30.01.2009

zavallı likelife..

- sonradan eklenen önsöz
-aşağıdaki yazımve daha bir çoklarından anlaşılacağı gibi,ben akp' den zerre kadar hoşlanmayan biriyim..
defalarca da eleştirdim..

ama bozuk saat misali bugün bir kez olsun doğruyu gösterdiler..
daha doğrusu Recep Tayyip Erdoğan gösterdi..
diplomatik açıdan kullanılan üslup,evet rezalet..

uluslararası ilişkiler bakımından etkileri korkunç olabilir..
olayı mahalle kavgası - kahvede okey oynarken tartışma zeminine indirgemiş de olabilir..
ama özünde doğru bir tepki göstermiştir.
birleşmiş milletleri bile takmayan,okulları,camileri,sivilleri vuran israil' de,bu olayın sorumluları bulunup çoktan lahey' de yargılanmalıydı..
tabii ki israil halkı düşmanımız değilve anti semitizm en büyük barbarlıklardan biri..ama filistin' de bu katliamları yapan,kadın çocuk demeden binlerce sivili öldüren israil yönetimi,bu olaylardan hiçbir ceza almadan sıyrılmamalıdır..
uluslararası düzeyde yaptırımlar uygulanmalıve böyle bir vahşetin tekrar yaşanmayacağı garanti altına alınmalıdır..
ama..dünya bunların hiçbirini yapmayıp,bir de bu acı dönemin liderlerini davos gibi barış ruhu ön planda bir platformda dakikalarca konuşturursa,birileri de buna tepki verir..
ağır ve usulen yanlış bir tepki olabilir..ama haklı bir tepkidir..
başbakan doğru saati göstermiştir..
- önsöz bitti -efenim..
şimdi yapı itibariyle ben biraz şımarık sayılabilirim..
yani az da olsa..
kendimi dünyanın merkezi,
en güzel kişisi,
zeka kumkuması falan gibi görüyor olabilirim
bazen..
özgüven patlamasından çat çat çatlayan bir karpuz gibi olabilirim,
“ halkımın “ arasına düşünce mesela..

kendi dünyandaki bu çarpık inançlarının gerçek dünyada karşılığı var mıdır? deseniz..
elbetteki yoktur..
vardır da..
yalnızca aile arasında..
“ prenses kızımız, kraliçemiz “ filan durumlarında..
onun dışında adriana lima filan değiliz..
bildiğin kız işte..
- dışarıdan -

ama ben bu konuda yine de fikirler üretir miyim?
evet!
matah bi şey olmadığımı bilmeme rağmen,
kıymetlinissss olduğuma inanır mıyım mütemadiyen?
evet!
bir poh poh da poh poh,
iç dünyamda..
tek bi konu dışında..
siyaset..

siyaset mevzubahis olunca,
kendimi tam bir zavallı gibi hissediyorum..
evet zavallı!
dilediklerini hiçbir zaman elde edemeyeceğini bilen,
arada bi “ ilgilenmiorum ben türkiyeyle “ diye küsen,
yine de kürkçü dükkanı misali memleket meselelerine dönen bir zavallı..

an itibariyle küçük kıvılcımlar var içimde..
Kılıçdaroğlu başkan adayı oldu diye…
seçilemeyeceğini adım gibi bildiğim halde,
yine de bu adaylık aklıma geldikçe gülümsememde zavallılığım..
içlerinde yaşayıp her gün yüzlerini gördüğüm insanların,
elbette bir gün büyük bir aydınlanmayla yataktan kalkıp,
huşu içinde Kılıçdaroğlu’ na oy vermeyeceklerini biliyorum..

İstanbul’ u bilmiyor keh keh diye,
göbeğini kaşıyan adam eleştirisinden öteye gidemeyen insanCIKların,
- manken var, mankencik var -
ya da hayatta bazı şeylere asla kafası basmayacakların,
kendi kendilerini yönettiği bir ülkede yaşıyorum..
- cumhuriyet halkın kendi kendini yönetmesidir, tabi. -

Deniz Feneri gibi,
ucu biz “ Kemalist elitistler “ tarafından değil,
taaa Almanyalarda neyseki var olan dürüst savcılar tarafından ortaya çıkartılmış,
ama esas soygunun Türkiye’ de olduğu belirtilmiş “ koskoca “ bir skandalda dahi,
bırakın adı geçenleri içeri tıkmayı,
görevden bile alamamış yönetimlerden söz ediyoruz.
evet bu ipin ucu!
gerisini siz getirin.
bu yönetimleri hala %47 ile gönülden destekleyenleri,
alkışlar ve gözyaşları içinde peşlerinden gidenleri,
gidebilenleri,
siz düşünün.

bu konjonktürde,
benim ve benim gibilerin istediklerinin asla gerçekleşmeyeceğini bilmesi,
buna rağmen hala umut etmesi de bizim zayıf tarafımız..
olsun!
bu duruma düşmeyi göze alıp sevineceğim ben yine de..
oyumu ilk kez güle oynaya ve gözüm kapalı vereceğim,
dürüst,
insan,
hatta harika insan Kılıçdaroğlu’ nu,
“ olur tartışalım “ derken ki munis suratını düşünerek keyifle destekleyeceğim.
oy kullandığım küçük kabinin perdeleri arasından,
tam o sırada güneş ışığı gibi bir şeyler yükselecek belki..
siz göremeyeceksiniz..
ama ben güleceğim…

- ama o istanbul’ da yolunu bulamaz..
- sen bulabiliyor musun? bu arada memleket neresiydi?
- xxx
- istanbul’ a geldiğin yeri düşününce, sen de pek İstanbullu sayılmazsın hani.
- ama ben 10 yıldır burada yaşıyorum..
- o da 12 yıl yaşamış… üstelik İstanbul milletvekili kendisi..
- olsun ben atar tutarım.. ben başka..
- ahkam kesmek için çok yüksek tahsil falan yaptın herhalde?
- tabii. yüksek ilkokul diplomam var.
- hmm aferin.. mail atabilio musun?
- neyy?
- boşver..
- o değil de bu adamın geçmişinde bi şey olmadığını nerden biliyorsun?.. herkese bok atıo da..
- %47 oya ve bütün kadrolara sahip 7 yıllık hükümetin her yolsuzluğuna tek başına savaş açtığı halde, hala sakız çalmaktan bile ceza veremediler kendisine.. adalet bakanlığı, maliye bakanlığı, içişleri vs bütün imkanlar emirlerinde ama nokta kadar suç bulamadılar ona hala.. buradan biliyor olabilirim..
- kesin ilkokulda kopya çekmiştir..
- ….
- zaten Tuncelili!
- ee.. bravo yani.. ne zaman suç olmuştu bu?
- kılıçdaroğlu aday olduğunda..
- anladım..
- ben zaten demokrat adamım.. statüko şeysine oy vermem..
- demokrasi evet.. basına ve düşünce özgürlüğüne düşman olmayı da barındırıyor mu o demokrasi.. boykot filan?
- basın çok konuşmasın!
- peki halk? çiftçi?
- konuşmasın.. anasını alsın gitsin..
- mehmetçik?
- konuşmasın.. askerlik yan gelip yatma yeri değil!
- türbana siyasi simge diyorlar?
- velev ki simge… ulema konuşsun, halk konuşmasın..
- kimse konuşturulmayınca demokrasi tam oluyor galiba..
- yooo konuşmak serbest.. alt tarafı ergenekondan yargılanırsın..
- hmmm.. oy vermeye gidelim o zaman..
- tamam ama ben gecikeceğim..
- neden?
- 3 çocuğun yapımını bitiremedim daha kah kah kah ahı ahı ahı..
- tabii.. elzem.. bu arada maaş ne kadardı?
- askeri ücret..
- asgari.. neyse… hanım ne kadar kazanıyor?
- evde o…
- çocuklar? açlık?
- hükümet sağ olsun sadakamızı veriyor.. kömür olsun, nohut olsun esirgemiyor..
- müthiş bittabi! ben gidiyorum o halde..
- oldu.. akşam bizim partinin galibiyetini kutlamaya gel..
- galibiyet? maç = politika? neyse gelirim.. kal sağlıcakla(!)..

PS: film görüşlerim bir dahaki yazıya kaldı..

28.01.2009

biraz daha...

benjamin button' ı da izledim..
the wrestler' ı da...
bi de pride and glory..
hepsini yazacağım...

ayrıcaaaa...
lost başladı canlar..
öyle mutluyuz ki :)))

21.01.2009

twilight, ilişkiler.. ve bir kaç film daha..


ayrımcılık yapmaya epey hevesli olduğum günlerden biriydi:
cumartesi.
çalıştırıldığım için epey hiddetliydim.
migrenim tutmuştu.
hayatta özlediğim ve beklediğim tek şey haftasonu,
o da baş ağrısı çekmekle mi geçecek duygusundan ağlamaklı vaziyetteydim.
kısacası duygusal olarak manipüle edilebilirdim.
ve edildim.
bir film tarafından : Twilight.

çok okunan serinin ilk kitabından hareketle çekilmiş film.
iş özünde sıradan bir vampir filmi gibi gözükse de,
değil.
keşke birkaç tutam sarımsak sallayıp,
haçlar gösterdiğimiz vampirlerin kalbine kazık saplayarak salondan çıkabilseydik.
klasik aksiyon dozumuzu alıp,
şırıngalarımızı diğer toplumsal uyuşturucularla doldurabilseydik.
lakin yapamadık.

çünkü bu değildi film.
bir kere dingindi.
su gibi.
sakin, içine kapanık bir kızın,
kafasının içindeki boşlukta yüzdük bir süre.
annesi babasından ayrıldıktan sonra tekrar evlendiği için
ve bu adamın peşinden dünyayı gezmeye karar verdiği için,
Arizona’ nın sıcaklığından,
buz gibi küçücük Forks kasabasına taşınmak durumunda kalan Bella’ nın kafasındaki boşlukta.
ergenlik sorgulamalarının boş vermişliğe göz kırptığı bir gündönümünde belki,
onulmaz iç sıkıntısı.

ve bu sıkıntıların arasından birden güneş gibi doğuveren,
adeta topraktan fışkırırcasına hayatına girmekte bir beis görmeyen,
topaz rengi gözleri,
elmas teniyle Edward.
bir prens mi?
belki!
sadece herkes gibi olmadığı belli.

sonrasıysa herkesin bilmediği gibi.
alışılanın dışında.
çocuğun başka bir yaratık olması,
filmde sadece bir detay sanki.
onun “ asla birlikte olunmaması gereken biri “ olduğunu anlatan bir detay.
filmin asıl büyüsü,
asıl cümlesi,
gözlerimiz önüne serilmiş Romeo tarzı aşkta gizli.
tek bir erotik sahne olmadan,
bize tüm hücrelerimizle hissettirilen tutkuda gizli.
evet,
bu bir aşk filmi.
ama uğrunda çok fazla fedakarlıkların yapılmasının gerektiği bir aşkın filmi.
“ asla ayrılamayız, sakın böyle şeyler söyleme bir daha “ nın filmi.
yüce ya da kutsal,
adına ne derseniz,
ama artık kaybolmuş olan,
tensel dürtülerin ötesindeki aşkın,
aslında nasıl da çıldırış biçiminde yaşanabileceğinin filmi.

2 çift halinde izledik “ ibret belgesini “.
ben bayıldım.
sevdicekse film biter bitmez şunu söyledi:
- hayatımda bu kadar sıkıcı film görmedim. çok kötü olmuş. di mi?
- ( ben ) : kötü mü?
- evet ya doğru dürüst vampir filmi desen değil, aşk filmi desen değil.
- efendim?
- evet! aksiyon sahneleri filan rezalet değil miydi? aynalı odadaki kavga hele, sefildi!

- ( diğer çiftin erkek olanı ): evet abii ya.. ne biçim film yapmış adamlar.
- ( diğer çiftin dişi olanı ) : sen de mi beğenmedin?
- yok yeaaaaa.. ne beğenicem.. bence bütün Amerikalılar salak!
- nedenmiş o?
- abi bu film nasıl izlenme rekoru kırar? baksana filme..

- ( ben ) : saçmalamayın Allah aşkına, mükemmel bir filmdi!
- ( dçdo) : evet müthişti bence de! o kadar etkilendim ki akşam bu film kesin rüyama girer benim
- ( ben ) : yani.. hala büyüsündeyim resmen.. nasıl bir atmosfer, nasıl bir tutku, şefkat, aşk, şövalyelik ruhu..
- ( dçdo ) : çocuğun kıza bakışları yeter ya! ben o kadar aşk filmi izledim, uzun zamandır bu kadar inandırıcı, derin, sakin bir aşk görmemiştim.
- ( ben ) : di mi? o bakışlardaki hem korumak istiyorum, hem yanımda olsun istiyorum diyen hayranlık? o ifade…

- ( sevdicek) : baydı beni resmen film ya. blade ne güzeldi. hiç vampir filmi gibi değil bu..
- ( ben ) : zaten bu bi vampir filmi değil.. offff yaa…
- ( dçdo ) : ayyyy çok güzeldi yaaa…. ağlıycam nerdeyse ben…
- ( sevdicek ) : ahahahaha… olm şaka yapıo bunlar bize… kekliyorlar kesin..
- ( dçeo ) : tabiyy yaaa!!!.. bak şimdi bak gülmeye başlayacaklar bence..
- ( ben ) : ne keklemesi! esas siz şimdi cidden hayran olmadınız mı oradaki aşka!
- ( ikisi birden ) : yoooooooooo… çok kötüydü film, evet rezaletti.. tabi canım.. öyleydi… bi de böyleydi.. şuydu muydu…

sonuç…
kızlar beğendi,
erkekler beğenmedi gibi..
ama film kız filmi mi?
değil..
tam tersi..
fakat ben vampir filmine gidiyorum diye gidersen sevmezsin tabii..

“ erkekler “ kendi aralarında konuşmayı şu şekilde devam ettirdi:
- bizim kızlar da bize iyice öküz muamelesi yapıyor ha! sanki biz aşktan anlamıyoruz..
- hiç!
- adam gibi aşk filmi olunca biz de etkileniyoruz herhalde..
- tabi. o zaman ne biçim romantik oluyoruz..
- bulmuşlar bizim kadar romantik çocukları bi de beğenmiyorlar..
- diğer türk erkeklerini tanımıyorlar ki..
- rahat batıyor.. al bundy yerine konuluyoruz resmen!
- halbuki biz onlardan daha bile duygusalız… mesela benim gözlerimi yaşartabilmiş bir filmdir Issız Adam..

sakın ha! diyorum,
orada duruma müdahale ediyorum..
bu ıssız adam sığlıklarına girersek çıkamayız biliyorum.
hele bu kutsal aşkı,
kadın peşinde koşma-1 aylık sevgilisinin yanında kalma açmazlarının seviyesine indirgemek,
hiç yakışmaz diyorum ve onları markete yönlendiriyorum..

az sonra bize gideceğiz zira..
hazırlık lazım..
abur cubur içki miçki almak lazım..
hoş,
korkunç migrenim sayesinde bi kutu hap yuttuğum için
ben ağzıma bira bile süremiyorum ama,
misafirperver olmak lazım.
giriyoruz markete..
hadi sen de romantik ol,
ben raflardan bisküvi filan seçerken,
sen bana o çocuk gibi bak filan diyorum,
dalga geçiyoruz,
“ bu vampirler de ne hikmetse hep yakışıklı oluyor “ buyuruyorlar,
“ kızlar “ olarak tespiti yapıştırıyoruz:
- filmi aslında beğendiler ama kıskanıyorlarrrrrr…

gülüyoruz,
kahkaha atıyoruz..
koşturuyoruz..
eve gidiyoruz sonra..
sohbetler,
oyunlar..
bir süre daha filmin etrafında dönüyor konuşmalarımız..
sonra Filistin,
ergenekon,
ne bulursak irdeliyoruz…
gidiyorlar..
başımda hala korkunç ağrılarla uzanıyorum yatağa…

pazar sabahı..
son hızla çıkıyorum yataktan..
günün doğmasına yakın yatmış da olsam,
pazarları kalkış saatim belli: 11.00.
ART.
Ankara Rüzgarı.
Emin Çölaşan – Mustafa Balbay.
izliyorum.
kahvaltı ediyoruz.
filmlere geliyor sıra.
Üç Maymun’ u seyrediyoruz.
Nuri Bilge Ceylan’ ın, tutkuyla sevdiği yalnız ve güzel ülkesine ithaf ettiği hani..
beğeniyoruz..
etkileniyoruz da..
planlardan,
fotoğraflardan olduğu kadar, konudan da..

sonra biraz alışveriş..
2 pantolon, 1 kazağımsı alıyorum..
eve dönüş..
yemek söylüyoruz…
bu kez Slumdog Millionaire’ i izliyoruz..
bu yılın Altın Küre’ li filmi..
insanın içini ısıtıyor..
umutlar aşılıyor…
çok, çok kötü şeyler de gösteriyor ama..
annesiz babasız sokaklarda sürünürken,
insan neler öğrenebiliyor,
ne derin aşklara düşebiliyor
ve bunları nasıl örtüştürebiliyor,
film bunların öyküsü..
bayılıyoruz..

bu yıl Oscar için de iddialı filmlerden biri bu.
bir diğeri de geçen gün izlediğimiz Revolutionary Road…
american beauty’ nin yönetmeninden,
bu kez bir dönem filmi.
ama dönem sadece filmin alt metni..
esas olan yine bozulmuş dünya düzeni
ve bu düzen içinde çekirdek ailelerin gidişi..

tek düzelik,
bunalım,
çıldırma içerikli,
aslında büyük hayaller peşinde,
incelikli insanların ne uçurumlara sürüklenebileceğinin filmi.
yine bu filmle Altın Küre’ yi almış Kate Winslet’ in,
telefon başındaki performansı takdire değer..

adayların açıklanmasına az kalmışken
ve üç maymun’ un adaylık şansı uzaklarda da olsa belirmişken,
benden sizlere öncelikli bir ipucu olsun bu küçük film eleştirileri..

belki de bir “ siz de izleyin “ isteği..

17.01.2009

sevilen.. ve merhamet edilmeyenler...

hayatımda kocamdan başka bir erkek daha var.
aşık olduğum.
uzun uzun seyrettiğim.
kapıları aralayıp gizlice ne yaptığını izlediğim.
kocam da biliyor.
ama sesini çıkartmıyor.
hatta tam tersi,
kendisini çok “ tatlı “ buluyor.
yemyeşil gözlerine,
pembe dudaklarına dayanamıyor.
üstelik onu burnundan öptüğü bile oluyor!

biricik sevgilim arthur’ dan bahsediyorum.
minik patilerine,
bembeyaz tüylerine kıyamadığım,
uyurken seyretmeye doyamadığım arthur’ umdan.
hayatımdaki yeri öyle derinleşti ki,
sözü bir şekilde döndürüp kendisine getirmediğim 2 çift lafım yok!
seviyorum,
seviliyorum ey okur!

huzurum, meleğim, beyaz rüyam diye diye okşuyorum tüylerini.
bütün günü onu özlemekle geçiriyorum.
o da usanmadan bekliyor beni kapıda.
eve girer girmez onu göreceğimi biliyorum,
seviniyorum.

ancak bazen o kadar yoğun oluyorum ki,
işten geldiğimde de yapılacak işlerim öyle çok oluyor ki,
onunla yeteri kadar ilgilenemiyorum.
ve bu hafta da o haftalardan birini yaşıyorum.
ev-iş arasında hayalet gibi gidip geliyorum.
oraya buraya koşturuyorum.
bloğa yazı bile ekleyemiyorum.

geceleri 02:00’ de yatarak ancak kendime ayırabildiğim birkaç saatimi,
kitap okuyarak geçiriyorum.
haftabaşı Irvin Yalom’ un Her Gün Biraz Yakın kitabına henüz başlıyordum ki,
annem Zeynel Lüle’ nin Ali Çavuş’ unu verdi.
bir tanesini yolda-banyoda-metroda,
bir tanesini uyku arasında, yatakta filan okuyarak,
epey ilerledim.

Ali Çavuş, Atatürk’ ün emir eri olarak Kurtuluş Savaşı yıllarında,
tam 5 sene gece gündüz yanında bulunmuş biri.
dolayısıyla anlattıkları ilgi çekici.
Zeynel Lüle, Ali Çavuş’ un torunu.
uzun zaman planlıyor bu anıları toparlayıp yayınlama işini.
sonunda da ortaya okunmaya değer bu kitap çıkıyor.
ama ben Atatürk’ le ilgili çok okuyan biri olduğumdan belki,
daha iyilerini görmüştüm diyebilirim.
fakat sade bir dille yazılmış bu ince kitabın da rahatlıkla okunduğunu,
bilmediğimiz birkaç farklı anı sunduğunu söyleyebilirim.

geçtiğimiz haftasonu Vali’ yi izledim.
üzülerek izledim.
sinema adına konuşursak, beğendim mi?
beğenmedim.
özellikle aksiyon sahnelerine başka zaman olsa gülerdim.
ama konu hassas olduğundan gül(e)medim.
ve soranlara da gidip izlemelisiniz dedim.
sinema zevki açısından değil.
bazı gerçekleri – bir kere daha – görmek açısından.
belki de hala bazı şeyler için üzülebilmek açısından.

üzülme kapasitemiz çoktandır dolu aslında.
özellikle son zamanlarda.
Filistin’ deki çocuklar için duyduğum acı tarifsiz.
kaç gündür artık ilgili haberleri izleyemiyorum bile.
fakat “ ay bu da çok üzüntülü kapat kapat, başka kanala geç! “ deme lüksüne sahip olmadığımı düşündüğüm için,
zorla da olsa bazı kanlı sahneleri seyrediyorum.

içim kanıyor.
ciddi ciddi,
bildiğimiz kan bu.
birazdan tırnaklarımın arasından sızlamaya başlayacak,
derimden fışkıracak sanıyorum.
o kadar üzülüyorum ki,
kendisine bunca zulmedilmiş bir halkın,
başka bir halka çoluk çocuk demeden bunca eziyet edebilmesini anlamıyorum.

ezilen ezmez,
attan düşenin halinden attan düşen anlar diye bilirdik çünkü biz!
kendi çocukları daha 50 yıl önce toplama kamplarına sürülmüşken,
nasıl şimdi kalkıp çocuk hastanelerini vurabilirlerdi?
sadece çocuklar mı?
ya diğer siviller?
hiçbir günahı olmayan onlarca yetişkine yazık değil mi?
peki ya gazeteciler?
BM binası?
okullar,
camiler?

savaşın bile bir centilmen tarafı vardır.
tarihte taraflar birbirlerine “ ölülerini toplamaları için “
ateşkes zamanları tanımıştır.
çanakkale’ de de bu yaşanmıştır.
1 dk önce birbirine ateş eden taraflar,
bu karar sonrası saygı içinde beklemişler,
ölüler alınırken tek kez kurşun sıkılmamıştır.
sıkılamaz mıydı?
iki taraftan da birkaç asker gafil avlanamaz mıydı?
elbette avlanırdı.
ama bu birkaç asker vuranlara savaşı mı kazandırırdı,
yoksa insanlıklarını mı kaybettirirdi?
kaldı ki orası savaş meydanıydı.
kağıt üstünde her şey mübahtı.
yine de bu kadar merhamet dışına çıkılmadı.

kadın-çocuk-sivil demeden öldürmek,
yerleşim merkezlerini rast gele yerle bir etmek,
en hafif tanımıyla soykırımdır.
bu hareketin,
tarihte soykırıma uğramış bir milletten gelmesi daha da ağırdır.

bu ağırlığı da artık benim midem kaldırmamaktadır.

7.01.2009

film-kitap-özet...

bahsetmiş miydim?
avustralya’ yı izledik.
geçenlerde.
( artık günleri karıştırıyorum )
sevdicek bütün gün -filme bilet alırken bile- inatla “ Avustralyalı “ dedi.
filmi “ o kadar da “ beğenmedik ama,
masrafsa masraf,
ünlü oyuncularsa ünlü oyuncular var tabii.

“ büyük film “ seyretmek isteyen gitsin.
epik filmden hoşlanan.
abartılı ifadelerden,
iyimserlikten,
sonsuza kadar mutlulardan hoşlananlar gitsin.
Hugh Jackman sevenler de gitsin.
ama Nicole Kidman sevenler gitmesin
- kör değillerse -
bıraksınlar da kafalarında Nicole güzel bi kadın olarak kalsın.
bu filmde o “ güzel “ ya da “ kadın “ değil çünkü.
sadece üstünde fazlaca oynanmış bir yaratık.
melek yüzlü Meg Ryan’ ın binbir estetikle kendini düşürdüğü yolun yolcusu.

yine de içimde tutacaktım bunu.
“ kadın mahvolmuş “ duygusunu.
hemen “ kıskanıyor, çekemiyor “ muhabbetine katlanmamak için,
susacaktım.
Allah’ tan durup dururken sevdicek dillendirdi:
- Nicole Kidman’ a noolmuş öyle, diye de,
yüreğime su serpildi.

yeni yıl hediyesi tablo aldım ona.
salonumuza astık.( Raphael / Angels )







DNR’ dan 2 tane DVD alıp izledik haftasonu.
ilki eski ve benim çok sevdiğim bir film: Awakenings.
sevdicek izlememişti.
rafta görünce dayanamadım aldım.
seyrettik, bir kere daha hayran kaldım.
Robert De Niro’ ya ve tabii Robin Williams’ a..
o filmin senaryosu yaşamından alınmış olan “ gerçek “ doktora.
neredeyse koma halinde yaşayan,
en ufak tepki ya da yaşam belirtisi dahi göstermeden,
sadece nefes alıp boşluğa bakan kıpırtısız hastaları için yaptıklarına da.
( Lorenzo’ nun Yağı’ nı beğenenler özellikle izlesin. )







ikincisi The Manchurian Candidate
vizyondayken izleyememiştim.
DVD’ si de nedense denk gelmemişti.
pazar günü de onu izledik.
ve çok çok beğendik.
Denzel Washington’ la Merly Streep’ le
ve ilginç senaryosuyla,
ilgiyle izlenen,
düşündüren,
çarpıcı bir film.
teknoloji yoluyla insanların ne duruma getirilebileceğini,
bilim kurgu havasında değil de,
siyaset ve ABD Başkanlık sistemi üzerinden anlatırken,
“ insancıl “ sonuyla göz dolduruyor.
bunu da tavsiye ederim.
( JFK tarzı filmleri sevenler izlesin )







dünse Gomorra’ yı almış sevdicek.
Cannes’ da ödül alan hani.
başrol oyuncusunun gerçek hayatta da mafyaya karıştığı söylenen.
“ sağlam kafa “ olduğumuz bir an izlemek için,
o da sırada.






ayrıca psikoloji okuyacağım ben tekrar demiştim ya.
kayboldum raflarda.
ama adam gibi bir “ sosyal deney “ kitabı bulamadım.
kürkçü dükkanına,
Irvin Yalom’ a döndüm sonunda.
Nietzsche Ağladığında,
Divan,
Annem ve Hayatın Anlamı,
Aşkın Celladı ve Diğer Psikoterapi
kitaplarını okumuştum,
Her Gün Biraz Daha Yakın’ ı (Every Day Gets a Little Closer) aldım bu kez.
okuyunca bilgi vereceğim hakkında.

şimdilik bu kadar galiba..

3.01.2009

insan olma becerisi..


biz 4 kişiydik yılbaşında..
2 çift..
arkadaşların evinde,
önce güzel bir yemek yedik,
yemeğin yanında ve sonrasında içki de içtik,
oyun oynadık,
TV izleyip sohbet ettik,
komik şapkalar takıp abuk espriler de yaptık..
kısacası güldük-eğlendik..

biz hep toplanırız ama..
kendimi bildim bileli bayılırım zaten arkadaşlarımla "toplanmaya" ,
muhabbet etmeye,
içip – içmeyip eğlenmeye..
yaşamayan anlamaz
ama yaşayıp da sevmeyen var mıdır ki o sabahlanılıp,
karın kasları ağrıdan çatlayacak duruma gelene kadar gülünen geceleri..

bazen ciddi mevzulara da girilir,
Türkiye kurtarılır,
evrim teorisi tartışılır,
beyin nakli mümkün müdür o sorgulanır,
kara delikler dünyayı yutacak mı diye fikirler çarpıştırılır,
Amerika’ sıydı,
İran’ ıydı,
ekonomik konjonktürüydü irdelenir.

ya da sadece bilmem kimin yeni albümü,
falancanın yeni sevgilisi,
yeni filmler,
eski günler konuşulur,
gitar,
kitap muhabbetleri döndürülür,
illa ki birkaç adet de geyik çevrilir,
ama arkadaşlıklar gelişir,
"rahat" bir gece geçirilir sevilenlerle..

sabah başın da ağrısa,
miden de bulansa,
kalkıp bi gülümsersin,
kimi odalara çekilmiş,
kimi kanepede kıvrılıp kalmış,
kimi erkenden uyanmış banyoyu zaptetmiş,
bir tanesi koridora serilmiş belki,
bir sürü arkadaşınla uyanınca aynı evin içinde,
garip bi mutluluk hissedersin.
ben kendi sohbetimle,
kendi çevremle,
dünyadan farklı,
herkesten güzel,
büyülü bi atmosferde yaşıyorum zannedersin..

evde yiyecek namına bi şey yoktur,
biri kalkar bakkala gider,
paralar denkleştirilir,
artık Allah ne verdiyse bi kahvaltı edilir.
millet birbirine ilaç sorar,
herkes birbirinin akşamki hallerinden söz açar,
laf sokarsın,
dalga geçersin,
bugünü de beraber mi tamamlasak dersin..

evde oturup PS oynayabilirsiniz
ya da tavla atarsınız.
bi kaç DVD bulup film izlersiniz..
bi ihtimal dışarı çıkıp gezersiniz..
hep gittiğiniz,
arkadaşlarınızın da hep gittiği mekanlara gidersiniz..
dostları görüp sevinirsiniz..
sizin için mutluluk anlamına gelen hayatınıza bu şekilde devam edersiniz..

o yüzden zor gelir "kendi evinize" dönmek..
ailenizi sevmediğinizden değildir tabii,
ama o evde her şey normaldir,
düzenlidir,
yemek sağlıklı,
banyolar hijyenik,
çarşaflar temizdir..
sizse arkadaşlarınızla oluşturduğunuz o "tuhaf evrene" geri dönmek istersiniz..

biz evlendik,
hala vazgeçmedik zırt pırt birilerine gitmekten
ya da devamlı evimize birilerini davet etmekten..

o yüzden anlamaktan aciz değiliz,
yılbaşını bir evde toplanıp eğlenerek karşılamak isteyen gençleri..
bi lanet doğalgaz zehirlenmesiyle ölüp gitmiş 7 kişiyi..

çünkü hepsi gençtiler..
hepimizin istediğini onlar da istediler..
yukarıda anlattığım mutluluğu,
o tebessümü yaşayarak uyanmak üzere derin bir uykunun içine girdiler..
zehirlendiler…
ve o güzel rüyalardan bir daha dönemediler…

1 ocak sabahı..
ben hala yatakta kıvranıyorken açtı sevdicek haber kanallarını…
uykumla uyanıklığımın sınırında duydum adlarını..
ve "sevenlerini yasa boğarak…" satırlarını..

yasa boğulmuşlardı
ve elbet boğulacaklardı..
normali buydu..
insanca olanı buydu…

onlarla beraber haber bizi de başımızdan vurdu..
gözlerimiz doldu..
yani bize de "normal" olan oldu…

fakat biz “ herkes kahroldu çocuklara ya.. “ diye üzülürken,
şu an haklarında envai çeşit küfür sıralayabileceğim insan müsveddeleri çıktı ortaya…
"yorumlarıyla" sızdılar her türlü sanal ortama..
ölüp gitmiş o çocuklar için
"oh iyi olmuş, ne üzülücem içki içen zinacı zengin yavrularına"
dediler.
diyebildiler.
onlar adına benim hissettiğim utancı yüzümüze vura vura…

üstelik 1 tane değildiler..
10 tane değildiler..
her yerdeydiler..
eminim kustukları bu yorumları! çevrelerine de göstermişlerdir,
bolca sırtları sıvazlanmıştır.

iyi oldu da öldüler,
ne işleri vardı elin erkekleriyle-kızlarıyla içip içip aynı evde,
otursalardı kıçlarını kırıp babalarının dizinde deme cüretini gösterenler,
bugün işlerine gidip görevlerini yapıp erdemli insan sıfatıyla boy gösterdiler..

size ne?
size ne o çocukların orada ne yaptığından!
sizin kokuşmuş beyinlerinize mi danışacaklardı sevdikleriyle bir araya toplanmadan.
birileri yanlış anlar mı diye mi düşüneceklerdi en yakınlarıyla yan yana gelmeden!
bilmiyorum o çocukların tam olarak ne durumda bulunduklarını ama,
öğrensem ve bilsem ki,
sevdikleri insanla seviştikten sonra çıplak gitmiş bu çocukların bedenleri bu dünyadan,
daha mı az üzülecektim sanıyorsunuz ölmelerine?

ya da şöyle bir haber geçseydi
"doğalgaz sızıntısından habersiz kızlar çiçekli pijamalarını giyip,
erkeklerden tamamen uzak bi odada,
sütlerini içip kapılarını kilitleyip
-erkek canavarlara karşı-
uyudular.
kapıları kilitlendiğinden sabah kurtarma ekiplerinin odalarına girmesi zor oldu.
ancak bulunduklarında hala nefes alıyorlardı.
fakat kendilerini kurtarma ekibinde bulunan erkek doktora muayene ettirmediklerinden,
hepsi genç yaşta ölüp gittiler"
aynen böyle bir haber geçseydi,
ne hissedecektiniz?
bu sefer üzülebilecek miydiniz?
belki de "olsun namuslarıyla öldüler" diye buna da sevinecektiniz..

çünkü siz böyle bir zihniyetsiniz!!
insanların namusuna ya da namussuzluğuna,
ölmesinin müstahak olduğuna ya da olmadığına,
kendi kriterlerinizle karar verirsiniz..

oysa ben aynı şiddette üzülürüm ölen bir türbanlı kadına da,
çıplağa da,
uyuşturucu bağımlısına da,
muhafazakara da…
hele gençse..
"bir can gitti..
bir fidan gitti..
hem de yepyeni bir yılın umutlarıyla yattığı uykusunda" diye..

ama siz üzülemezsiniz..
çünkü kalpsizsiniz..
bütün dinlerin emrettiği kardeşlik,
barış,
sevgi nedir bunları bile özümseyemezsiniz..

kendi aranızda bu ölümlere sevinir,
yılbaşı gecesi içki içti diye başka bir yerde,
istanbul’ da,
katledilen başka bir çocuğun arkasından da kınalar yakarsınız
"biri daha eksildi" diye..