26.12.2008

yalanlar üstüne, gözüm, yılbaşı...


cumartesi işten sonra Body Of Lies’ a gittik sevdicekle..
türkçesi “ yalanlar üstüne “..
başrollerde Leonardo Di Caprio ve Russell Crowe oynuyor..
fakat size anlatamam,
gidip görmeniz lazım ikisi de nasıl döktürüyor…
oyunculuk böyle yapılır dedirtiyor..

ama film asıl “ Hani “ karakteriyle sağ gösterip sol vuruyor..
perdede ilk gözüktüğü andan itibaren,
nasıl da baskınlığını hissettiriyor,
nasıl da avucunun içine alıveriyor sizi,
ürdünlü istihbarat şefi Hani..

filmin konusundan bahsedeceğim ama basitleştirir miyim diye korkuyorum.
çünkü “ işin içinde ajanlar var “ diyince,
tipik bir “ ajan hikayesi “ olarak algılanmasını ihtimal dahilinde buluyorum.
oysa ki değil.
evet onlar da var filmin içinde.
ama olup bitenler bunun çok ötesinde.

ırak’ ta olanlar,
ortadoğu meseleleri,
yani yanı başımızda her gün kanla yazılmaya devam etmekte olan “ yakın tarih “
- ne yakını düpedüz bugün işte – ilginizi çekiyorsa,
seyredin.
ilginizi çekmiyorsa da seyredin.
sinema zevki için..

o kadar sıkmayan bir film ki..
öyle gerçek ki..
sizi rahat koltuğunuzdan alıp içine çekiveriyor.
mükemmel bir ikinci yarıyla,
“ wayyy beee way beee “ dedirterek çıkarttı salondan ikimizi.

uzun zamandır izlediğim en iyi film.
zaten ridley scott’ a uzun zamandır kefilim.
ama bu da bi A+ olmuş diğer tüm yaptıklarının üstüne.
ben en iyi film dalında,
en iyi yönetmen dalında ve tabii oyunculuklarda mutlaka Oscar adaylığı bekliyorum.
daha görmediğimiz ama adı geçen çok film var tabii ama,
erken konuşmak pahasına söylüyorum:
bu çok çok iyi bir film!

pazartesi sol gözüm için
- artık sonunda dayanamayıp -
alman hastanesi’ ne gittim.
detaylı bir muayeneden geçtim.
mühim olmamakla beraber,
göz kapağımdaki epitel hücrelerle ilgili bir sorunmuş.
iyi bakım gerektiriyormuş.
gerekli ilaçları aldım,
kullanmaya başladım.
ayrıca gözlükten nefret eden,
güneş gözlüğünü bile 10 dk.da bir takıp çıkartan,
kargadan başka kuş lensten başka optik malzeme tanımam diyen ben,
bu tip lens takamadığım durumlar için bir de gözlük aldım.
en hafifinden,
en görünmeyen ve hissedilmeyeninden.
2 akşamdır evde takıyorum.
ama yürürken filan tuhaf hissediyorum.

beni artık sevmeyeceksin diye tutturdum sevdiceğe.
- 1.si gözünde gözlük olduğu belli bile değil. 2.si gözünde gözlük
olduğunu fark ettiğimde bile ben karşımda çok entelektüel gözüken güzel bi kız görüyorum. bu da değişik bi hava kattı sana, dedi.

inansam mı bilemiyorum..

evlendikten sonraki ilk yılbaşım…
ve ben evde ağaç süslenmesine filan feci alışkınım!
kendimi bildim bileli ağaç süslenir bizim evde,
klişe filan demez acaip severim ben de.

doğal olarak ağaç isterim diye tutturdum..
çıktık..
gezerken gezerken,
küçük bi şey alır koyarız filan derken,
bi baktık,
2 metrelik süper bi ağaç almışız!
-napiyim duramadım-
süsleriyle filan devasa bi güzellik oldu evin içinde.
( daha sonra resim koyabilirim )
ne kar spreyini eksik ettik,
ne ışıklarını,
ne tepesindeki yıldızını.
alışveriş merkezi gibi oldu evin içi diye dalga geçiyoruz.
ama kocamannnnn ağacımı çok seviyoruz..

kediyi yanına yanaştırmayacağız diye biraz uğraşıyoruz
ama çok da takmıyoruz.
salona girip çıktıkça devasalığına selam çakıyoruz..

bu arada yeni yıl yavaş yavaş yaklaşıyor…
galiba mutluyuz…



24.12.2008

ihanet...


trendeyiz..
önümüzde oturan çiftle ufak tefek sohbet ediyoruz..
fakat yorulmuşuz yol almaktan….

ben de yorgunluktan,
gözlerimi usulca kapatıyorum..
uyumasam da sallana sallana bir süre öyle gidiyorum….
bir süre..
o süre sonunda gözlerimi açıyorum..
!!!
bakıyorum..
benim “ sevdicek “ ön tarafta oturan kızla öpüşüyor..
gözlerimin önünde..
sırf ben uyuyorum diye!!
kızın yanındaki herif de önündeki sıra-masa benzeri şeye kapaklanmış horulduyor..
“ saflar “ derin uykudayken tilkiler iş başında yani.

bu kadar da olmaz diyorum..
insan bu kadar adi,
bu kadar şerefsiz,
bu kadar yüzsüz olamaz!
o-la-maz!
derhal ben de normalde o-la-ma-ya-cak bir tepki veriyorum:
kıza tokat atıyorum..

asla işim olmaz tokatla - kaba kuvvetle..
o yüzden ben de inanamıyorum ama atıyorum işte!
ikisi de şaşırıyorlar “ uyandığıma “ ..
bağırıp çağırıyorum ama ne söylediğimi hatırlamıyorum şimdi..
kafanızda tasarlayın, envai çeşit hakaretler..
sonra da basıp gidiyorum…

ertesi gün..
kızı buluyorum..
kıza gidiyorum…
sevdicek o kadar çok “ yanlış anladın, bi dinlesen “ diye yalvarmış ki,
acaba yanlış mı gördüm diye inanmaya başlıyorum..
kıza soracağım…
soruyorum:
- aranızda bir şey var mı?
- dün yoktu ama sen o kadar aşırı tepki gösterdin ki, bugün artık evet aramızda bi yakınlaşma oldu!

ne demekse!
bizimki kıza “ acıdı “ herhalde..
yavrum benim yüzümden ne durumlara düştü filan diye..
şimdi de “ çıkıyorlarmış “..
delirmek üzereyim!!!
en sinkaflı küfürleri savuruyorum.

sebebini de bilmiyorum.
seni istemeyeni sen hiç isteme! di mi?
benim hayat felsefem bu!
ne kimsenin peşinden koşarım,
ne “ beni neden tercih etmedi “ diye aldatanı sorgularım..
bittiyse bitmiştir,
basit..

ama içimde nasıl bir acı..
sebebini açıklayamamanın kaygısıyla da beraber…
“ ulan bu kadar mı koyacaktı “ yı kendime yediremiyorum..
bi de gözümün önünde olmasını..
uçakta bile tuvalete kapanıyorlar be!
yok,
dayanamıyorum.

sinirden yüzüm sımsıcak,
yumruklarım sımsıkıyken…
birden..
uyanıyorum..

dibimde..
yüzü bana dönük mışıl mışıl uyuyor..
normalde böyle uyumayız ki biz..
sanki uyanıp direkt yüzünü karşımda görmem bile,
bir güç tarafından planlanıyor..

ama içimdeki kızgınlık birden soğumuyor..
yavaş yavaş,
kendime az öncekinin sadece bir rüya olduğunu söyleye söyleye,
uzun bir zaman içinde sakinleşebiliyorum…

bir süre sonra da seviniyorum:
tabii ya, kıza tokat atar mıydım hiç rüya olmasa?
hele ertesi gün gidip kızı bulmak,
aralarında ne olduğunu sorgulamak?
asla!
bırakırdım gitsinler nereye gidiyorlarsa..

diyorum..
ancak şeytanın avukatlığını yapmadan da duramıyorum:
bu rüyayı ben görmedim mi?
çok çok çok derinlerden de olsa,
bu görüntüleri bilinçaltından ben çekip çıkarmadım mı?
benim içimde de ihaneti kaldıramayacak,
vahşi mi kaplan, sinirli mi dişi bir ruh var mı?
kendim hakkında “ biliyorum da söylüyorum “
diye bilmişlik ettiğim onca şey,
aslında kocaman birer yalan mı?

kendimizi tanımıyor muyuz biz yoksa hiç?
ya da ben bir rüyaya olmayacak anlamlar yükleyen tuhaf bi insan olmakla,
ruh çözümlemelerimi bu tip hezeyanlarıma dayandırmakla mı yetineceğim?

tekrar uyuyorum..
tekrar uyanıyorum..
hemen uyanınca değil..
akşama doğru,
laf arasında sevdiceğe rüyadan bahsediyorum:

- beni aldattığını gördüm şu da oldu bu da oldu rüyada bi de bu oldu..
- hadi ya alla alla..
- (gülerek) ne alla alla? kesin bi şey yapıosun da yüce rabbim gösterdi bana rüyamda..
- yok yaf.. akşam seyrettiğimiz oyundan etkilenmişsindir sen,
diyor..

görüyorsunuz..
yorumu nasıl yapıştırıyor..
bilinçaltımı ya da karakterimi sorgulamıyor..
dümdüz bir mantıkla,
cinayet filmi izlemiş olsak cinayet görecektim ona göre rüyamda,
olan bu..

bir kez daha hayran kalıyorum..
kadınlar bunca mevzunun arkasından önünden dönüp dolaşıp,
kendilerini bin bir tilkinin insafına bırakırken,
erkekler her konuyu,
ama her konuyu,
nasıl da düz bir mantıkla çözümleyip olayı hemen arkalarında bırakıyorlar..

haklarını teslim ediyorum..
ve önlerinde saygıyla eğiliyorum…



18.12.2008

hayat kötü, futbol güzel...


şimdi yaşamın sıkıntı vermesi
ya da biz zaten sıkıldığımız için hayatın üstümüze gelmesi konusunda yazmayacağım.
ama sıkıntılıyım.
sebebi : gözüm.

bildiğiniz göz işte.
mütemadiyen çevresini mavi-yeşil farlarla renklendirdiğim,
kirpiklerini rimellediğim,
siyah sürmelerle altını çizdiğim,
kıymetlilerim.
bunlardan biri rahatsız.
akıyor ve batıyor.
ben de 5-6 yıldır lens kullanıyorum
( renkli falan değil, bildiğin gözüm bozuk )
ve bu batmaları filan pek takmıyorum
- normalde -
damlamı damlatıp yatıyorum,
sabaha geçiyor.
bu sefer geçmedi.
kaç gündür.
bugün lensimi de takamadım.
flu görüyorum dünyayı.

şirkette bağıra çağıra telefonda konuşanlara sinir oluyorum haliyle.
aslında normaldir finans işinde.
iki kulakta 2 ayrı telefonla konuştuğumuz bile olur.
ama bugün batıyor işte.
gözüm.

derbi sohbetleri yükselmiş vaziyette.
haftasonu oynayacağız ya jimnastik kulübü ile..
ben ki “ iyi bir “ …
hatta “ çok iyi bir “ Galatasaraylıyım..
her hafta sonu bütün GS maçlarını+FB maçlarını izlerim.
sevdicek febeli..
bana diyor ki sen GS’ lı olduğun kadar anti fenerlisin..
öyle zevkle seyrediyorum yani febe maçlarını,
ama karşı takımı tutarak.
hele bu senenin ilk 5-6 maçında.
kafa göz giriyorduk neredeyse birbirimize..:))
- iyi Galatasaraylıyız dedik -
ayrıca şampiyonlar ligi – UEFA – Türkiye kupası vs vs vs ne maçı varsa izlerim.
üzerine oturur spor programlarını da izlerim.
ama bu haftaki maçın havasına giremedim hiç.
işlerden herhalde..

son 10 yıldır BKJ’ ye ali sami yen’ de 1 kere yenildik sadece.
( olimpiyat stadındaki ali aydın resitalini saymadım,
ali sami yen diyorum bakınız. )
son maçlarda artık gol atmıyoruz,
bariz show yapıyoruz.
reklamda filan al koy bu hareketleri,
izlersin.
Lincoln topu sektirerek sürüyor
- bak terbiyesiz -
kaleye bakmadan topuğuyla goller atıyor,
Milan Baros, Arda, Kewell,
hepsi sanki kameralara oynuyor,
bu sene 1-2 maç hariç,
Galatasaray’a tarafsız bir gözle bakılsa da,
yalnız futbol zevki açısından bile seyrine doyum olmuyor.
hele Benfica ve Hertha Berlin maçları,
nefissss…

fakat derbi sendromumuz
ve arada bir tutan:
“ biz hep kazanıyoruz olm yedik sizi “ umursamazlığımız,
saçma kazalara yol açabiliyor,
bazen..
( bkz. febe maçı – hay bin kunduz - )

o yüzden hiçbir önemli maçtan önce
“ asarız keseriz oyarız “ diye konuşmuyorum.
küçük hanımefendi filan olduğumdan değil,
top yuvarlak olduğundan.
hakemler de ha keza,
yuvarlak.
belli olmaz yani.

herkes futbol sevmez diye her hafta bu konuya girmiyorum,
ama girmişken size ilk nasıl GS’ lı olduğumu anlatarak bitireyim.
daha doğrusu Galatasaraylılığımı dünyaya nasıl deklare ettiğimi anlatarak..
( komik çünkü )
şimdi
annemin anlattıklarından aktarıyorum,
ben de hayal meyal hatırlıyorum.
3,5 yaşında filanım.
ben o zamanlar hesapta karar veremiyorum,
bi GS’ lıyım diyorum bi BJK’ lı..
çünkü annem BJK’ lı,
babam GS’ lı…

bir gün yine maç var iki takım arasında..
ben diyorum ki kim kazanırsa onu tutacağım artık bundan sonra.
annem bir koltukta oturuyor,
babam bir koltukta.
BJK gol atınca hop annemin yanına koşuyorum,
GS gol atınca hoooooop babamın yanına..
müthiş geçiyor maç..
ve yeniliyor Galatasaray..
ben tamam diyorum “ artık beşiktaşlıyım.. “

aradan birkaç saat geçiyor..
annem mutfakta yemek yapıyor..
yanına gidiyorum…
“ ama dudaklarını nasıl sarkıtmışsın “ diye anlatır hep annem..
“ ağladın ağlayacaksın.
beni de küstürmek istemiyorsun belli.
ama titreyen minicik çenenle,
bomba cümleni patlatıyorsun:
anneeeeeee ben galatasarayı bırakamıyorummmmmmm “

bak bak bak!!!
bırakamıyormuşum…
sanki ben elinden tutmasam düşüp ölecek koca Galatasaray..
bana muhtaç yani,
ortada bırakamam.
cümlede bu duygu var.
ayrıca 3,5 yıllık hayatında,
ne zaman bağlandın da ukala ukala annenin karşısına geçip
“ bırakamıyorum “ diyecek seviyeye geldin?
sanki 30 yıllık sigara tiryakisi,
doktoruna serzenişte bulunuyor:
bı-ra-ka-mı-yor-um..

bu bağlılık 3,5 yaşında çocuğun aklıyla oluşmayacağına göre,
bu hikayeyi duyunca kesin karar veriyorum,
o zamandan beri ben doğuştan Galatasaraylıyım diyorum…

bu maçta yenersek bizim için çok iyi olacak.
yenilsek ne olacak?
“ bırakacak mıyız? “ takımımızı?
yooooo..
yenilgi sebebine bakacağız:
1-) hakem hatasıysa
“ üzülmeyin aslanlar “ diye oyuncuların sırtını sıvazlayacağız,
2-)0-0 giderken şanssız bi golle yenilirsek
- bkz. Metalist maçı –
“ napalım önümüzdeki maçlara bakacağız “ diyeceğiz.
3-)eze eze yenerlese bizi
“ ya böyle mi oynanır o kadar para alıolar bi de yatıo haytalar “ diye ekrana bağıracağız.

ama gönlümüzde GS’ ın yeri,
imgesi,
o pırıl pırıl imgesi,
hiç değişmeyecek.
kolejli, aristokrat, parası suyunu çekmiş eski zengin,
hakkımızda ne derlerse desinler,
çocuğumuzu yine ezdirmeyeceğiz.

hani “ evde kızarlar “ ya anneler,
benimki öyle yapardı.
dışarıda ennn suçlu halimde bile
“ yapacak tabi çocuk o ne vaaaarrr “ diye kaplanlaşırken millete,
evde:
- yaptığın çok yanlıştı, beni çok zor durumda bıraktın diye azarlardı.

biz de bi hata görürsek “ oğlumuzda “,
evde kızacağız..
5 dk sonra da:
- gel kurabiye yaptım, diye yanımıza çağırıp bağrımıza basacağız…

yafff..
duygulandım..
“ kıro sporu, iğrenç tükürük saçan erkeklerin pis dünyası “ gibi görmeseniz,
siz de gerçekten içine girseniz,
çok büyülü bir dünya,
çok güzel bir şey şu futbol be! edit : kazandıkkkkk.. sevindikkkk..gururlandıkkkkk.. " bir futbol akşamında " daha buluşuncaya değin, lütfen hep beraber:
göklerde yıldızzzzzzzz kalplerde bir ay...sporun beşiğiiiii galatasarayyyy..re re re rara ragasray gasray cim bom bom bommmm!!!!

15.12.2008

yemek masasından bi zahmet kalkılsın...


nooolur nooolur seyretmeyelim artık bunları lütfennnn..
yalvarırım gerekirse
ve serilirim de ayaklarınız önüne ama,
lütfen yani artık.

bayram tatili boyunca aralıksız yayınlanan “ yemekteyiz “ programından,
ısrarla ve sonsuzca kaçınıyorum.
ancak eve gelen her misafirin,
ilk çekingenliği üzerinden atıp da
- hani misafirler ilk geldiğinde nasıl oturacaklarını bile bilemezler -
hakkımızda “ rahat insanlar ayol bunlar “ intibaını edindikten sonra,
kumandayı eline geçirdiği bir an oluyor:
bakalım ne varmış?

ben mutfaktan çay – kahve vs getirene kadar açıp buluverdikleri de bu:
yemekteyiz.
misafire hürmetimiz bitimsiz bittabi,
lakin,
gözlerimin geriye dönüp “ değiştirinnn şu kanalı “ diye bağırmam da bir oluyor,
bu manzarayı görmemle.
10 sn.lik yemekteyiz izlemeleri yetiyor muhabbeti zehirlemeye fakat.
sonra artık,
“ şu hanım geçen akşam bunu pişirmişti de,
öbürü fenalık geçirmişti “ den öteye geçemeyen söz öbekleri.
“ yeter, kesin, susun “ anlamına gelecek en kibar kelimeleri seçmeye çalışıyorum,
yine de bir zaman kurtulamıyorum onların bu “ sakız “ sohbetinden.
ne kadar çiğnesen yutulamıyor, zira.

benim tek yorumum:
bunlar şimdi rakiplerine mi oy veriyorlar?
bizde rakibine adaletli oy verme müessesesi gelişmemiştir ya,
ona şaşırıyorum
( ha keza istifa müessesesi )
kendisinden 5 kat iyi olduğunu da bilse,
öldür Allah birbirine 10 puan vermeyecek insanları,
bir de en kalitesizinden ve çok pardon ama,
çirkefinden,
ilgi çekme manyağından,
“ ay ay yemeğimden kıl çıktı “ çığırtkanlarından seçip,
önümüze dayamanın ne mantığı vardır,
“ ben bu formatla ratingin dibine vururum “ uyanıklığından başka?
salağa yat,
TV karşısında yerini al
ve çeneni kapatıp seyret diyorsanız o başka..

haftasonunu anlatacağım ama çevrem buna benzer geyiklerle çevrilmiş durumda..
almış başını gitmiş aynı çam sakızı - yapışkan sohbetler.
ıssız adam,
AROG,
obama,
CHP’ nin çarşaf açılımı,
tuncay güney
ve yemekteyiz programı ile ilgili bir şey duymak istemiyorum bir daha.
söylenebilecek bi şey kalmadı çünkü.
herkes beynimizi yeterince yedi.
hele bir yerde daha ayla dikmen dinlersem,
rahmetliye olan saygım olmasa bayılacağım oracıkta.
topluca hiç Fransız filmi falan seyretmediğimizden,
avrupa sinemasının varlığından bi haberliğimizden,
bi Issız Adam bulduk mu üzerine çullanıyoruz hala.
aynı adamları al,
gus van sant / fil ( elephant ) filmine götür,
“ ay sıkıldım bayıldım, ayrıca filmde tek bir fil bile yooook “ diye fenalıklar geçirir.
hani “ detaylara ve insan ilişkilerine düşkün “ bi sinema gözün vardı senin?
acımasam lars von trier verelim diyeceğim ama…
intihara sürüklenirler ondan korkarım..

peki bu geyiklerin arasına sıkıştırılmış küçük hayatımda ben ne yaptım.
cumartesi çalıştım.
evet.
çıkışta sevdicek ve arkadaşlarla “ dünyanın durduğu gün “ ü izledim.
bu hafta gösterime giren tek film olduğu için.
en ön sıra dahil tamamı dolu bir salonda.
ortalardan.
sıradan bir uzaylı filmiydi diyeceğim ama
basında üzerine gidildiği kadar da korkulacak bir film değil.
izle, seyret , çık işte.
hep bi david lynch filmine rastlayacak değiliz elbette.
kısacası 10 üzerinden 2 vermezdim ben.
klişe der,
bi şey olmaz bu filmden der geçerdim.
biraz da spoiler vereyim.
keanu burada bi uzaylı.
dünyaya insanları yok edip gezegenin kalanını kurtarmak için geliyor:
gezegen ölürse siz de ölürsünüz,
ama siz ölürseniz gezegen yaşayacak diyerek konuya bakışını özetliyor zaten.

ama dr. helen arkadaşımız,
insanların hala içinde iyi bişiyler olduğunu,
gerçekten zorda kalırsak “ evrileceğimizi “ anlatıp vazgeçirmeye çalışıyor kendisini.
uzaylı kardeşimiz,
nobel almış bir dahiyle kara tahtada yan yana bi formülü tamamlıyorlar filan
- aynı sevdicekle benim evdeki halimiz -
sonra bu Nobellinin evinde çalan muhteşem müziğe hasta olup ne olduğunu sorunca
“ Bach “ diye veriyorlar bizimkiler ayarı.
hani siz çok ileri bi uygarlık filan olabilirsiniz ama,
bizde de bu var,
gibi.
sonunda bir de mezarlık sahnesi yapıp adamın önünde ağlaşınca,
“ tamam lan öldürmicem sizi ama dünyayı yok etmek yok bak! “
diyip bize bi şans daha veriyor.
fakat kendisinde tam bir güven tesis edemediğimizden olacak,
“ dur ben gidince yine sapıtır bunlar “ diyip,
bütün teknolojimizi elimizden alıp gidiyor.
- elektrik, pil bile yok walla -

bir elektrik süpürgesi misali,
dünyanın içinden tüm teknolojiyi çekip aldığı sahne bence etkileyici.
bütün inşaat makineleri filan duruyorlar özellikle bir yerde
- zaten ne gelirse ya binadan ya zinadan -
hoşuma bile gidiyor neredeyse.

çıkıyoruz sinemadan,
arkadaşların evine gidiyoruz.
yemek yiyoruz,
oyunlar oynuyoruz,
Okan’ ın King Of Disco’ sunu izliyoruz.
90’ lara dönüp “ bak bak bu da vardı “ çekiyoruz.
yaşlılar gibi.
eğleniyoruz.

pazar günü üzerinize afiyet 15:00’ de kalkıyorum.
tam bir tembellik günü yaşıyorum.
tv seyrediyorum,
play station oynuyorum,
maç izliyorum,
heroes izliyorum,
gece de uyuyamadıkça uyuyamıyorum..

sabahın gelmesini belki,
istemediğim için.
geliyor sonra.
ben de işe gidiyorum.

kamera amorstan çekmeye devam ediyor..

13.12.2008

yunanistan' a güzelleme...


ne kadar “ komşi komşi “ diye sırtını sıvazlasak da birbirimizin,
hele hele bizim ailenin soyu ne kadar Selaniklere dayansa da,
yani onca yakın ve sıcak olma çabası içinde olsak da,
öyle pek de göğsümüze bastırırken kıracak kadar,
fazla fazla sevmiyordum işte “ hala “ yunanlıları.
adı üstünde,
ya da adı bir yafta gibi maalesef üstlerinde kalıyor işte “ yunan “ diye.

yunan = hain düşman, kahpe Bizans, kötücül halk olarak şırınga edilmiyor mu
- habire – bize, hepimize.
sonuç itibariyle çok da kardeş olamıyoruz bir şekilde.
sempatimiz ancak idare eder düzeyde.
yani düzeydeydi!
düne kadar benim için böyleydi.
gözümde hepsi,
annem “ aman kavga etmeyin bak “ dediği için oyuncaklarımı paylaşmak zorunda olduğum,
ama aslında arkamdan çok kötü konuştuklarına inandığım komşu çocuklarıydı.
ama artık değil.
değiller.
onlar ciciler.
kardeşler.
her şeyler.
16 yaşında bir çocuk öldü diye çıkarttıkları isyanla,
- hani neredeyse darbeye varacak olay –
orduya “ tankları çıkartırım “ falan çektirecek kadar dik durmalarıyla
benim için onlar artık küçük birer modeller.

evet modeller.
kendi milletimiz şu an o denli apolitize ki,
biz herkesi kendimiz gibi sanıp,
çocuğumuz falan olursa ilerde,
“ model “ diye 68 kuşağından,
woodstocklardan filan dem vururuz diye kuruyorduk.
oysaki hiç gerek yokmuş.
yunanistanda model çokmuş.
“ insan “ olan,
hala gençlerinin sebepli sebepsiz sokak ortasında kurşunlanmasına,
ses çıkarabiliyormuş da, inatla.
cam kapı indirebiliyormuş.
“ bir kişi için dünyayı yıkarım “ diyorum diye:
1- sevgilim
2- annem
3- babam
4- bilimum arkadaşlar
5- …..
6- ….
biçiminde sonsuzca uzatılabilecek bir liste tarafından,
deli,
anarşist,
aykırı, sorumsuz vs vs filan ilan ediliyor olmama,
“ ama doğrusu buuuu “ diye şaşırmam normalmiş demek.
ben normalmişim!

“ amannnnnnnn ne elde edeceksin ki canııımmmm.. “
diye susturulup oturtulmak bir bana ağır gelmiyormuş demek.
ağlaya ağlaya uçağa binip,
gidip komşularıma sarılasım geldi.
ilk kez.

tatil boyunca buralarda değildim.
yani istanbulum’ daydım tabii ki ama,
blog civarında değildim.
bütün yıl bana emanet bir çocuk gibi başından kalkamadığım,
kaldırılmadığım bilgisayar imgesi,
zavallı kulunuz 1-2 gün tatil bulunca,
beni 1.000.000 birim güçle itiyor tabi haliyle.
ne bloğa bakabiliyorum ne maillere.
oyun oynama işini de Play Station 3’ le hallettiğimden
- bu sıralar GTA 4 -
bilgisayar öyle pek de kurulamıyor dizlerimin üstüne.

ne yaptığıma gelince.
uzun uzun anlatınca sıkılıyorsunuz biliyorum.
o yüzden ufak bi özetle geçiştiriyorum.
cumartesi çalışıp,
çıkışta arkadaşlarla buluşup AROG’ a gittik.
beklentim fazla yüksek
ve cem yılmaz’ a olan düşkünlüğüm fazla aşırı feci olduğundan olsa gerek,“ o kadar da “ beğenemedim.
eğlenmesine eğlendim,
çekim kalitesine filan eyvallah dedim mi?
dedim.
ama 4-5 espri dışında çok da koltuklara gömülemedim.
gözlerimi kurulaya kurulaya gülemedim.

eve gelince sağda solda,
“ bu filmi beğenmeyenler gitsin recep ivedik’ i izlesin,
anlamazsınız siz zaten iyi filmden “ yorumlarını görüp iyice sinirlendim.
“ yavrum sinema bilgimle döverim ben seni “ demek istedim ama,
böyle bi odun için üyelik alıp,
yorum yazıp onaylatmaya filan üşendim.
onun gözünde film o çünkü.
bildiği tek yazar-yönetmen cem yılmaz.
anlayıp gülebildiği,
göklere çıkarabileceği tek film AROG.
hmmm ben bu kendime yaptığım tanrıyı eleştirenleri aşağılamak için naparım naparım diyor,
evet en iyisi recep ivedik filan sayıklayayım da,
çok üst,
görgülü,
aristokrat insan sularında kalayım diyor.
diyebiliyor.
hıyar işte.
çok pardon.
ama kendisi bir hıyar.
söylemek zorundayım.

bunlar dışında
- yani rutin gezmeler ve vatandaşın zır cahilliğini bilgelik sanmasına mütemadiyen sinirlenmeler dışında -
kah akrabaları ziyaret ettim,
evlerinde kaldım,
çaylarını içtim,
muhabbetleriyle demlendim,
kah sevdiklerimiz bize geldi,
başımızın üstündedir yeriniz dendi,
kah evde kah dışarıda,
bol film izlemeli,
bol gülüşmeli,
bol kedimi mıç mıç sevmeli bir bayram geçirdim.
hepinizi özledim.
de diyebilirim.