3.02.2010

kış, soğuk, Salinger..

bir kaç gündür ara ara yazdığım ama bir türlü yayınlayamadığım notlar..

sonunda, huzurlarınızda..

***


bilgisayarımızı ilk açtığımızda ne oluyor?
programlar birden değil de,
yavaş yavaş ve belli bir sırayla açılıyor.
insan da bence aynen böyle..
uykudan uyandığında belki önce saniyenin onda biri kadar süren bir boşluk yaşıyor,
bir " tabula rasa " hali.
reset atılmış gibi..
sonra " en önemli " şeylerin bilincimizde belirmesi.
kim olduğumuz gibi,
o an nerede olduğumuz,
kimin yanında bulunduğumuz gibi.
daha sonra o gün günlerden ne olduğunu ve ne yapmamız gerektiğini hatırlıyoruz.
işgünüyse acil şekilde lavaboya koşup hazırlanmamız gerektiğini,
iş günü değilse ve acil bir işimiz de yoksa,
1-2 dakika daha tembellik edebileceğimizi,
yatakta şımarıkça kıvrılabileceğimizi biliyoruz.

bir de akşamdan bir şey düşünerek uyuduysak,
sanki hiç uyumamışçasına,
programlanmış ve suratsız uyanıyoruz.
en azından ben öyle oluyorum.
dün gece örneğin..
" İstanbul’ un yüksek kesimleri " diye tabir edilen bölgelerinden birinde oturduğumdan
ve sitemizin bahçesi 1 günlük kar yağışıyla dahi bir Uludağ havası yakaladığından,
daha en başından yatağımıza endişeler içinde yattık.
sabah araba çalışacak mı,
çalışırsa yerler buzla kaplı olacak mı,
zincirimiz yok,
ilerleyebilecek miyiz vs vs sorularıyla her zaman kalktığımızdan yarım saat daha erken kalkmaya karar verdik.
tabi, her zaman kalktığınız saat 06:30’ sa ve siz bundan (dahi) 30 dk önce kalkmaya karar vererek yastığa başınızı koyuyorsanız,
doğal olarak sağlıklı bir uyku çekemiyorsunuz.
çok çok erken kalkmalıyım,
sabah da zıpkın gibi olmalıyım,
evden hızlı çıkmalıyım telkinleriyle uyumaya çalışırsanız,
kendinizi tam bırakamıyorsunuz.
tetikte, bölük-pörçük bir bir şeyler yaşıyorsunuz,
artık adına ne deniyorsa –uyku olmadığı kesin,
ve sabah da doğal olarak tatsız oluyorsunuz.


******

şimdi biz sabahları şöyle yapıyoruz.
bir noktaya kadar arabayla gidiyoruz.
çünkü öyle yapmak zorundayız.
evimiz toplu taşıma araçlarına biraz uzak
ve yürümek çok manasız.
arabayı nispeten güvenli olduğuna inandığımız bir sokağa bıraktıktan sonra,
trafikten etkilenmeyen bilumum toplu taşıma araçlarına dağılıyoruz,
tramway-metrobüs-vapur vs gibi.
çünkü her sabah her sabah arabayla İstanbul trafiğine kafa tutmanın akıllıca olmadığını biliyoruz.
yel değirmenlerine karşı savaşmıyoruz.
akşamüstü de herkes farklı araçlarla arabayı bıraktığımız yere geliyor ve evimize dönüyoruz.

şimdi bu arabada buluşma hali önemli.
biri diğerinden 5-10 dk önce gelirse arabaya binip onu bekliyor.
bu arada iki tarafın da birbirine söyleyecekleri oluyor.
bunlar bazen gün içinde yaşadığımız komik olaylardan
ya da eve giderken uğramamız gereken yerlerden bahsetmek şeklinde söze dökülüyor.
o an, her ikimizin de nasıl bir enerjide olduğu çok önemli.
ikimiz de neşeliysek, sorun yok..
aaa özlemişiz birbirimizi filan diyip güle oynaya eve gidiyoruz.
birimizin sorunu varsa ama diğeri huzurluysa,
bir şekilde olayı dengeliyoruz,
çok keyifli olmasa da sessiz bir akşam geçiriyoruz.
iki tarafın da keyfi yoksa,
işte o zaman konuşmaya hiç başlamamak en iyisi,
biliyoruz.

benim en fena olduğum durumsa şu:
diyelim çok yorgunum.
arabayı bıraktığımız sokağa giriyorum,
ışıklarının yandığını görüyorum.
ohhh o benden önce gelmiş,
beklemeyeceğim, diyorum.
kendimi bi an önce arabaya atıp,
sevdiceği öpüp,
1 sn içinde dertlerimi dökülmeye başlamak istiyorum.
ve tam o sırada sevdicek sakin bir şekilde,
önemli bir sorun dile getiriyor.
o zaman ben yer altındaki çok gizli karanlık dehlizlere çekiliyorum sevgili okur!
gücüm bitiyor ve kara delikler içinde kayboluyorum.
çünkü gün sonunda yeni bir problemi kucaklayıp-kapsamını algılayıp-çözüm üretebilecek durumda olmuyorum.
o-la-mı-yor-um.
bitti.
nokta.
sessizliğe ve umutsuzluğa gömülüyorum.

dün de benzer bir şey yaşanıyor.
tam büyük cuma stresini atlatmanın verdiği hamurumsu kıvamda kendimi koltuğa yerleştiriyorum ki,
sevdicekten o meşum cümle geliyor:
-arabanın motorundan tuhaf sesler geliyor. az önce rölantideyken neredeyse stop edecekti!

söyleyecek söz bulamıyorum çünkü:
1-) arabadan hiç anlamıyorum. sorun ne olabilir kestiremiyorum
2-) sorunu kestiremediğim için maliyeti de kestiremiyorum. özellikle "motor arızası" gibi ciddi konularda servise girildiğinde, konuyu iyi anlamıyorsanız küçük bir servet ödemeden arabanızı teslim alamayacağınızı biliyorum. şunu da taktık, bunu da değiştirmek gerekti, bilmem ne başlarıyla bilmem ne kayışları uf olmuş filan derken faturayı epey kabartacaklarını kestirebiliyorum.
3-) problemin ne olduğunu bilmediğimden, hemen o an müdahale gerektirip gerektirmeyeceğini de tahmin edemiyorum. acaba mevcut sorun, anında servise gitmemizi gerektirir mi diye derin hüzünlere gark oluyorum. çünkü bi an önce eve gidip banyo yapmak, yemek yemek ve rahatlamak istiyorum.


tüm bunlar saniyeler içinde aklımdan geçerken sevdicek de beklenti dolu bir suratla bana bakıyor.
sanki benim hadi hemen götürelim ya da yarın uğrarsın bi baktırırsın bakalım filan dememi bekliyor.
ama ben o an benden beklenen kararı verecek yetkinlikte değilim.
içimden gelen sesi dinliyorum.
hadi eve, diyorum.
biraz kullanalım, daha kötü olursa baktırırız.
belki kendiliğinden düzelir..
eve gidiyoruz.
bu sabah kalktığımızda hop yine aynı sesin devam ettiğini görüyoruz..
zaten araba organik bir mekanizma olmadığından,
" kendiliğinden düzelme " savının mantıklı olmadığını biliyoruz,
ama yine de geceden sabaha arabanın düzeleceğini umut etmişiz de,
bu gerçekleşmeyince hayal kırıklığına uğramışız gibi,
aşağıya doğru kıvrılmış küskün dudaklarla birbirimize bakıyoruz.
ve an itibariyle hala bu konuda karar verememiş bulunuyoruz.


*********


aradan ( benim hala yazımı yayınlayamadığım ) 3 gün daha geçti..
kardan buzdan kurtulduk derken,
yeni bir " dalga " için bu sabah da beklemedeyiz.
arabanın motorundaki tuhaf ses gerçekten de kendiliğinden düzeldi.
ancak galiba bu sefer de egzoz patlak, hatta kesin gibi.
soğuk havalar için yegane önlemimizse antifreezli silecek suyu satın almak!
zincirimiz de var artık bagajda ama ne takmayı biliyoruz ne de işe yarayıp yaramayacağını..

ben üşümeyi sevmiyorum..
dışarı adımımı her attığımda buz gibi bir rüzgarın yüzüme çarpmasını da..
üzerimizde tiril tiril kıyafetlerle aylak aylak dolaşırken, güneşin tenimizi sıcacık yaptığı,
güzel yaz akşamüstlerini özlüyorum..
bu yüzden de şu sıralar " depresyondayım, yaklaşmayın " modunda geziyorum..
ve tam bu karanlık havamın üzerine bir de J.D.Salinger’ ın öldüğünü öğreniyorum..
içimde tuhaf bir acı kımıldanıyor.
sokak ortasında karnımdan vurulmuş taklidi yapıyorum..
göller buz tuttuğunda ördeklerin nereye gittikleriyle ilgili meraklanıyorum sonra..

Salinger’ ın büyümesine yardım ettiği,

dünya üzerine kendi dünyasında yaşamaya mahkum halde dağılmış bütün Holden’ lara selam çakıyorum!