28.02.2014

Arthur sevgisi ve işkencesi..

 
ev içinde kendi çapında bir olayımız vardı bugün.
sevgili kediciğimiz Arthur daha taşınırken aldığımız salondaki yeni koltuğa küçük tuvaletini yaptı (en kibar bunu buldum )

üstelik yataktan yeni kalkmışım,
yiyecek bir şeyler hazırlamışım,
salona bir geldim bu pırrr diye kaçtı gitti.
tamam dedim kesin bir halt yedi!
bir baktım koltukta çiş ( çiş müdürüm affedersin )

ne yapacağımı şaşırdım!
çoook eskiden bir kere yatağa yapmıştı,
onu temizlemek çok zor olmuştu,
o yüzden yatak odamızın kapısı 24 saat kapalı tutuluyor o günden beri.
bu da kış günleri cam da sık açılamadığı için rutubete neden oluyor.
o da yatak odasındaki bazada bulunan tertemiz yıkanmış kaldırılmış nevresimlerin,
kıyafetlerin vs her şeyin rutubet kokmasına.
öyle de pis bir şey ki yıkasan da gitmiyor.
öncesinde havalandırman lazım.
eski evde zaten bu dertten muzdariptim,
buraya taşınırken tüm nevresimler tüm kıyafetler hatta tencere tutacakları bile evde yıkanabilecek ne varsa yıkandı.
yastıkların içleri bile açılıp havalandırıldı.
( kaz tüyü ve ortopedik olmayanlar )
ve çok uğraştırıcı, günler süren bir iş oldu bu.
geçen gün bir de ne göreyim,
bu evde de sürekli kapıyı kapalı tutmaktan yatak odasının tavanında ufak noktacıklar oluşmaya başlamış!
şu an başlangıç aşamasında ama görünce dellendim tabii.
bugün de bu çiş işi eklenince!

sabah sabah kaldım mı başımda koca bir dertle!
eski deri koltuklara yapmıyor bunu.
kumaş ve yumuşak olunca yapmaya karar vermiş herhalde.
silsem mümkün değil içim rahat etmez çünkü altlara doğru gitmiş olabilir sen üstten sildikçe.
eve gelip koltuk yıkayan tipler de benim psikolojim için zararlı.
çünkü eve giren her türlü çalışan ( özellikle kirli veya zararlı olabileceğine inandığım şeyler taşıyanlar ) bana travma yaşatıyor.
temizlikçisinden muslukçusundan uyducusuna kadar.
hele ki bu yıkamacılar,
şimdi kimyasal maddeleriyle gelecekler,
yıkanan koltuk dışında parkeydi diğer koltuklardı perdeydi duvardı her yere sıçrayabilir o püskürttükleri şey.
onlar "tamam bitti işimiz" diye gittikten sonra ben en az 3 saat arkalarından kurula-sil-süpür yapmalıyım!
ne zaman gelebilecekleri vs de soru işareti.
 
neyse bir kaç firmayı aradım,
takım olarak yıkıyorlarmış koltuğu beyefendiler,
fiyatı da 130-150 TL civarı!
hem travma yaşayacağım,
hem bir sürü para bayılacağım.

aklıma ablam geldi.
onların köpeği de bir kaç kez bu vukuata imza atmıştı çünkü.
o da ilkinde yıkamacı çağırmış memnun kalmamış.
sonrakinde annemin halı yıkama makinesiyle yapmışlar,
"zaten adamlardaki makine de bunun aynısı,
sadece büyüğü,
hiç para verme hem kendiniz daha temiz yaparsınız" dedi.
aradım annemi ben de.
" iyi gelin akşam hem yemek yeriz dönüşte de makineyi götürürsünüz " dedi.
yemek dönüşü gecenin 23:00'ünde koltuk yıkadık.
komşular kulaklarımızı çınlatmıştır ama bir gün daha duramazdı o şekilde.
sevdicek vakumlama kısmını yaptığı için onun da olması gerekiyordu evde.
neyse hallettik bu şekilde.

ama bugün ilk kez ciddi ciddi bu kadar sevdiğim, evladım gibi oldu dediğim Arthur'u vermeyi düşündüm.
yani sanki hayatımı karartan bir varlıkmış gibi göründü gözüme.
sürekli tüyünü eve saçılan kumlarını temizliyorum zaten,
hadi ondan şikayet etmiyorum diyelim.
ama yatak odasının rutubet yapması
ve artık koltuğa da çiş yaptığına göre salonun da sürekli kapalı tutulması zorunluluğu doğması
"evi biz mi kullanıyoruz Arthur mu " noktasına getirdi sonunda beni.
zaten tüm ev her şey ona ayarlı.
bilmiyorum ilk kez bu kadar yorulduğumu ve sıkıldığımı hissettim.
 
sonra sevdiceğe telefonda " söyleyelim veterinerimize sahiplendirme yapsın, cins kediyi ücretsiz alacak biri bulunur " filan derken birden içime ayrılık acısı da çöktü mü!

akşama kadar ağla dur!
nasıl ayrılacağım ağlaması!
ama bir taraftan da evin içinde sürekli kapıları kapatan,
sürekli koltukları gözetleyen biri olarak yaşarsam psikolojim bozulacak düşüncesi!
bütün gün başım ağrıdı hala da geçmedi!
annemlerin yanında filan da açıldı konu,
verirsen ölür Arthur diyorlar.
çünkü çok narin ve bizim bakımımıza alıştı.
çok çekingen filan.
bilmiyorum ama kendimi de çok yorgun hissediyorum.
 
 

21.02.2014

bi mesele vardı.. halledemedim..


merhabalar,
ben (evet sinema hastası ben) uzun zamandır baş dönmelerinden sinemaya gidemiyordum biliyorsunuz.
en son -anlatmış mıydım hatırlamıyorum- sevdicekle kavga ettiğim bir gün gitmiştim bir filme.
evde epey tartıştık sonra olmasından en nefret ettiğim şeylerden biri oldu,
kavga "susma aşamasına" geldi.
bizim bazı kavgalarımız böyle oluyor ve bu "susma" olayı çok uzun sürebiliyor -2 gün bile.

ben de yine öyle olacağını düşündüm o gün
ve dayanamayıp dışarı çıktım.
çıktım da çıkar çıkmaz ayağımda o günlerde mevcut olan bir yara acımaya başladı.
zaten başım da dönüyor mümkün değil yürüyemeyeceğim!
gurura mok sürdürmemek için eve de dönemiyorum!
bir taksiye atlayıp alışveriş merkezine gittim
orada da mağaza filan gezemeyeceğimden Düğün Dernek filmine girdim.
en azından Türk filmi altyazı filan okumazsam çok dönmez belki başım dedim
ve son yarım saat başım çok ağrısa da dayanabildim.
bir de ben çok seviyorum şu Ahmet Kural ve tayfasını.
çok komik geliyorlar bana.
sonuçta o filmi bir şekilde izleyebildim.

bugün öğleden sonra sevdicek aradı akşam sinemaya gidelim mi,
bizim arkadaşlar gitmiş beğenmiş dedi.
tabii yine ben dayanabileyim diye Türk filmi tercih etmişti: Bi Küçük Eylül Meselesi.
"tamam, duramayabilirim ama, çıkabiliriz" filan diye uyardım,
o da tamam dedi.

işten gelince alışveriş merkezine gittik.
önce yemek yedik sonra filme girdik.
görüntüler filan epey aydınlık olduğundan seyredebildim.
-karanlık, aşırı gürültü, karanlıkta alt yazıya odaklanmaya çalışma gibi durumlar baş dönmesini arttırıyorlar-
öyle ahım şahım bir film miydi?
yoo bence değildi.
ama güzel Bozcaada görüntüleriyle filan geçti gitti işte.

ben pek dizi izlemediğimden,
Farah Zeynep Abdullah'ı ilk kez seyrettim,
annem de hep överdi bu kız çok yetenekli diye,
o yüzden biraz da merak ederek gittim.
ama -beklentim de yükseltildiğinden midir nedir- kızın oyunculuğunu hiç beğenemedim.
o his bana geçmedi,
yapmacık kaldı sanki.
esas oğlanla aşk sahneleri "ahhh o güzel aşk" duygusunu hiç vermedi.
hani aşk filmlerinde kızla oğlan hep kavuşsun isteriz ya,
ayrıldıklarında gözyaşı dökeriz filan,
burada filmin başından itibaren "ayrılsalar da oluuuur birleşseler de oluuuur. Bozcaada süper yalnız, denize girmeyi özledim, domates reçelinin iyisini İstanbul'da nereden buluruz acaba? " düşünceleri içindeydim.

bu filmin notu en fazla 5 olabilir kanımca.
o da ada hatırına.
kızın filmin başlarındaki bazı hallerini kendi eski halime benzettim yalnız.
gereksiz şımarık ve iticiymişim diye moralim bozuldu.
ben de dışardan o kadar rahatsız edici mi bulunuyordum acaba?
neyse düşünmek istemiyorum.
çünkü benim o hallerim sevdicekten sonra değişti,
epeyyy değişti.
ama düşünüyorum da onunla tanışmasam,
böyle bir aşk yaşamasam her şey çok farklı olurdu herhalde.
ben o halimi sürdürürdüm,
sonunda da çok yalnız ve mutsuz biri olurdum.

şu andaysa "yalnız değil ve mutsuz" durumdayım :))
ama sebebi hastalıklar tabii ki.
neyse o konuyu tekrar deşmeyeyim şimdi.

bu arada sağlık deyince sevdicek de 31 Ocak'ta ameliyat oldu,
solunumla ilgili,
işte hem sinüsler temizlendi hem et polip bilmem ne gibi sorunlar giderildi.
bir gece kaldık hastahanede,
iyi geçti,
2 gün sonrasında dışarıdan ameliyat olduğu bile belli değildi hatta.
ama iç kısımda yaralar vs hala tıkanıklık var tabii.
şöyle " ben artık rahat nefes alabiliyorum " diyeceği günü öyle iple çekiyorum ki.
 
bu aralar Hakan Günday'ın Daha'sını okuyorum.
başlarken tam sarmamıştı,
"bu sefer yazamamış galiba, aceleye mi gelmiş nedir?" falan demeye yeltenmiştim
ama yine kanıma girdi,
kıvama geldi.
henüz bitirmedim ama şu an okuduğum sayfalar tam tadında yani.
yine altını çizme alışkanlığım depreşti.
aslında kitabı alalı epey oldu ama yavaş ilerleyebiliyorum.
çünkü eş zamanlı Game Of Thrones serisini de okuyorum.
biraz ondan biraz bundan derken başı dönen hayat gibi ancak bu kadar ilerleyebildi.

çok yazdım sanırım artık gönderme zamanı geldi.
elimi yüzümü yıkama-makyaj temizleme vs işlerden oluşan ritüelimi yapmak için banyoya gitmeliyim şimdi :))