski albümleri varsa araştırıp onları deşersiniz,
yeni bir yazar duyduğunuzda eski kitaplarını karıştırırsınız vs.
ben tam o dönemin başlarındayım işte.

Aslında Arctic Monkeys'le yeni tanışmış değilim,
ara sıra müzik kanallarında radyolarda filan şarkılarına denk gelmişliğim,
ödül gecelerinde canlı performanslarına tanıklık etmişliğim,
haklarında çokça " süper grup, mükemmel, öte vs " diyenleri duymuşluğum var.
ama bir şey çok övülünce oluşan bir mesafe vardır ya,
ben aşamamıştım henüz o mesafeyi.
son olarak Brit Ödülleri'ndeki canlı performanslarını da izleyince,
bu grubun dünyasına girmeye meyillendim ve itiraf edeyim:
pişman değilim.

bir kere son söylenecek şeyi baştan söyleyeyim,
çok iyiler.
çok çok iyiler.
yani adeta başka bir leveldalar.
( Türkçe katliamını itinayla görmezden geliniz. thnks :) )

şu şekilde anlatmaya çalışayım,
çağdaşı olmadığımız için üzüldüğümüz büyük olaylar, büyük sanatçılar vs vardır.
kimi Rönesans Çağı'nda yaşamış olmak ister örneğin,
kimi 1920'de Paris sokaklarında,
kimi keşke Woodstock'ı görenlerden olsaydım der,
kimi Elvis'i yaşarken sahnede izleyemediğine üzülür,
kimi Beatles'ı dağılmadan,
kimi Freddie Mercury'yi ölmeden görmüş olmayı diler.
büyük konuşacağım,
Arctic Monkeys de ileride sahnede izlemiş olmakla övünülecek,
ya da " Arctic Monkeys'in Arctic Monkeys olduğu zamanlarda ben gençtim, yakaladım o çağı " diye kalıplar oluşturulacak müzik elementi diye tabir edebileceğimiz oluşumlardan biri.
bakın grup falan diye geçiştiremiyorum,
"oluşum" " element " gibi kelime seçimlerine zorlanıyorum.
çünkü öyle bir "şey" e tanıklık ediyorum.
hatta şu an bu yazıyı yazarken bile onları dinliyorum.

ve bu söylediklerim daha sadece A.M albümlerini adamakıllı dinlemiş halim.
eski albümlerini doğru dürüst irdelemiş değilim.
ama daha ilk şarkıdan zaten o "kumaş" o kalite o olmuşluk kendini hissettiriyor.
var diyorsun,
"next big thing " diye yıllardır beklenen şeyin şu an içinde yaşadığını anlıyorsun.
hatta zaten bu uzun zamandır yaşanıyor da (çünkü grup kurulalı çok oluyor )
sen bu büyük dalgaya yeni dahil olduğunu hissediyorsun.
ki ben pek öyle "kitlelere dahil olayım" insanı değilimdir,
hatta kendi araştırıp bulduğum gruplar çok yayılmasın çok bilinmesin "ayağa düşmesin" isterim
-tabirimi hoş görün ama öyle-
ama bu sefer zaten çoktan başlamış "büyük akım"a kapılmak bile koymuyor,
müzik öyle iyi ki her şeyin üstüne çıkıyor.
tarzlarını sevmeyen beğenmeyen de olabilir belki ama kendi alanlarında çok çok büyük bir olay olduklarını anlamana engel olmaz bu.
ne bileyim belki Michael Jackson'ı sevmezsin ama nasıl bir fenomen yarattığını,
zamanında dünyada en çok bilinen kelimenin bile onun ismi olduğunu filan duyar öğrenirsin ya.
Arctic Monkeys de kendi tarzlarında bence öyle.

Do I Wanna Know'u dinlediğinde zaten anlamadıysan bunu,
arkasından gelen R U Mine'da çarpılıyorsun.
o da yetmezse Arabella'yı dinleyince artık tam olarak neyle karşı karşıya olduğunu fark ediyorsun.
One For The Road'u,
Why'd You Only Call Me When You're High'ı ise anlatmaya gerek kalmıyor zaten,
bu çocuklar tabii ki bunları da yapacaktı diyorsun.

kısacası çok çok çok beğendiğimi,
bilmem yeterince anlatabildim mi? :))

bir de daha önce yazmış mıydım hatırlamıyorum,
yine biraz geriden gelerek bu aralar çok takıldığım çok sevdiğim bir grup daha var:
Imagine Dragons.
yahu Radioactive nasıl bir şarkıdır,
Demons nedir,
It's Time'da naapmaya çalışıyorsunuz diye sormak istiyorum kendilerine.
çok çok seviyorum sizi, bilin dedim.
hele canlı performanslarınızı internetten tek tek izledikçe bittim.
Grammy Ödül Töreni'ndeki Kendrick Lamar düetinize değinmeye bile gerek görmedim.
en son Katy Perry bile sizi kıskanç ve hayran bakışlarla süzmekteydi öyle söyleyeyim.
evet direkt grupla konuşmaya başladım farkındayım kapatıyorum konuyu.

son bir şey,
çıkalı çok olsa da Woodkid projesine de daha doyamadım ben.
açıp açıp izliyorum mükemmel klip üçlemesini:
Iron, Run Boy Run ve tabii ki I Love You.
I Love You'nun klibinde kendimden geçiyorum,
şarkının sözlerine ve klibin hikayesine ayrı,
"bunları yaratanların nasıl bu kadar yetenekli olması"na ayrı gözlerim doluyor.
( evet cümle aynen böyle )
ıskalamış olan varsa Woodkid-I Love You klibini izlemeden ölmesin derim.
evet dedim.

Beirut hayranlığımı da sanırım daha önce bir yazıda belirtmiştim.
bende hiç eskimeyecek Rip Tide ve Heartland'i hala döndüre döndüre dinlemekte,
Rip Tide'ın klibini seyrederken "neden bu kadar kusursuz mükemmel bir şahanelikte yaptılar bunu acaba" diye anneanneler gibi kendi kendime söylenmekteyim.
bu kadar gruplardan bahsetmişken isimleri geçmeden bu konu kapanmasın dedim.

bu yazı biraz "müziğe ait" oldu ama kendi hayatımdan bahsetsem,
başımızda 3-4 gündür dolaşan kara bulutlardan bahsedecektim.
pazar günü ben Oscarları izlerken uyuyan sevdiceğin (sabah 04:00) burnunun inanılmaz kanamaya başlamasını,
-çeşme gibi-
ameliyatın üzerinden 1 ay geçmiş olmasına rağmen damarının patlamış olduğunu,
( o fışkırma şeklinde kanama başka türlü olamazdı zaten )
gece acilde yaşadıklarımızı,
ertesi gün damarın yakılma operasyonunu,
sonra benim zehirlenmemi,
halsizlikten ölecekmiş gibi hissetmemi,
aynı gün Deniz'in yataktan düştüğünü,
bizim üst kattaki banyoyu su bastığını filan anlatmam gerekecekti.

1 paragrafta bile bunaldınız değil mi?
ben de öyle o yüzden bırakın müzik yazımla baş başa beni :)))

saygılar derinden ve bitimsiz bittabi..




28.02.2014

Arthur sevgisi ve işkencesi..

 
ev içinde kendi çapında bir olayımız vardı bugün.
sevgili kediciğimiz Arthur daha taşınırken aldığımız salondaki yeni koltuğa küçük tuvaletini yaptı (en kibar bunu buldum )

üstelik yataktan yeni kalkmışım,
yiyecek bir şeyler hazırlamışım,
salona bir geldim bu pırrr diye kaçtı gitti.
tamam dedim kesin bir halt yedi!
bir baktım koltukta çiş ( çiş müdürüm affedersin )

ne yapacağımı şaşırdım!
çoook eskiden bir kere yatağa yapmıştı,
onu temizlemek çok zor olmuştu,
o yüzden yatak odamızın kapısı 24 saat kapalı tutuluyor o günden beri.
bu da kış günleri cam da sık açılamadığı için rutubete neden oluyor.
o da yatak odasındaki bazada bulunan tertemiz yıkanmış kaldırılmış nevresimlerin,
kıyafetlerin vs her şeyin rutubet kokmasına.
öyle de pis bir şey ki yıkasan da gitmiyor.
öncesinde havalandırman lazım.
eski evde zaten bu dertten muzdariptim,
buraya taşınırken tüm nevresimler tüm kıyafetler hatta tencere tutacakları bile evde yıkanabilecek ne varsa yıkandı.
yastıkların içleri bile açılıp havalandırıldı.
( kaz tüyü ve ortopedik olmayanlar )
ve çok uğraştırıcı, günler süren bir iş oldu bu.
geçen gün bir de ne göreyim,
bu evde de sürekli kapıyı kapalı tutmaktan yatak odasının tavanında ufak noktacıklar oluşmaya başlamış!
şu an başlangıç aşamasında ama görünce dellendim tabii.
bugün de bu çiş işi eklenince!

sabah sabah kaldım mı başımda koca bir dertle!
eski deri koltuklara yapmıyor bunu.
kumaş ve yumuşak olunca yapmaya karar vermiş herhalde.
silsem mümkün değil içim rahat etmez çünkü altlara doğru gitmiş olabilir sen üstten sildikçe.
eve gelip koltuk yıkayan tipler de benim psikolojim için zararlı.
çünkü eve giren her türlü çalışan ( özellikle kirli veya zararlı olabileceğine inandığım şeyler taşıyanlar ) bana travma yaşatıyor.
temizlikçisinden muslukçusundan uyducusuna kadar.
hele ki bu yıkamacılar,
şimdi kimyasal maddeleriyle gelecekler,
yıkanan koltuk dışında parkeydi diğer koltuklardı perdeydi duvardı her yere sıçrayabilir o püskürttükleri şey.
onlar "tamam bitti işimiz" diye gittikten sonra ben en az 3 saat arkalarından kurula-sil-süpür yapmalıyım!
ne zaman gelebilecekleri vs de soru işareti.
 
neyse bir kaç firmayı aradım,
takım olarak yıkıyorlarmış koltuğu beyefendiler,
fiyatı da 130-150 TL civarı!
hem travma yaşayacağım,
hem bir sürü para bayılacağım.

aklıma ablam geldi.
onların köpeği de bir kaç kez bu vukuata imza atmıştı çünkü.
o da ilkinde yıkamacı çağırmış memnun kalmamış.
sonrakinde annemin halı yıkama makinesiyle yapmışlar,
"zaten adamlardaki makine de bunun aynısı,
sadece büyüğü,
hiç para verme hem kendiniz daha temiz yaparsınız" dedi.
aradım annemi ben de.
" iyi gelin akşam hem yemek yeriz dönüşte de makineyi götürürsünüz " dedi.
yemek dönüşü gecenin 23:00'ünde koltuk yıkadık.
komşular kulaklarımızı çınlatmıştır ama bir gün daha duramazdı o şekilde.
sevdicek vakumlama kısmını yaptığı için onun da olması gerekiyordu evde.
neyse hallettik bu şekilde.

ama bugün ilk kez ciddi ciddi bu kadar sevdiğim, evladım gibi oldu dediğim Arthur'u vermeyi düşündüm.
yani sanki hayatımı karartan bir varlıkmış gibi göründü gözüme.
sürekli tüyünü eve saçılan kumlarını temizliyorum zaten,
hadi ondan şikayet etmiyorum diyelim.
ama yatak odasının rutubet yapması
ve artık koltuğa da çiş yaptığına göre salonun da sürekli kapalı tutulması zorunluluğu doğması
"evi biz mi kullanıyoruz Arthur mu " noktasına getirdi sonunda beni.
zaten tüm ev her şey ona ayarlı.
bilmiyorum ilk kez bu kadar yorulduğumu ve sıkıldığımı hissettim.
 
sonra sevdiceğe telefonda " söyleyelim veterinerimize sahiplendirme yapsın, cins kediyi ücretsiz alacak biri bulunur " filan derken birden içime ayrılık acısı da çöktü mü!

akşama kadar ağla dur!
nasıl ayrılacağım ağlaması!
ama bir taraftan da evin içinde sürekli kapıları kapatan,
sürekli koltukları gözetleyen biri olarak yaşarsam psikolojim bozulacak düşüncesi!
bütün gün başım ağrıdı hala da geçmedi!
annemlerin yanında filan da açıldı konu,
verirsen ölür Arthur diyorlar.
çünkü çok narin ve bizim bakımımıza alıştı.
çok çekingen filan.
bilmiyorum ama kendimi de çok yorgun hissediyorum.
 
 

21.02.2014

bi mesele vardı.. halledemedim..


merhabalar,
ben (evet sinema hastası ben) uzun zamandır baş dönmelerinden sinemaya gidemiyordum biliyorsunuz.
en son -anlatmış mıydım hatırlamıyorum- sevdicekle kavga ettiğim bir gün gitmiştim bir filme.
evde epey tartıştık sonra olmasından en nefret ettiğim şeylerden biri oldu,
kavga "susma aşamasına" geldi.
bizim bazı kavgalarımız böyle oluyor ve bu "susma" olayı çok uzun sürebiliyor -2 gün bile.

ben de yine öyle olacağını düşündüm o gün
ve dayanamayıp dışarı çıktım.
çıktım da çıkar çıkmaz ayağımda o günlerde mevcut olan bir yara acımaya başladı.
zaten başım da dönüyor mümkün değil yürüyemeyeceğim!
gurura mok sürdürmemek için eve de dönemiyorum!
bir taksiye atlayıp alışveriş merkezine gittim
orada da mağaza filan gezemeyeceğimden Düğün Dernek filmine girdim.
en azından Türk filmi altyazı filan okumazsam çok dönmez belki başım dedim
ve son yarım saat başım çok ağrısa da dayanabildim.
bir de ben çok seviyorum şu Ahmet Kural ve tayfasını.
çok komik geliyorlar bana.
sonuçta o filmi bir şekilde izleyebildim.

bugün öğleden sonra sevdicek aradı akşam sinemaya gidelim mi,
bizim arkadaşlar gitmiş beğenmiş dedi.
tabii yine ben dayanabileyim diye Türk filmi tercih etmişti: Bi Küçük Eylül Meselesi.
"tamam, duramayabilirim ama, çıkabiliriz" filan diye uyardım,
o da tamam dedi.

işten gelince alışveriş merkezine gittik.
önce yemek yedik sonra filme girdik.
görüntüler filan epey aydınlık olduğundan seyredebildim.
-karanlık, aşırı gürültü, karanlıkta alt yazıya odaklanmaya çalışma gibi durumlar baş dönmesini arttırıyorlar-
öyle ahım şahım bir film miydi?
yoo bence değildi.
ama güzel Bozcaada görüntüleriyle filan geçti gitti işte.

ben pek dizi izlemediğimden,
Farah Zeynep Abdullah'ı ilk kez seyrettim,
annem de hep överdi bu kız çok yetenekli diye,
o yüzden biraz da merak ederek gittim.
ama -beklentim de yükseltildiğinden midir nedir- kızın oyunculuğunu hiç beğenemedim.
o his bana geçmedi,
yapmacık kaldı sanki.
esas oğlanla aşk sahneleri "ahhh o güzel aşk" duygusunu hiç vermedi.
hani aşk filmlerinde kızla oğlan hep kavuşsun isteriz ya,
ayrıldıklarında gözyaşı dökeriz filan,
burada filmin başından itibaren "ayrılsalar da oluuuur birleşseler de oluuuur. Bozcaada süper yalnız, denize girmeyi özledim, domates reçelinin iyisini İstanbul'da nereden buluruz acaba? " düşünceleri içindeydim.

bu filmin notu en fazla 5 olabilir kanımca.
o da ada hatırına.
kızın filmin başlarındaki bazı hallerini kendi eski halime benzettim yalnız.
gereksiz şımarık ve iticiymişim diye moralim bozuldu.
ben de dışardan o kadar rahatsız edici mi bulunuyordum acaba?
neyse düşünmek istemiyorum.
çünkü benim o hallerim sevdicekten sonra değişti,
epeyyy değişti.
ama düşünüyorum da onunla tanışmasam,
böyle bir aşk yaşamasam her şey çok farklı olurdu herhalde.
ben o halimi sürdürürdüm,
sonunda da çok yalnız ve mutsuz biri olurdum.

şu andaysa "yalnız değil ve mutsuz" durumdayım :))
ama sebebi hastalıklar tabii ki.
neyse o konuyu tekrar deşmeyeyim şimdi.

bu arada sağlık deyince sevdicek de 31 Ocak'ta ameliyat oldu,
solunumla ilgili,
işte hem sinüsler temizlendi hem et polip bilmem ne gibi sorunlar giderildi.
bir gece kaldık hastahanede,
iyi geçti,
2 gün sonrasında dışarıdan ameliyat olduğu bile belli değildi hatta.
ama iç kısımda yaralar vs hala tıkanıklık var tabii.
şöyle " ben artık rahat nefes alabiliyorum " diyeceği günü öyle iple çekiyorum ki.
 
bu aralar Hakan Günday'ın Daha'sını okuyorum.
başlarken tam sarmamıştı,
"bu sefer yazamamış galiba, aceleye mi gelmiş nedir?" falan demeye yeltenmiştim
ama yine kanıma girdi,
kıvama geldi.
henüz bitirmedim ama şu an okuduğum sayfalar tam tadında yani.
yine altını çizme alışkanlığım depreşti.
aslında kitabı alalı epey oldu ama yavaş ilerleyebiliyorum.
çünkü eş zamanlı Game Of Thrones serisini de okuyorum.
biraz ondan biraz bundan derken başı dönen hayat gibi ancak bu kadar ilerleyebildi.

çok yazdım sanırım artık gönderme zamanı geldi.
elimi yüzümü yıkama-makyaj temizleme vs işlerden oluşan ritüelimi yapmak için banyoya gitmeliyim şimdi :))

 

10.01.2014

en iyi teklif..

 
aslında bir sürü şey yazacaktım ama biraz önce aklım uçtu!
öyle bir film izledik ki nasıl tanımlasam bilmiyorum,
belki de tek kelimeyle "doyurucuydu"

adı: the best offer
görüntüler, müzikler, ortam, senaryo, Geoffrey Rush'un oyunculuk dersi!
hangisini anlatayım bilmiyorum.
tadı çıkarılarak izlenmesi gereken filmlerden.

filmin konusuyla ilgili spoiler vermeyeceğim ama takıntılı tipler var filmde.
psikolojisi "normal" olarak tanımlanamayacak,
topluma hiçbir zaman %100 adapte olamayacak tipler.

işte ben böyle filmler izlediğimde kendimi karakterin yerine mi koyuyorum nedir,
daha çok etkileniyorum.
çünkü kendimi hep farklı gördüm ben.
insanları hep bir yönetmen gibi sanki uzaktan izledim,
asla tam toplum yaşamının içine giremedim,
asla tam ona ait olamadım.
olur gibi gözükmeye çalıştım sadece.
sonra bu hastalık da çıkınca ortaya.
onunla gelen farklı sakat duygular da eklendi ruhuma.
o yüzden belki, kendimi hep sınırda hissediyorum.
bir kaç pamuk ipliği var beni insanlara normal görünmeye çalışmaya,
aralarına karışmaya uğraşmaya bağlayan.
onlar da olmasa belki bir münzeviye dönüşeceğim.
ya da toplum dışı bir yaratığa.
şu an bir roman karakteri değil de "normal insan" gibi görünüyorsam dışarıdan,
bunlar hep uzun süren uğraşların
çoğunlukla da rol kesmelerin sonucu.

çoğu mutluluğum gerçek değil.
ve ben başka bir "sorunlu" yu gördüğümde karşımda,
hayattan kopmamak adına derinliklerime sürüklediğim gerçek benliğimle yüz yüze kalıyorum.
hem ona doğru çekilip onun bana emrettiklerini yaşamak istiyorum,
hem de herkesin tamamen dışına çıkarsam çok sevgisiz ve yalnız kalacağım korkusuyla kendimi frenlemeye çalışıyorum.

işte bu yüzleşmelerle dolu geceler çok zor geçiyor..