20.11.2010

karalama-malıyım..


***bir gün yolda yürürken.. ardımdan biri koşup bana yetişecek.. kolumdan tutup beni kendine çevirecek.. koşmaktan hızlanmış soluğunu yüzümde duyacağım.. sonra bana o sihirli sözcüğü söyleyecek.. ve ben huzur bulacağım.. bu yüzden hep ıssız sokakları adımlayışım..

***birtakım kapıların arkasında birtakım umutlar var gibi..
öyle söylüyorlar.. umutsuzum..

***tek bir sözcük.. tek bir sözcük çok şey değiştirebilir..

***sana hiç-bir-şey yakışmıyor..

***dün yaptığım yanlışların bile güzel görünmesi?.. çünkü o zaman yaşıyordum..

***uyuma.. yemek yeme.. başka tarafa bakma.. benimle ilgili olmayan hiç-bir-şey olma..bir saniyeye bile dayanamam şu anda..

***bekleyemiyorum.. benim kusurum bu.. beni üretirken bu parçayı koymayı unutmuşlar.. ben bekleyemiyorum.. bi de bilinmezliğe katlanamıyorum.. işte bu!

***çok kötü kavga bile etsek.. sokakta yanyana yürüken elin elimi buluyor ya.. o sıcaklık avucuma geçtiği anda herşeyi unutuyorum.. bu da benim çocukluğum.. unutamadığımda ya "seni sevmiyorum" ya da "artık büyüdüm" diyeceğim..ama nolur büyümeyelim..

***gideceğimiz bir yer olur mutlaka.. zorunluluklarımız.. o yataktan kalkmayı çoğumuz istemeyiz oysa.. ama ben yarın sabah nasıl uyanacağımı biliyorum.. ve o uyanışa sabırsızlanıyorum..

***biri çok dramatik bir şey söyledikten sonra, bayılıyorum hemen ardından muhteşem bir müziğin başlamasına.. böyle şeyler sadece filmlerde oluyor ama..

***çok değerli olan bir şeyin yerini başka bir şey aldığında, bunu siz kabullenseniz de çevrenizdekiler kabullenmiyor bir süre sonra.. hep eskisi gibi olun istiyorlar.. insanların ne alıp veremediği var yeni olanla?

*** büyük, umutlu, ışıklar içinde dönen insanlar olsun etrafımda istiyorum..


***kedimin üşüdüğünü görmek.. işte bu beni çok hüzünlendiriyor..

yine de herkesi seviyorum, herkesi öpüyorum..



30.10.2010

bakış açısı..


bir karalama denemesinden..

*************************************

kız, o gün günlüğüne şunları yazdı:
her tartışmamızdan sonra kısa aydınlanma durumları yaşardım.
-artık büyü bitti, gerçeği anladım! derdim,
ama bir sonraki öpücüğün ardından bu cümlenin ne demek olduğunu bile unutturdum.
fakat o "unutuş günleri" artık sona erdi.
onca zamandır kabullenmek istemediğim şeyin gerçek olduğunu şimdi biliyorum.

hayatım, hayatımız bir film karesi değil.
o benim uçuk masallarımdan fırlamış bir prens değil.
bana yaptıklarının arkasında incelikle düşünülmüş aşk oyunlarının olduğunu tasarladığım dünya, şimdi yok.
biliyorum ki:
-beni aramadığında:
benim onu ne zaman arayacağımı merak ettiğinden değil.
ya da kendini özleterek ona daha büyük hasretle koşacağımı düşündüğü için bunu yapmıyor.
gerçekten beni özlemediği ve aramak aklına gelmediği için aramıyor.

-özel günlerimizi önemsemediğinde:
umursamaz/zor adam triplerine girip aslında içten içe beni nasıl şımartacağını düşünmüyor.
ya da sürprizlerinin daha etkili olması için nasıl "soğuk davranıyor gibi görüneceğinin" hesaplarında değil.
doğumgünümü gerçekten unuttuğu için kutlamıyor.
ger-çek-ten önemsemiyor.
gecenin sonunda bir sürpriz parti,
ya da yemek masanın altına saklanmış arkadaşlar yok.
hatta arabanın arka koltuğuna sakladığı 2 şık kadeh-bir şişe şarap veya güller dahi yok.
evin ışıkları anlamsız bir boşluğa açılıyor.

-başkalarının yanında ben yokmuşum gibi davrandığında,
aslında benim onunla ilgilenmemi beklediği için,
ilgisiz davranıyor -muş gibi yapmıyor.
gerçekten bir kaç sıradan insan gördüğünde dahi beni umursamamaya başladığı için beni yok sayıyor.

işin özeti bu.
aşkımı içine koyduğum fanusun camı çatladı.
her davranışını derin duygularına yormam,
beni ara sıra üzerek aslında nasıl kendine daha çok bağlayacağının -bana göre yanlış da olsa- bir hesabını yapıyor olduğunu düşünmem,
çevremize inşa ettiğim ve bizi sıradan olandan ayıran yapımızın duvarlarıydı.
bugün, o duvarlar yıkıldı.
ve ben onun beni gerçekten delicesine sevmediği,
aramak istemediği,
gönlümü almakla ilgilenmediği gerçekleriyle başbaşa kaldım.
sadece yanında birini istiyor, hepsi bu.
o "biri" de şimdilik benim.
problem çıkarmadığım, hayatını zorlaştırmadığım sürece.
sıkıldığı zaman yenisiyle değiştireceği süslü püslü oyuncağıyım.
ve gün geldiğinde her nereye fırlatıldıysam orada unutulup kalacağım.
"haaa o kız mı, evet eski sevgililerimden biri" diyecek belki benim için.
belki onu bile söylemeyecek.
-takılmıştık, evet.. tuhaf bi adı vardı ama tam hatırlamıyorum neydi? diyecek
ve benim,
içinde kimsede olmadığını iddia ettiğim pırıltılar bulduğum ışıl ışıl gözlerine soru işaretleri yerleştirip,
yanındaki hatuna dönerek bakışlarıyla adeta "şimdi bu gereksiz kızdan bahsederek neden zamanımızı boşa harcıyoruz ki?" sorusunu yöneltecek.

ve ben kendimi yıllarca boş yere "bizim aşkımız çok büyük" yalanına inandırmış olmakla kalacağım.

********************************

gizli günlüğünü ayrıldıklarında sevgilisinin okuyacağını bilmiyordu tabi.

ve bu sayfayı okuduktan sonra altına şu notu düşeceğini:
-inandığın her şey, son zerresine kadar gerçekti.
affet sevgilim,
tam bir aptal olduğum için yıllar boyu seni fırtınadan fırtınaya sürükledim.
seni etkilemek istedim,
kendimi çekerek,
umursamaz görünerek başarabileceğimi sandım bunu.
ne de olsa kadınlar ulaşılmayanı severdi?
ya da bu bana benden daha aptal olan birinin verdiği tavsiyeydi.
hayatımda gördüğüm en hıyarca tavsiye!
çünkü bana seni kaybettirdi!
sen bir yerlerde beni beklerken, beni isterken ve ben kafamda bitmek bilmeyen hesaplamalarımla boğuşurken,
hep bunların seni bana daha çok bağlayacağını farz ettim.
ayrılıp barışmalar, kıskandırmalar, ortadan toz oluşlar..
hepsi esaslı bir aşk filminin vurucu sahneleri gibiydi.
her gün, her an devam ederdi ve her yer bizim için sahneden ibaretti.
sen her seferinde bu davranışlarımın altında aklımı uçuran büyük bir aşk olduğunu öyle iyi seziyordun ki,
oyunlardan da, gel-gitlerden de hiç kaçmıyordun.
hep anlattığın filmlerdeki gibi:
senin için trenin altına bile atlayacak kız.
neden?
çünkü beraber atlayacağız.
beni bu kadar harika bir kadınla karşılaştırdığı için gece başımı yastığa koyduğumda kaç kere kadere, hayata ya da bizi var eden neyse ona,
çılgın teşekkürler sunduğumu bilemezsin.

bunca şükran duymama rağmen oyunlara başvurdum,
çünkü benim senin için ne kadar yetersiz olduğumu anlamanı istemiyordum.
gözümde ben,
senin için yeterince iyi değildim.
fark etmedin mi?
bana herşeyin en iyisini hep sen gösterdin.
en basitlerini bile.
dünya üzerindeki en güzel lezzetleri ben senin tavsiye ettiğim yemekler sayesinde denedim.
bir kaç tane güzel kıyafetim varsa,
onları bana sen almışsın ya da seçmişsindir, kesin.

tabii aşkın da en büyüğünü sen bilecektin.
sanki bir anlık dalgınlıkla birlikte olmak için beni seçmiştin
ve bir gün etrafımı saran ve senin gözünü yanıltan her neyse puff! ortadan kaybolacaktı.
ve beni terk edecektin.
bunun olmaması için seni hep meşgul etmeli,
seni dönülmesi zor uçurumlara sürüklemeliydim ki,
gideceğinden ödümün koptuğu anlaşılmasın.

o fanus çatlamadı.
binamızın duvarları yıkılamaz çünkü sapasağlam.
seni seviyorum.
kendimden ve herşeyden daha fazla seviyorum.
sana bir daha asla oyunlar oynamayacağım çünkü artık beyninin en küçük kıvrımında,
kalbinin en ücra köşesinde bile seni istemediğimle ilgili en ufak bir şüphe kırıntısı kalmasını istemiyorum.

şimdi bu defteri kapatıp yanına geliyorum.
ve seni geri almak için ne gerekiyorsa onu yapmaya başlıyorum.
çoktan yapmış olmam gerektiği gibi.

ben, senin için nefes alıyorum.



13.10.2010

boşluk ve işaret:kaza.. yahut "biz de insan evladıyız"..


boşluk olayı vardı ya..
hala geçmio..

daha önce de kendimi bu boşluğa yaklaşmış bulduğum zamanlar olurdu,
ve böyle zamanlarda bana hep "yukarılardan" bir mesaj gönderilirdi:
"kendine gel, hayat güzel, başlatma korkularına da kaygılarına da varoluş sıkıntılarına da" minvalinde.
ve ben dertop olup kaderime boyun eğmeyi bilirdim.

de..
bu sefer öyle olmadı.

işaret dün geldi..
bi trafik kazası geçirdim.
sabah işe giderken..
serviste..
aslında çok büyük bir kaza değildi ,
ama benim hayatımda geçirdiğim en büyük kazaydı işte!
bundan öncekiler hep; hafif "öndekine" dokunduk,
yok biraz "arkadaki" bize çarptı şeklindeydi..
(lem böyle söyleyince bi tuhaf oldu da neysss.. )

bu kez,
-hafif uyuklar vaziyette olduğumdan belki-
önümüzdeki araca çarpmamak için bizim şoför müsvetesinin sağa kırmasıyla,
suçsuz günahsız birine arkadan bindirdiğimizde patlayan gürültü bana çok büyük geldi.
aslında önümüzdeki arkadaşın da bi suçu yoktu.
bütün suç,
takip mesafesi gibi kurallardan bihaber olaan,
ya da ehliyet kursunda
"yağmurlu havada, altında lastikleri kabak-boktan bi araç varsa nasıl kullanmalısın 101" dersini kaçırmış olan bizim şoförümüzdeydi.

bilirsiniz böylelerini.
trafikte herkes aptaldır da tek onlar akıllılardır.
örneğin,
sağdan,
bizim yolumuzu dik kesen bir yerlerden şeridimize girmeye çalışan

ve burnunu hafif çıkarmış birine,
asla -ne münasebet- yol vermezler.
ve gazı daha da köklerler ki,
diğer araçtaki sürücü korksun,
bizim hızlı geldiğimizi görerek yola çık-a-masın diye.
bir gün biri "korkmaz" ve bum!!
her gün yollarda karşılaştığımız kazalardan biri meydana geliverir.
bu "ben akıllıyım diğer bütün sürücüler aptal" düşüncesi,
yurdum ayılarında bolca mevcut olduğundan,
aynı "korkutma" taktiği şerit değiştirirken,
ışıklarda, yaya geçitlerinde vs sürekli tekrarlanır
ve bir gün siz de,
kendinizi sebebi bir ahmağın salak fikirleri olan bu kazalardan birine karışmış bulabilirsiniz.

bunun üzerine şoföre,
"napıosun kardeşim önüne baksana" diye çıkışmaya kalktığınızda,
diğer yolcular tarafından "kazadır olur, asabi olmamalıyız" sözleriyle sakinleştirilmeye çalışılırsınız.
üstelik -buraya dikkat- bunu söyleyenlerin hatırı sayılır kısmı kadındır.
bu kadınların büyük kısmı da çocuklulardır.

kendi çocukları mevzubahis olduğunda
kimbilir çevrelerinde ne sorunlar için ne hasarlar bırakmışlardır.
veli toplantılarında saçtıkları:
-öğretmenin şu davranışı acaba çocuklarımızın psikolojisini kötü mü etkiledi?
-bence uzun tırnaklı öğretmen olmamalı. makyajlısı da makbul değil..
-yemekhanede 2 gün üstüste yemeklerin yanına pilav pişirilmesi çocuğumun özgüvenini zedeledi.
-sıra arkadaşının bilmem ne marka kalem kullanması acaba uygun mu,çocuğumda kurşun zehirlenmesi olmasın, internette bu konuda bi makale(!) okumuştum da..
vs vs demeçleri bitmez de bitmez.

şimdi,

o çok değerli çocuklarını taşıyan servisin talihsiz sürücüsü,
bizimkinin yanından bile geçmeyen minik tefek bir kaza dahi yapmış olsa
ve bu hazretin çocuğu da o sırada o aracın içinde bulunuyor olsa,
"kazadır olur" tepkisini gösterebilirler mi acaba, çok merak ediyorum..
hayır!

gös-te-re-mez-ler.
o sürücünün işinden derhal atılması

ve ehliyetine süresiz el konulması,
hatta bakkalın kendisine ekmek vermemesi gibi cezalara başvurulmasını talep ederler.
bunların üzerine,
kazanın yıldönümlerinde şoförün evinin önünde protesto gösterisi düzenlerler ve
"bugün içinde benim çocuğumun bulunduğu aracı kaldırıma çıkartmanın 7. yıldönümü seni aşağılık" şeklinde pankartlar açarlar.

ancak benim! içinde bulunduğum aracın tamamen ama tamamen şoförün kendini trafikteki tek akıllı zannetmesinden kaynaklanan bir çarpışmaya sürüklenmesi,
bu kadınlar için "kazadır olur" şeklinde geçiştirilebilecek bir şeydir!!
hatta sürücüye "geçmiş olsun kardeş" filan denmelidir.
hatırlatırım: sizin küçük bıcırıklarınız gibi biz de bir ana-babanın evladıyız.
kimse bizi sokakta filan bulmadı.
-hoş bulsa da bir şey fark etmezdi, hala en az sizin çocuklarınız kadar değerli olurduk-
hatta hayatını tamamen birbirinin üzerine kurmuş mutlu bir çiftin "dişi" tarafıyız
ve birimize gelecek zarardan onun kadar etkilenecek diğerimiz de var.
ama tabii sizin için yeterince değerli değiliz.

hepimiz kolumuzu bacağımızı araç içinde bir yerlere çarptık.
hiçbirimizde emniyet kemeri olmadığı için
-ön koltuk hariç servisin hiçbir koltuğunda emniyet kemeri yok-
belki 10 km daha hızlı gidiyorsak olsak birimiz veya birkaçımız araçtan fırlayabilirdik.
ya da yaşadığımız çarpmayı daha şiddetli hissedip ciddi bir travma yaşayabilirdik.

bana ne olduğu mu?
çok önemli değil.
uyku sersemi inanılmaz bir sesle önümüzdeki araca bindirmenin şokunu yaşadım+
bacağımı ön tarafa şiddetle çarptım+
sol elimi nasıl olduğunu tam hatırlayamadığım şekilde bir yerlere vurmuşum,
arabada yarım saat polisin rapor tumasını beklerken dayanılmaz bir acıyla ve "kesin elim kırıldı" düşünceleriyle kıvrandım+
ofise varana dek kendimi sıktıktan sonra,
neden geç kaldığımla ilgli bir açıklama bekleyeceğini düşündüğüm müdürümün odasına girer girmez,
sadece "bizim servis kaza yaptı" diyebildim
ve oradaki koltuklardan birine çöküp elime bakarak ağlamaya başladım+
hastaneye gittim,
çok şükür kırık yoktu ama ciddi doku zedelenmesi vardı,
deli gibi şişip moraran elim ilaçlanıp sarmalandı
ve 2 gün iş göremez raporu aldım+
dün akşam bizde olan,
ve herkesin kendi çocukları hakkındaki endişelerini panik atağı nedeniyle X10 boyutunda yaşayan,

grip olduğumda bile o öğrenmesin diye 40 takla attığım anneme,
salak bir şoför yüzünden ne acılar yaşadığımı anlamaması için kazayı olduğundan daha basit şekilde anlatmaya çalıştım+
o sırada elim,

üzerine boca ettiğim tüm jellere
ve içtiğim tüm ağrı kesicilere rağmen dayanılmaz ağrıyordu,
bense bunu belli etmemek zorundaydım+
bu nedenle bugün evdeyim ve hala geçmemiş ağrımla beraber bu yazıyı yazmaya çalışıyorum,
bir yandan da,

"bu yazıyı yazarken dahi bu kadar ağrı çekiyorsam yarın işe gittiğimde nasıl 10 saat kesintisiz bilgisayar kullanacağım" sorularıyla boğuşuyorum..

sonuç:

"yukarıdan" gelen bu işaret nedeniyle silkelenip kendime gelmem,
yaşamın değerini anlayıp mutlu hissetmem gerekiyordu.
ama tahmin edin:
boşluk hiçbir yere gitmedi,
ve ben elimin ağrısı yüzünden herşeyi olduğundan da kötü görüyorum..

nokta.


26.09.2010

-umarım bir gün- yayınlayacağım hikayeden.. sabahın beşinde bu parçasını eklemek istedim nedense..


herşey nasıl başladı?
enini, ortasını söylemek zor.
ama biliyorum "işlerin asıl berbat olduğu yeri"..

ilk görüşümü,
ilk avuçlarınla tokalaştığım anı değil de,
"işlerin asıl berbat olduğu" o anı hatırlarım hep "aşk ne zaman ?" diye düşündüğümde.

bir gemide miydik teknede mi bilmem..
ama denizdeydik.
sen yanımda oturuyordun..
bir kaç dakika önce bana aşkların en güzelini sunmuştun.
ve ben ağzımı açamıyordum.
hayatımda o güne kadar hissetmediğim,
bir daha da hiç kimse için hissetmeyeceğim bir duyguyla dolmuştum:
kaybetme korkusu..

korkumdan avaz avaz bağırmak istiyordum önünden geçtiğimiz adalara.
"ben sana layık değilim" le mi başlasam
nasıl olmazsa benim olmazsın diye tanıştığımızdan beri sana uydurduğum kuyruklu yalanlardan mı?
sana gelinceye kadar işlediğim günahların kalbimde hiçbir ağırlığı yoktu.
şimdi tonlarcası üstüste.
sakın gitme.

kalbimin kenarı bir uçurum kıyısıymış da,

ilk cümlemle dökülüverecekmiş aşağı doğru sanki bilinmemesi gerekenler.
şunlarla doluyum:
konuşursam kaybederim.
yaptığım ilk hareket herşeyi mahvedecek.
şu an senin gözünde öyle güzel, öyle narin, öyle eşsizim ki,
sanki kıpırdasam herşey bitecek.
hayalini bozmak istemiyorum çünkü hayalindeki kız olmaktan ölesiye mutluyum.
o yüzden susuyorum.
"soğuk" olarak itham edilmeyi kabul ediyorum sonra.
yeter ki sen bana aşık halde yanımda oturmaya devam ediyor ol o tarafa baktığımda.

senden başkalarına bahsederken de korkacağım artık.
insan, kem gözlerden sakınır çünkü.
insan, hayatında elle tutulur bir şey yoksa neler neler yaptığından dem vurur durur,
ama aşk idesinin kendisiyle karşılaştığında,
ondan başkalarına bahsetmekten kaçınır çünkü.
çünkü nedense bahsedersen kaybedersin diye bir kural vardır.
ve bu kural benim için istisnasız tekrarlanır.

işlerin asıl berbat olduğu an dememin nedeni bu.
hayatım boyunca aşkı aramama rağmen,
seni hiç aramadan buldum.
bir armağan ya da mucize gibi,
sanki usulca kucağıma bırakıldın.
üstelik bunun için iyi olan hiçbir şey yapmamışken!

sana rastlayana kadar,
aşk uğruna mübahtır diyerek güle oynaya geçtiğim o yollarda,
ne dikenler saplamış da hissetmemişim boğazıma.
sen yanıma gelince,
o gemide bana hiç uğraştırmadan aşkların en büyüğünü sunuverince,
ben bir ömürlük afalladım.
bundan sonra her anımı bu rezil kaybetme korkusuyla yaşayacaktım.

o an demiştim ki kendi kendime:
hatırla!
bu anı hayatın boyunca hiç unutma.
aşkı kaybetsen bile bir zamanlar onu olanca ihtişamıyla yaşamış olduğunu hatırla.
tepetaklaklığını hatırla.
gözlerimi kapatıp o anı hafızama oydum.
belki de bu yüzdendir,
ne zaman biri "hadi en baştan anlatsana hikayenizi" dese bana,
nedense "en başı" diye hep o gün geldi aklıma.

keşfettiğimiz yer öyle eşsizdi ki,
bu mutluluğu yaşamaya korkmaktan başka duygu kalmıyordu bana.
bir virajı dönmüş, bir güzelliği görmüştüm artık.
eski halime bürünemez,

o güne kadar adına aşk dediğim saçma duygularla yetinemezdim.
Tanrım!
bir daha hiçbir şey eskisi gibi olmayacaktı!
"sen olmasan ne yaparım"ı ilk kez düşünmeye başlamıştım.
en dalga geçtiğim şeyi yapmıştım,
kafamda "güzel olanı temsil eder" dediğim bütün imgelere,
senin bir resmini yapıştırmıştım.
artık bir ağaç düşündüğümde kafamda yemyeşil bir ağaç yanında da senin resmin canlanıyordu.

deniz düşündüğümde deniz ve sen.
mandalina düşündüğümde mandalina ve sen.
o günden sonra,
sabahları, yapmam için beni bekleyenleri düşünerek değil,
seni düşünerek uyanacaktım artık hep.

iştahsız,
sevinçsiz olacaktım seni görmediğim günlerde.
burnumu bir telefonun veya bir bilgisayarın camına dayıyor olacaktım,
sen uzaktayken ve bizim iletişimimizi sadece bunlar sağlayabiliyorken.
benim için artık her nesnenin,
yalnızca beni sana yaklaştırıyorsa bir değeri olacaktı.
ve içinden ışık geçen her şey seni hafızama bir kez daha çakacaktı.

beni artık köpeğini gezdirir gibi heryere götürebilirdin.
bir tek kez gülmen herşeye değerdi ve ben sersefildim.
bir de belli etmez ve sana "bir gün seni terk edeceğim" ler çekerdim.
inandığında gözlerin dolardı.
gitmeyeyim ya da seni daha az sevmeyeyim diye,
aklıma gelmeyecek şeyler yapardın.
seni cezbetmek için çektiğim tüm nuramaları gereksiz kılardın.
çünkü sen zaten ordaydın.
bana bunu her hücrenle anlatırdın.
yine de içimdeki korku bir zerre azalmadı.
hayatta başıma gelebilecek hiçbir şey onu yerinden alamazdı.
tekrar aşık olamazdım ya da hayata yeniden başlayamazdım.
artık benim için dünyada sevgili olabilecek tek kişi vardı..


burnumun ucunu yanağına dayayınca sıcaklığını aldığım,
başımı boynunun altına sokup dünyadan saklandığım,
beni kokusuyla başka alemlere uçuran,
ve "o bu odada nefes alıp verirken başka kimlerin olduğu veya olmadığı umrumda bile değil" diye düşünebileceğim,
senden başka kimse olamazdı.
sokaklarda kavga ettiğimizde,
yanından ayrılıp bir adım önünden yürümeye başladığım,
ama ne kadar kızgın da olsa arkamdan yaklaşıp elimi sıkıca tutan,
sol tarafına doğru nerede görsem tanıyacağım "saçmalamayı kes de aşkımıza kaldığımız yerden devam edelim" bakışını atan,
senden başkası olamazdı.
ayrılmamız veya birbirimizin hayatından çıkabilme ihtimalimiz senin için saçmalıktı.
bense hırçın,
ölmeye ya da ayrılığa eğilimli olabiliyordum:
ki gözümde ikisi hemen hemen aynı şeydi.

kendimi kaybedip seni bulmuştum ben ve bunun beni yok ettiğini anlamam çok uzun zaman alacaktı.
anladığımda da değiştirmek için hiçbirşey yapmayacaktım zaten.





8.09.2010

havada yüzüyorum.. tut beni üşüyorum..


selamlar..

sizlere bu saatte hitap edebilmemin nedeni:
yarın işe gitmeyecek olmam.

uzun zamandır da ilk defa direkt bloğuma yazıorum, ço güzel oluomuş..
( genelde word'e yazılıp kopyalanıo o yazılarrrrr, o destanlarrrr )

yarın yarım gün işe gideceğimi düşünerek işten çıkmıştım oysa.
ama servisteyken tatlı bir çağrı düştü telefonuma,
biraz da şirket önünde kümeleşen arkadaşlardan teyit aldım ki:
yarın iş yokmuş bizim kattaki hanımlara.
neden hanımlara?
pozitif cinsiyet ayrımcılığı filan değil canım..
bir seferlik arife kıyağı.
arife günü hanımların bayram hazırlıkları fena oluo ya..

ben fazla bi işe yarayamayacağım çünkü sağ elim şüphe altında şu anda..
4-5 yıl önce sağ elim bilekten kırılmıştı benim.
sonra kaynadı gitti,
ara sıra ağrı yapardı filan..
ben de önemsemezdim.

bodrum'da sabah uyuşuklukları filan başladı,
yine önemsemedim.
sonunda geçen hafta ağrıdan oynatamaz hale gelince doktorun kapısında aldım soluğu.
-hmmm şişlik ve ağrı, büyük ihtimal ganglion kisti bu (yazılışını bilmiyorum)
-kist miii?
-evet, korkmayın iyi huyludurlar. ama teşhisten emin olmak için MR çekmek lazım. isterseniz şimdilik atel ve ilaç tedavisi yapalım, ağrımız azalmazsa MR çekeriz. ve Karpal Tünel(?) olasılığı için de EMG
-EMG?
-ehehu biraz nahoş bi yöntem. kolunuza aralıklarla elektrik şoku gibi bi şey verilio işte.
-annnadımm. ben zaten MR'a da giremiyorum.
-ben de bi kere girdim. sorsanız bir daha girmek ister misin diye şahsen tercih etmem ( ulan doktor da güya bana örnek olacak ha! )
-tabi tabii, ilaç ve atel kesin iyileştirir zaten bunu.
-ayın 20'sinde kontrole gelin o zaman..
- tamam doktor bey. size iyi günnerrr...

b.k iyileşti!
tabii ki hala hiçbi şey geçmedi!
sonuçta 2 gün rapor yazdı bana canım doktorum ama Ajda Pekkan'ın ölümsüz eserinde de dediği gibi:
-Ya sonra?

beyaz yakalı bir emekçi olarak yine mouse denen bilek katilini almadık mı avucumuza?
bir de hafta sonu guitar hero denen muhteşem oyunu edinme hatasını işlemedik mi sonra?
ahh nasıl bağımlılık yapan nasıl tatlı bir şey o!!!!
ama bileğimi de bir o kadar ağrıtıyor o!
arka arkaya 2 şarkıdan fazla çalmamam lazım ama kendimi durduramıyorum.
zaten problemli olan sağ elim olunca,
zırt pırt ateli çıkartmak durumunda kalıyorum.
devamlı elimi yıkamalarım duş almalarım da cabası.

aslında bırak guitar hero oynamayı heavy rain'den bile uzak durmam lazım.
o yüzden yarım bıraktım ama bir taraftan düşünmeden edemiyorum.

kısacası bayram için temizlikler-hazırlıklar yapamayacağım gibi
( buraya gecenin bir yarısı gelip şakır şukur yazı yazmayı biliyorsun ama? )

bu arada içimde en azından sizlerle paylaşmak istediğim dayanılmaz bir şey birikti:
boşluk.
kocamannn ıssız bucaksız bir boşluk.
sebebi ise varoluş kaygılarımın her zamankinden daha fazla alevlenmesi.
herkesin sonunda ölecek olması fikriyle sanki yeni yüzleşmişim gibi.
yok olup gidecek organik maddelerden yapıldığımızı düşündükçe
ve bunun kaçınılmaz son olduğunu kendime tekrar ettikçe hayat bana çok sanal gelmeye başladı.
ha, bu gerçeği yeni mi öğrendim?
hayır.
ama artık koyuyor işte.
çevremde ve orda burda gördüğüm hiç kimse bilgisayar oyunlarındaki karakterlerden daha gerçek gelmiyor bana.
koşuşturmacalar vs çok boş ve saçma.
hepimiz gireceğiz soğuk toprağın altına ve yok olup gideceğiz.
öyleyse tüm yaptıklarımızdaki anlam nerede?
kafayı yemek üzereyim.
sürekli bir boşlukta gezer ve insanları uzaktan izler haldeyim.
sanki herşey buzlu bi camın arkasında olup bitiyor ve ben herşeyin önümden akıp gidişini sadece izleyebiliyorum
ama hayatın içine akışına karışamıyorum.
derdimi tam anlatamadım ama sonuç şu:
ben yok olanların dünyasında artık hiçbirşeyden mutlu olamıyorum!
tatsız bommmboşşşş ve uyuşuk bi haldeyim.
ama günlük aktivitelerime devam eder vaziyetteyim.
ve nedense dışarıdan bakanlara bu duygularımı hissettirmeme çabası içindeyim.
herşey normalmiş,
ben çok mutluymuşum ve çok eğleniyormuşum -gibi yapan hallerdeyim.

psikiyatriste filan gitmeyi düşündüm ama sonunda benim gibi ölüp gidecek bi adamın bana bu konuda hiçbir şekilde yardım edemeyeceği aklıma geldi.
ahhh yükseklik korkusu gibi bir şey değil ki üzerine giderek yeneyim.
ya gidip intihar edeceğim ya da yaşadığım sürece bu boşluğun ızdırabını çekeceğim.
şimdilik ilaç filan içip beynimi de uyuşturmak istemediğime göre..
kendimce bu acının etrafından dolaşmak için yeni yollar deneyeceğim.

zaten bu maddi açmaz zamanlarında gidip 300TL' ye guitar hero 5 almalar filan da hep bu boşluğun yansımaları.
belki biraz oyalanırım,
bi şeyden de mutlu olurum diye!
ama hiçbir şey "tam" olmuyor sanki.
bir yumruk hep kalbimde.
ve boşluk karnımın orta yerinde.

dua edin geçsin!
hayatıma öyle bir güzellik, öyle bir mutluluk girsin ki
ve boşluğu birden siliversin.
herşeye anlam ve içime biraz yaşama sevinci getirsin.

yoksa gitgide daha kötü olucam..





30.08.2010

Bodrum'da bir çok şey..


merhaba canlarım,
sizleri çok özledim.

yazmaya yazmaya içimde bir çok şey birikti.
hepsini yavaş yavaş satırlara dökmeye çalışacağım.
ama ilk sıra Bodrum tatilimin!
Evvvet 07 Ağustos-14 Ağustos tarihleri arasında tatile çıkabildim!
sevdiceğin iş takvimi dolayısıyla defalarca ertelemeler,
acaba gidebilecek miyiz diye dertlenmelerle geçen günlerden sonra,
izinlerimizi denkleştirebildik.
defalarca " bu sene başka yere gidelim. Kaş mesela? Yok yok Ayvalık. En iyisi Bozcaada " diye sayıklamalarımıza rağmen,
sonuç olarak yine Bodrum' a gittik.

ben ilk kez 1990 yılında gitmiştim Bodrum' a.
bu yıl tam 20 sene olmuş.
8 yaşındaydım, 28 yaşıma gelmişim.
annemlerin ilk ziyareti ise 1979 yılında olduğu için,
ablamla ikimizin Bodrum'u ilk kez görüp hayran kaldığımız 1990 yılında bile bize:
-
Ahhh ahh siz esas Bodrum'un eski halerini görecektiniz,
tiradları çekerlerdi.
eh ben de şimdi 20 yıllık oldum ve Bodrum'un yeni halini beğenmemeyi ihmal etmiyorum.
her gördüğüm " Bodrum çömezi " ne " ayy Bodrum çok bozuldu şekerim " diyorum.
ama yine de dönüp dolaşıp hemen her yaz soluğu orada alıyorum.
sevdicek de sayemde son 3 yazdır bu ritüele katıldı.
aslında giderken mırın kırın ediyor,
ama sonuçta her gittiğimizde biz Bodrum'da yine iyi vakit geçiriyoruz,
sebebini ise şuna balıyoruz:
Bodrum'da her hayat tarzına uygun tatil var.

kimilerinin zannettiği gibi sadece eller havaya mekanların olduğu,
gündüzleri beach clubların,
geceleri sosyetik barların çılgın danslar ve müziklerle dolup taştığı bir yer değil.
tabii bunlar var.
ama sadece kafasını dinlemek isteyenlerin doğa-güneş ve balıklarla başbaşa,
sessiz mi ıssız bir tatil geçirebilecekleri cennet köşeleri de var.

tekne tatili de yapabilirsiniz Bodrum'da,
5 yıldızlı otelde aile saadeti de yaşayabilirsiniz,
lüx butik oteller de var,
4-5 öğrenci toplanıp 1 gecesini acaip ucuza kapatabileceğiniz pansiyonlar da.
hatta Bodrum'da köy hayatını seçmek ve yaşamak da mümkün.

bilmeyenler için söylüyorum,
Bodrum aslında oldukça büyük sayılabilecek bir yarımada.
ve bu çevrede birbirine 20-30 km uzaklıkta küçük-küçük yerleşim birimleri var.
İstanbul istikametinden Bodrum merkeze gelmeden Güvercinlik ve Torba var mesela.
7 km ilerde Bodrum merkez,
hemen 1 km ötesinde Gümbet,
5-6 km geçince Bitez,
ve ilerleyen kilometrelerde Ortaklar, Akyarlar, Turgutreis,
Gümüşlük,
Yalıkavak,
Gündoğan,
Türkbükü vs vs..
hepsi ayrı ayrı güzeller ve farklı lezzetteler.
bu yüzden Bodrum' a tu kaka demek
ve ondan vazgeçmek kolay olmuyor.

biz bu sene Turgutreis'te kalmayı tercih ettik.
ama sebebi fiyatının uygun olmasından başka bir şey değildi,
çünkü dediğim gibi Bodrum'da otelinizin hangi lokasyonda olduğu çok önemli olmaz.

şunu söyleyeyim,
Bodrum pek "herşey dahil" bir otele kapanıp,
tüm günü otel aktiviteleriyle geçirmek isteyenler için değildir.
çünkü yukarıda bahsetiğim küçük küçük yerleşimleri, koyları, plajları gezmek, her gün farklı bir noktasını ziyaret etmek güzeldir.
zamanında annemlerle tatile gittiğimizde,

5 yıldızlı otellere ne paralar verip,
yine denize girmeye sağa sola kaçtığımızı,
yemekleri farklı yerlerde yemekten hoşlandığımız için,
o dağ gibi açık büfeleri otelde boynu bükük bıraktığımızı bilirim.
ama artık onlar da akıllandılar,
Bodrum' a gittiklerinde butik otellerde kalıyorlar,
lüx tesiste kalmak isterlerse bu haklarını Antalya tarafında kullanıyorlar.
(ki bence de özellikle çocuklu aileler için en mantıklısı bu )

neyse sonuç olarak 7 ağustos sabahı
-tam olarak "sabahı" çünkü saat 05:00'te kalktık,
ben ancak hazırlanıp çıkabiliyorum da-
neşe içinde kalktık.
düşünsenize 1 yıldan fazla zamandır beklediğimiz yıllık iznimize başlamıştık.
üstelik bu yıl ev arama, taşınma vs gibi fiziksel olarak yorucu aktivitelerle de doluydu
ve hem beyinlerimiz hem bedenlerimiz bu tatili fazlasıyla istiyordu.

sevdicekle ikimize ait bi arabayla -toruk macto- ilk kez uzun yol yapacaktık,
heyecanlıydık.
önce İDO'ya atladık,
Bursa'ya hoop 1,5 saat içinde zıpladık.
sonra -aslında daha erken olmasına rağmen- Susurluk'ta mola verdik.
çünkü benim için sadece Bodrum' a gitmek değil,
giderken Susurluk'da durup, mutlaka ayran içip tost yemek de bir ritüeldi.
( sevdiceğe acımayın, inanın o da bu ritüellerden mutlu! )

sonra Selçuk civarına varana kadar tekrar durmadık.
burada ikinci bir mola verdikten sonra,
akşamüstü otelimizde ulaştık!

ahhh Bodrum ahhhh Bodrum'um nasıl özlemişim!
ama nasıl da yol yorgunuyum..
canım bir şey yapmak istemiyor.
ilk akşamı Turgutreis'de geçirmeye karar verdik.
ancak yemek yiyecek kadar mecalimiz vardı.
zaten sevdicek gece hayatından pek hoşlanmadığından
- yoz ve dejenere buluomuş, biraz paşadır kendisi -
bizim gece gezmelerimiz pek o kadar hareketli geçmedi.

neyss..
o akşam Turgutreis'de daha önceden methini duyduğumuz Fatma Bacı'da bir şeyler yedik.
ama öyle abartılacak bir lezzet göremedik.
sonra da odamıza dönüp uykunun yumuşak kollarına yuvarlanıverdik.

sabah kalkıp bu yaz ilk kez denize ve güneşe kavuşacak olmanın minik minik kalp çarpıntılarıyla,
Meteor Beach' e gittik.
öyle çok ahım şahım bir yer değil ama denizi güzel, sessiz sakin.
akşama kadar kafalarımızı ve vücutlarımızı dinlendirdik.
gece olunca da Türkbükü'ne gittik.
23.59 yasağından sonra müziği kısma kuralına uymayan işletmelere kesilen ceza yüzünden,
etraf pek sessiz ve durgundu.
biz de yalnızca yemek yedik ve bir kaç tur atıp etrafı gözlemledik.
Türkbükü'nün ilgniç bir yapısı var,
sahilin ortalarında bir yerde,

aslında köprü bile diyemeyeceğimiz küçük bir köprücük var.
bu köprücük ne hikmetse sosyal sınıfları ayrıştırma görevi de görüyor.
ilk etapta kim nasıl karar verdi bu ayrışmaya bilmiyorum,
ama köprünün iki yakası iki farklı dünya gibi.
köprünün diğer tarafı da çok ucuz sayılmaz,

ama fiyatları Bodrum geneline yakın,
makul güzel yerler var.
köprüyü geçtiğinizde ise über pahalı süpersonik mekanlarla karşılaşıyorsunuz.
ve olayın ilginç tarafı fiyatların nispeten uygun olduğu kısım sinek avlarken,
pahalı olan kısımda rezervasyonsuz yer bulunmuyor!
işte yurdum paradoksu.
biz Türkbükü'nden ayrılırken 3-5 bebe " ayy kıvanç tatlıtuğ buradaymışşş " diye ellerinde kameralarla arkamızda bir yerlere doğru koşuyordu.
Allah akıl fikir versin!

ertesi gün Ortakent'te Dedeman Scala Beach'e gittik.
bence Bodrum'daki en güzel beach burası.
konforlu ama sonradan görmelerle dolu değil,
fiyatlar da gayet normal.

kocaman pofuduk minderin üzerine kah iskelede kah çimenlik alanda serilebiliyor,
kocaman hamaklarında sallanabiliyorsunuz.
denizi de çok temiz ve hemen iskelenin üzerinde duş var.
adımlarca yürümeden,

denizden çıkar çıkmaz tuzlarınızdan arınıp,
minderinize tekrar gömülebiliyorsunuz.
geniş bir arazi-deniz-çimen-kum-yemek!
müzik de var ama huzur içinde kitap okumayı engelleyecek kadar değil.
kısacası burada güzel bir gün geçirebiliyorsunuz.

akşam olunca benim ritüellerimden birini daha gerçekleştirmek için Bodrum'un merkezine,
Sultanahmet Köftecisi'ne gittik.
bu mekanın öyle ahım şahım bi olayı yok ama
senelerdir gide-gele içimde bi sevgi oluşmuş işte.
oraya gidip deniz kenarındaki masalarda yemek yemezsem Bodrum'a gitmiş gibi olmuyorum.
yemeğimi de asla değiştirmem:
-hava ne kadar sıcak olursa olsun nefis domates çorbası
-sultanahmet köftesi
-dondurmalı irmik helvası


bunları belki normalde dışarda yemem,
dışarı çıkmışken bilmem ne sosunda marine edilmiş bilmem ne eti vs yemeyi daha çok severim,
yani farklı gurme lezzetler denerim.
ama Sultanahmet Köftecisi'nin olayı bu işte.
basit yemekleri nefis bi şekilde pişirdikleri için,
ya da bana lezzetli geldiği için,
afiyetle mideme indirmekten bıkmıyorum.
(yalnız 2 köfte bi çorbayı amma övdüm.
belki bu bloğu okuyup övgülerimi takdir ederler.
Amin! )


yemekten sonra biraz turlayıp 12:00 gibi Fink' e gittik.
bu da benim için ritüel gibi bi şey.
(offf kaç etti di mi )
burası açıldığından beri hemen hemen her sene girmişimdir herhalde.
sevdicek bu tarz ortamları tabii ki pek sevmiyor,
kızların kendini göstermeye,

erkeklerin de kız bulmaya geldiği mekanlar olarak niteliyor.
benim hatrıma sadece yanımda dikiliyor,
ben de votka portakalları hüpletip dans ediyorum işte.
zaten Bodrum'da içip zıplamak için bana göre gidilebilecek 3 yer var:
Vittoria, Fink, Cuba.
bunların arasında bana göre en iyisi Fink.
çünkü kocaman bir kapısı ve bu kapıda koruma değil korumalar ordusu var.
sadece " damsız almıyoruz " kuralı geçmiyor,
bu koruma ordusunun sizin tipinizi de beğenmesi gerekiyor.
geçemeyenler tabi biraz bozuluyor ama yaptıkları bu kontrol bence faydalı,
çünkü bunu ihmal eden mekanlar apaçilerden geçilmiyor.
özellikle artık adımımızı bile atmadığımız Gümbet!
tek kelimeyle berbat bir yer.
zaten kum ve sığ olduğu için denizini sevmem.
akşamları barlardaki durum ise şöyle oluyor:
dünyadan habersiz görünen, genç güzel ve saf turistler,
ve bunların arasında İsmail YK figürleri yapan, masaların üzerine çıkmış apaçiler.
bu manzaraya zaten ben de dayanamıyorum da,
sevdicek bu gibi yerlerin önünde fazla dikilsem bile elimi tuttuğu gibi beni uzaklara sürüklüyor.
ama görmeniz lazım,
gerçekten feci bi şiy!

sözün özü o geceyi Fink'te geçirdik
ve ertesi gün yine vazgeçilmezlerim arasında yer alan bir aktivite gerçekleştirdik:
tekne gezisine gittik.
Bodrum'a eğer hayatınız boyunca 1 kere gidecekseniz,
o tatilin en az 1 gününü mutlaka tekne turuna ayırmalısınız derim ben.
çünkü koylar gerçekten eşsiz güzellikte.
hoş, artık fazla müşteri almak adına bu turların suyunu çıkardılar,
yemek zamanı bir masaya yanyana 3 çift filan oturmak zorunda kalıyorsunuz,
ama gittiğiniz yerler güzel işte!
teknedeki kalabalığı çok takmazsanız deniz-güneş-doğa ile dopdolu bir gün geçirebiliyorsunuz.
ara sıra rotayı değiştiriyorlar ama biz o gün:
akvaryum-kızılburun-tavşan koyu-meteor çukuru ve adını unuttum bir yerde daha( :) ) demirledik.
bol bol yüzdüm, daldım, şnorkelle derinlere baktım.
rüzgardan dolayı Poyraz'a uğrayamamış olmanın üzüntüsünü duysam da,
maviye doyduğumuz bir gün geçirdim.

akşamki programımız Gümüşlük'tü.
Gümüşlük için söyleyebileceğim tek şey şu: kelimeler kifayetsiz.
o kadar güzel, küçük, şirin bir doğal liman ki,
o huzur dolu havasına,
denizden yürüyerek gidebildiğiniz hemen dibindeki Tavşan Adası'na,
güneşin batışına ne desem bilemiyorum.
hani yukarıda
" Bodrum'a eğer hayatınız boyunca 1 kere gidecekseniz,
o tatilin en az 1 gününü mutlaka tekne turuna ayırmalısınız "
demiştim ya,
eğer hayatınız boyunca hiiiiç Bodrum' a gitmeyi düşünmüyorsanız bile,
kendi kendinize bir karar alın

ve 2-3 günlüğüne de olsa Gümüşlük'te kalın.
o duyguyu yaşayın.

huzurlu, buğulu, sukünet içinde bir Gümüşlük akşamı geçirdikten,
dönüşte de kendimize nefis cevizli-zencefilli kurabiyelerden aldıktan sonra,
ertesi gün nerede denize gireceğimizle ilgili plan yapmadığımızı fark ettik.
ve sabah uyandığımızda ise şuna karar verdik,
arabaya atlayıp bi yerlere doğru gidecektik,
beğendiğimizi düşündüğümüz yerde de denize girecektik.
epey gitmişiz ki Gündoğan taraflarına geldiğimizi fark ettik.
ve hemen Gündoğan'ın yakınındaki Küçükbük diye bir yerde günümüzü geçirmeye karar verdik.
nefis otlu peynirli gözlemeler eşliğinde,
Bodrum geneline göre inanılmaz sıcak bir suya sahip olan bu minik koyda zaman geçirdik.

akşam olduğunda ben biraz isyan eder haldeydim.
Bodrum merkeze gitmiştik ve boş boş geziyorduk.
ben:
" akşamları hiç bi şey yapmıyoruz,bir tek Fink' e gittik,
yemek sonrası dondurma yiyip boncukçu gezmekten fenalık geldi"
diye diye sevdiceğin başının etini yemekteydim.
sevdicek de kendi kriterlerine göre bir yer bulamadığından,
canlı müzik dinlemekten hoşlandığından filan bahsedip duruyordu.
bu arada Mavi'nin ve Veli'nin,
yani Bodrum'un kaliteli canlı müzik olan mekanlarının önünden geçmiştik
ama mevcut yaş ortalaması 50+ olduğu için oralara da girmek istememiştik.
amaçsızca marinanın sonuna doğru yürüyorduk ve ben artık sinirleniyordum.
sevdiceğe " hadi nereye gitmek istiyorsan söyle " diye sormaktan bıkmıştım ki,
aklıma bir şey geldi.
taaaa marinanın en sonunda olduğu için bizim pek gitmediğimiz
ama annemlerden ve aslında herkesten methini duyduğum Marina Yacht Club vardı.
" orada canlı müzik oluodu,
buraya kadar yürümüşken bi bakalım bari "
dedim.
kapıya kadar geldik ki mekanın kapısında Maserati yazıyor.
ve içerisi inanılmaz tiky ve pahalı görünüyor.
sevdicek biraz ürktü,
tatil için ayırdığımız tüm parayı burada bırakmayalım istersen filan demeye başladı.
ben kapının yanına astıkları program listesini incelemeye başladım,
ve o tatlı gerçeği gördüm!
o akşam orada hep dinlemek istediğim muhteşem insanlar: İstanbul Gelişim çalıyordu.
Asım Ekren, Neco, Garo Mafyan, Atilla Özdemiroğlu, Mert Ekren o anda bi adım ötemizde aynı sahneyi paylaşıyordu.
hemen içeri giriyoruz dedim,
ödeyeceğimiz hesap ya da rezervasyonumuz olmaması umrumda değildi,
kapının önünde dikilebilir,
merdivenlere filan tüneyebilirdim.
kalabalığın içine gözü kara şekilde daldık.
yolun ortasında durduğumuz için bize çarpan garsonlara yer sorduk ama tabii ki tüm masalar doluydu,
yine de eğer istersek barda durabileceğimizi söylediler.
bar da haliyle doluydu ama kenar-kıyı bir yer bulup yerleştik.
benim taburem vardı,
sevdiceğin taburesi dahi yoktu ama sahnede inanılmaz eğlenceli şeyler oluyordu
ve ikimiz de çıkmaya niyetli değildik.
korka korka barmenden ilk içkilerimizi istedik ama o da ne?
fiyatlar hiç düşündüğümüz gibi değildi,
hatta normalden ucuz bile sayılabilirdi.
Fink'te ilk içkiye 25 TL alırlarken,

burada votka portakala sadece 17,5 TL ödedik.
yani 2 kişi buraya gelip 100 TL bile vermeden bu muhteşem insanları canlı canlı izleyebildik!
aslında bunu yazmasam mı diye çok düşündüm çünkü zaten çok kalabalık
ve böyle güzel bir mekanda böyle kaliteli bir müziğin ve eğlencenin tadının bu kadar ucuza çıkarılabileceğini bir kere de ben duyurmak istemedim,
(malum çok takipçim var)
ama dayanamadım ve siz sevgili okurlarımı da haberdar etmek istedim.
benim gibi senelerce Bodrum'a gidip de bu güzel mekana uğramazlık yapmayın.
bizim dönmemiz gerekiyordu ama pazar-pazartesi akşamları da Fatih Erkoç çıkıyormuş,
siz onu da kaçırmayın.
(dedikodu: bu arada o akşam ki izleyiciler arasında Oktay Kaynarca,
Gülriz Sururi ve Engin Cezzar da vardı )

İstanbul Gelişim sahnede inanılmaz bir performans sergiledi,
jazz da söyledi pop da, samba da.
beggin bile çalındı.
çok çok eğlendik ve spontane gelişen bu gece için şansımıza şükrettik.
herhalde planlasak böyle eğlenemezdik.

güzel tatlı bir yorgunluk içinde otelimize gittik.
ertesi gün yine geçen gittiğimizde bayıldığımız Scala'ya,
akşam da " buraya bu sene bir kerecik gelsek ayıp olurdu " dediğimiz Gümüşlüğümüz'e gittik.
balığımızı -levrek-, dondurmamızı yedik.
Jazz Cafe'de Birsen Tezer çıkıyordu,
orada oturmak istedik ama yer yoktu,
sadece önünden 2 kez geçmekle yetindik.
el yapımı hediyelik eşyalardan da ufak tefek bir şeyler aldıktan sonra,
otelimize gittik.

son günümüzde de artık sağa sola koşturup yorulmak istemediğimiz için Turgutreis'te kaldık.
hem gündüz denize buradan girdik hem de akşamı burada geçirdik.
yaptığımız tek aktivite yemek sonrası yeni açılan Kahve Dünyası'na gitmekdi.
(Turgutreis'e gidecekseniz D-Marin'i ve Kahve Dünyası'nı tavsiye ederim.)

böylece Bodrum tatilimizi bitirdik
ve ertesi gün dönüş yollarına döküldük.

şimdilik bu kadarı yeterli.
ama dönüşümüz ilerde başka bir yazıya konu olabilecek gibi.

hepinizi kucaklayıp huzurdan çekiliyorum şimdi..


1.07.2010

çekici erkek olmak..


merhabalar sevgi pıtırcıklarım.
bugün size büyükkkk, müthişşşşş, inanılmaz bir hizmet sunacağım.
artık yardım mı dersiniz,
iyilik mi dersiniz,
ne dersiniz onu bilemiiicim.
fakat bu iyiliğim sadece erkeklere..
üzgünüm kızlar.
ama siz de bu yazıdan kendiniz için nasiplenebilir,
ufkunuzu açabilirsiniz tabi,
ona bir şey diyemem.

evett!
şimdi bu yaşıma gelinceye kadar tanıdığım erkeklerin içinden,
sevgili olunan-hoşlanılan-aşık olunan kabilinden olanları atın.
yani kafanızda "normal arkadaş olunan erkekler" elemanlarından oluşan bir küme oluşturun.
işte bunların içinde bir tanesi dahi yoktur ki,
hayatının bir döneminde bana kızlarla ilgili dertlerinden bahsetmiş olmasın.
hepsi ama hepsi sağolsunlar ben de bir dişi olduğumdan,
kadın milleti hakkındaki tüm sırlara vakıf olduğuma inanıp durdular.
ve gönül ilişkileriyle ilgili bana danışmaktan kaçınmadılar
(canlarım!)
taleplerin ve sorunların genel dağılımı aşağıdaki gibiydi:

-kızlara nasıl yaklaşırım? (%80)
-güzel kızlarla çıkmaktan korkuyorum, güzel kızlar daha mı çok aldatır? (%38)
-sevgilim var, ama ona soğuk mu yaklaşsam çok mu üstüne düşsem? (akabinde) kaçan kovalanır mı?(%65)
-sevgilimi deli gibi kıskanıyorum, yardım et! alt kümelerinde:
a) benim arattırdığımı belli etmeden onu arar mısın lütfeeeeeennnn. nerede olduğunu öğrenmeliyim ama onu boğmak da istemiyorum.
b) onu ara buluşalım diye çağır, en azından seninle olduğunu bileyim. sana güveniyorum. ama onu yakışıklı olan hiçbir arkadaşınla tanıştırma. kız kıza evde filan takılın. (oldu! )
c) bir gün üçümüz buluşalım. sonra ben arabaya filan bi şey almaya gideyim numaradan, sen kızın çaktırmadan ağzını ara, beni gerçekten sevio mu ne düşünüo benim hakkımda öğreniver. ( te allahımm )
-benim kızdan ayrılmam lazım. kalbini kırmadan/başıma bela etmeden nasıl ayrılırım? (%90)
ve vee veeeee en bomba soru
-hayatttttgibiiiiii senin güzel kız arkadaşların vardır bana onlardan birini ayarlar mısınnnnnnnnn..

şimdi,
buradan hepinize cevap veriyorum:
-benim etrafımda hepinize yetecek kadar güzel kız yok!
olsa bile,
1-) sen baştan "güzel kız" diye kriteri koyuyorsun ama bir dönüp kendine bak bakalım öyle bir görüşte aşık olunacak biri misin, yoksa hatalı imalat mısın?
2-) ben nasıl bir manyak olayım ki, sürekli etrafımdaki kızlara "bu motorcan denen kız pek güzelmiş. hemen geçen gün bana ayarlama talebinde bulunan kankim feticanla bunun arasını yapayım, o olmazsa utkucan, o da olmadı berkecan" gözüyle bakayım? 7/24 bu modda dolaşayım?

tamam,
bugüne kadar derdinize merhem olmaya çalıştım,
ama ben de bi insanım nihayetinde.
kendi hayatım, kendi ilişkim var.

o yüzden dedim ki,
neden bir kılavuz sunmuyorum ben erkeklere?
bana bir soru sorduklarında,
kafamın üzerinde yanıp sönen bir ok işareti belirsin
ve onlara bloğumun bu sayfasını göstersin!
ayrıca sanal alem delikanlıları da bu hizmetten nasiplensin.

sonunda karar verdim ve üşenmedim,
internetten kadınların erkeklerde neyi beğendiği ile ilgili bilgileri (sevgili ekşisözlük başta olmak üzere) derledim.
ancak bunu size zırt pırt gelen forward mailler gibi düşünerek okumamazlık etmeyin,
çünkü kendi ellerimle bunları tek tek gerçek hayatta çevremde gördüğüm beğenilerle eşleştirerek seçtim.
artık bu maddelere bakarak,
kendi sevgilinizi kendiniz de bulabilirsiniz.
( aramaya inanın )

bulduktan sonra da,
buradaki ipuçlarını kullanarak,
onu kendinize sımsıkı bağlayabilir,
mutlu bir ilişkinin serin sularına yelken açabilirsiniz.

ha, ben bunları uygulamak için neden uğraşayım,
ben kendim olurum,
kız beni arar bulur seveceği varsa sever zaten diyenlere lafım yok.
benim kılavuzum yalnızlık canına tak etmişlere
ve ömrünü "ben zaten süper bir erkeğim, ne değişicem" derken yalnız tamamlamak istemeyenlere :)

şimdi kah eğlenceli olduğu için,
kah gerçekten "evvvet budur işte çekici erkek" diyerek seçtiğim
ve aşağıda yer verdiğim bu maddelerin hepsine ben tek tek katılırım diyemiyorum.
ama kızlar çeşit çeşit olduğu için size ne beğeniliyorsa hepsini listeleyeyim dedim.
yani kızların genel geçer bayıldıkları hakkında bir fikriniz olsun istedim.
yalnız benim en hoşuma giden maddeyi kırmızıyla işaretledim.
(renk körleri için: 10. madde )

şimdi sizi o müthiş listeyle başbaşa bırakıyorum:

erkekleri ne çekici kılan nedir?

1-)tam ihtiyacınız olduğu, canınız sıkıldığı anda sizinle ilgilenmeleri.
bunu gözüne soktuğunuzda değil de bir şekilde sezerek yapmaları.
sıkıntılı olduğunuz konu üzerine değil üstelik bambaşka şeyler hakkında konuşmaları.
2-)bir şey tamir ederken o şeye çok pis konsantre olmaları.
3-)sinirliyken dişlerini sıkmaları ve yanak kemiklerinin kısa periyodlarla belirginleşip kaybolması.
4-)bakışı, gülüşü, yanaktaki gamzesi, ses tonu, zekası, kokusu, espri anlayışı.
5-)ferrari'sinin anahtarını elinde sallaması.
6-)teksas holdem ( poker) masasında elinden daha iyi eli olan rakibini blöfle kaçırdıktan sonra kendi kağıtlarını masaya atıp pis pis sırıtmaları.
7-)askerlik anılarını anlatmamaları.
8-)içten gelen yani göstermelik olmayan kibarlık.
9-)karşılıksız yardımseverlik.
10-)siz elele uzaklaşırken arkanızdan "ne mutlular" diye baktırması....
11-)kibar bir hareketle öncelik vermeleri.
örneklemek gerekirse asansörden inerken, kapıdan çıkarken, kasadan geçerken vs.
nazik bir el hareketi ve küçük bir gülümseme...
sizi farketmeyen bir kadının dikkatini yıldırım hızında üzerinize çekebilir ve unutulmazlar arasına girebilirsiniz.
12-)imf başkanına ayakkabı fırlatmak.
13-)sizi ve ailenizi şaşırtabilmeleri.
14-)iltifatları hiç farkettirmeden aralarda sokuşturması.
15-)iş dönüşü üstündeki takım elbiseye aldırış etmeden ceketini çıkarıp mahalledeki çocuklarla futbol oynaması.
16-)ona bakmadığınız sıralarda bile sürekli size bakması (izlemesi) ve kafasını hafifçe eğerek ona bakmanızı sağlaması..
17-)sevgilisine ya da eşine olan sadakati.
kendini beğenmiş züppe çıtırlara yüz vermeyerek g.t etmesi.
18-)tam öpecekken geri çekilip çapkın çapkın gülümsemesi, sonra öpmesi.
karizmayı anında ona katlamak suretiyle hatunu pelte kıvamına getirir, söyleyeyim.
19-)mahcup olduklarında takındıkları 'üzgün yavru köpek bakışı'dır.
20-)telefonda gene kadın tirpleri. "bık bık bık, bi sure göruşmeyelim, bık bık bık.." telefonu tamam deyip kapayın.
sonra kalkın hatunun evine gidin.
saat kaç olursa olsun üşenmiyoruz bu noktada.
görunce "şişşş, hiç konuşma" deyin, saçlarını okşayıp yanına kıvrılın yatın. gene sen benimsin, senin için savaşırım mesajı.
21-)türkçe okuyup türkçe düşünen erkeklere özel not: "bakmayın siz kadın milletinin bol keseden atmasına, bu zaman diliminde yakışıklı olmanız %99 yetiyor.
ki bu da çok büyük bir oran. tipsizleriniz için üzgünüm gençler.
22-)hesabı ödemeleri, valizleri taşımaları ve arabaları parketmeleri mesela. daha ne olsun.
23-)centilmen olmaları.
24-)müzikten anlamaları, müzikten zevk almaları, paylaşmaları, okumaları, düşünmeleri, kafa yormaları, odun olmamaları, "karşında eriyorum" der gibi bakmaları, mütevazi ve hatta mümkünse biraz da masum olmaları. sakal, düzgün vücut, karman çorman saçlar, hayvan sevgisi, azıcık da empati olursa da tadından yenmez tabii.
25-)her hatunu potansiyel görmemesi, önüne gelene asılmaması.
26-)gerektiğinde yırtıcı bir kaplan, gerektiğinde de süt dökmüş bir kedi olabilmesi.
ama neden sonra, tüm bu ruh halleriyle dalga geçebilen bir maymun da olabilmesi.
27-)herkese sert, size yumuşak bakışları olması.
28-)yoğun bir iş günü ardından dağılmış saçlar, yakası gevşetilmiş bir takım elbise ve sol yüzük parmağında alyans, tabi o alyansın sebebi de siz olmalısınız.
29-)karşısındaki için önemli olduğunu bildiği bir konuyu
tam karşısına oturup,
gözlerinin içine bakıp,
tane tane konuşarak ve içten bir gülümsemeyle anlatması.
30-)bütün falsolarına ragmen herhangi bir alanda (sanat, spor vb.) bir şeyi cok iyi yapması.
31-)ıssız adam olmaması, hayatta ne istedigini bilmesi, ilişkide saglam durması ve günlük yaşamaması...
32-)dikkatli bir kadının sadece bayılacağı küçük detaylara dikkat etmesi: kapı tutması, elini yumuşak bi şekilde belinizde tutmasi, parfümün ve saç jölesi vs. abartısız kullanımı, bazı ortamlarda size çaktırmadan da olsa sizi sahiplenmesi, içten gülümsemesi, romantizmi çiçekçiden bir tane gül olarak görmemesi, karşısındakini küçümsememesi ve teşekkür beklemeyen iyilikler yapması.
33-)hayatınıza heyecan katma potansiyeline sahip olmaları.
34-)göğsünde uyumanızı sevmesi, şefkatli kolları, size aşkla bakması, mis kokusu, saçlarının mis kokması, kirli sakalı, güzel ses tonu, incinmenizi istememesi, tisort cikarma hareketi, cesaretli olması, herkese mavi boncuk dağıtmaması, iyi bildiği konularda mütevazi olması, bilmediği konularda bilmediğini kabul etmesi, yeri geldiğinde alttan alması, yanlış yaptığınızda düzgün bir dilde uyarması, aşırıya kaçmayan kıskançlıkları, zeki olması, kolları, kolları, kolları..
35-)loş ışıkta uyuklarken yanında kitap okuması.
36-)çocuksu saf bir ifade ve gozlerinde zeka pırıltısı varsa tadından yenmez valla.
37-)sevgilisi birşeyleri heyecanlı ve seri bir şekilde anlatırken, onun sözünü kesmeden, gözlerinin derinliklerine taaa diplere hafif tebessüm ederek bakması.
38-)hafif alkollüyken sizi kendine çekip gözlerinize sevgi dolu bakışlar atıp derin bir nefes alıp bu kokuyu seviyorum özlüyorum demesi... sevdiğini belli etmesi, şefkatiyle sarıp sarmalayıp yüreğinizi huzurla doldurması....
39-)ince düşünce, sükunet, panik anlarında dahi gülümseyebilmek, yaptığınız hatalarla tepenize çıkmadan gel beraber düzeltelim demek...özetle kafası rahat olmak, huzur saçmak.

40-)Edward* olması..


PS : canlarım??
bu çarşamba gününün benim bilmediğim bi önemi filan mı var?
okulların kapanması vs gibi bi şey olmadığına göre,
bu çarşambanın ne hikmeti var ki Twilight'ı çarşamba çarşamba gösterime sokuolar?
Edward hastası zengin bebeler, filmi seyretmek isteyen "çalışan takımıyla" karşılaşmasın,
rahat klimalı salonlar sıkış sıkış olmadan boş koltuklar eşliğinde filmini ferah ferah izlesin diye mi?
bunun için mi "normal" insanların gündüz saatlerinde vakit ayıramayacağı bi güne ilk gösterimini koydunuz?
bilgilenmek isterim..







15.06.2010

beynime yapılan işkence ve Sibel Arna'ya inciler..


***şimdi arkadaşlar.
devlet nedir?
TDK bu konuda ne demiştir?
"toprak bütünlüğüne bağlı olarak,
siyasal bakımdan örgütlenmiş millet veya milletler topluluğunun oluşturduğu tüzel varlık"
evet devlet,
insanlar bu dünyada serbestçe yuvarlanıp dolaşan taşlar gibi hürken,
kendi kendilerine düşünüp gerekliliğine kanaat getirdikleri,
bir takım hadiselerin bir üst perdeden yönetilmesine,
ayarlamaların, görevlendirmelerin ve paylaşımın bla bla yapılmasına "yukarıdan" yardımcı olması için,
bir milletin kendini hakim saydığı topraklar üzerinde kurdukları siyasi bir örgüt,
bir tüzel varlık kısaca.
peki teknoloji ne?
"insanın maddi çevresini denetlemek ve değiştirmek amacıyla geliştirdiği araç gereçlerle bunlara ilişkin bilgilerin tümü."
yani bunu da tıpkı devlet gibi insanlar aslında kendi kendine "icat" ediyor.
yoktan var ediyor.
hayatını kolaylaştırsın, denetleme ve değiştirme işine yardımcı olsun diye.

madem biz hem devlete hem de teknolojiye sahip insaoğullarıyız,
o halde, lütfen:
devlet bu vuvuzelaya hemen bi şeyler yapsın!
çok çabuk ama, rica ediyoruz.
(ve biri bana açıklasın neden 21. yüzyılda bu işkenceyi çekmek zorundayız?!)

devlet yapamıyorsa da teknolojiyi üreten ve yönlendiren insanlar,
"vuvuzelanın ses frekansını ölçtük ve bundan etkilenmemenizi sağlayacak kulaklık vb geliştirdik,
alın Dünya Kupası bitmeden tepe tepe kullanın"
desin!
binlerce yıllık insani gelişimin bizi getirdiği nokta vuvuzela sesine mahkumiyet değildir, olamaz, olmamalı.

zaten 4 yılda bir yapılan,
bizim de 48 yılda bir filan zar-zor katıldığımız
-katılınca da en az 3. oluruz ama bak!-
güzzzzelimmm Dünya Kupası' nı izleme zevkini mahveden bu aygıtı -evet aygıt-,
"geleneksel çalgı işte ne yapalım, ehümehü kem küm" zırvalarıyla yasakla(ya)mayan FIFA'ya da selam olsun.
geleneksel olan her şeyi,
-en basitinden bir desibel sınırı dahi gözetmeksizin-
spor müsabakalarında kullanmak ne zamandan beri farz oldu?
bunu düşünenleri Olimpiyat Stadı'nda düzenlenecek,
binlerce kişinin aynı anda kemençe-saz-davul-zurna çaldığı bir etkinlikte görmek isteriz.
(bu arada bu enstrümanları vuvuzela gibi bir nesneyle aynı kefeye koyduğum zannedilmesin,
geleneksel olana övgünün varabileceği noktanın anlaşılabilmesi açısından,
şahane enstrümanların bile yüksek desibelde aynı anda aynı ortamda çalındığında kakafoniye neden olabileceğini anlamaları için bu örneği verdim)

ayrıca Dünya Kupası adı üzerinde dünyanın farklı kültürleriyle tanışmanın da zemini olmuştur tarihi süresince.
ben bir Hollandalı'nın da,
İngiliz'in de, İtalyan'ın da kendi renklerini,
kendine has tezahüratlarını ve showlarını görmek istiyorum tribünlerde.
ama illa her maç, kesintisiz, gol da olsa faul de olsa asla değişmeyen tek düze sinek vızıltısı!
en azından bu "gösteriyi" yalnızca Afrika ülkelerinin maçlarında yapabilecekleri şekilde sınırlandırılmalılar.
aksi takdirde yeni yetişen nesli Dünya Kupası ruhundan ve dahi futboldan soğutacaklar!

***Sibel Arna denen bir şahıs varmış.
açık söyleyeyim ben kendisini tanımaz-etmezdim.
maalesef hakkında patlayan bir polemik dolayısıyla bugün bir yazısını okuma şanssızlığına eriştim.
aslında burada kendİsinden bahsederek ona çok arzu ettiği primi de vermek istemezdim,
ama zaten artık meşhur oldu bir kere.
neyse bu şahsın Hürriyet'te bir "köşeciği" varmış.
işte o köşeciğinde:
"çocuğum-çocuk doğurdum ben-yemek filan da yiyo çok değişik-bugün ağladı inanılmaz bir çocuğum var benim-su bile içio,über çocuğum" minvalinde yazılar yazar,
kendi halinde yuvarlanır gidermiş.
bir gün bu köşeciye bi arkadaşı mı doktoru mu ne demiş ki -sinirimden unutum-
istersen çocuğunla da tekneye binebilirsin,
tatilini beraber geçirebilirsin.
bu da atlamış hemmmmen bilmem kaç metrelik 8 kameralı (evet kamera yazmış) teknesine,
keyifli mi pahalı bir mavi yolculuğa koyulmuş.
ama tabi yanına almak için can attığı yavrusuna kendisi bakacak değil ya -haşa!-
parya kabilinden gördüğü dadıyı da,
lütfedip tatile götürüvermiş.

ah! ama o mu tatil yapmş dadı mı tatil yapmış belli değilmiş.
o her saniyesinin tıkır tıkır parasını saydığı dadı,
yüzme filan bilmediği halde denize girmelere mi özenmemiş,
çocuğu teknenin içinde annesinin peşinde mi gezdirmemiş!
sennnnnn parası ödenmiş dadı,
sennnn çocuğu yeterince eğlendirebilseydin,
o çocuk annesine ihtiyaç duymayacaktı.
annesi de istediği gibi güneşlenebilecek, tatilini bozmayacaktı.

senin orada bulunma sebebin 7/24 Sibel Hn.'ın festivaline kol kanat germekken,
nasıl 0,14 saniye işine mola verip, manzaraya bakarak:
"ahh keşke kocam, çocuklarım da burada olsaydı" diye iç geçirirsin.
Sibel Hn. lütfedip seni Göcek'lere, Rodos'lara, Simi'lere götürmese sen oraları hiç görebilir miydin?
bak hemen fakir aklın başından uçtu.
çocuğa günde 1 yumurta yerine 1,01 yumurta yedirdin.
ve çocuğun fiziksel gelişimi tamamen bozuldu.
( üstelik ruhsal gelişimini olumsuz etkileyecek davranışlar çevresinde mevcutken.)

bir de teknedeki diğer çocuğun dadısı ekürinle beraber hiç utanmadan normal insanlar gibi yeni gördüğün bir yeri fotoğraflamaya kalkıyorsun.
sabırtaşı Sibel Hn.'ın sana "paçoozzzzz" diye bağırıp suratına bir tokat ekleştirmemesi bence asaletindendir!
(bkz.şahika koçarslanlı)
kendisi sadece tatil imkanlarından yararlanmak isteyen dadıların kafasını dalış tüpü olmadan suya gömmek istiyor o kadar!
Allahım bu ne yüce gönüllülük,
bu ne muteşem bir "patronluk" yarabbi.

şimdi Sibel Hanımcığım,
(-cığım diyorum ama?)
benim annem de çalışan bir anneydi,
benim de bir kaç tane dadım oldu,
inanmazsın herrr saniyelerinin parasını kuruş kuruş verdiğimiz halde,
onları istediğimiz gibi aşağılayamıyorduk, biliyor musun?
benim annemle babam bir tuhaflar.
bize sürekli
"bakın evimizde çalışan insanlara saygıyla yaklaşacaksınız,
biz evde yokken onları kesinlikle üzmeyecek, sözlerini dinleyeceksiniz.
işlerini zorlaştırmayacaksınız.
en ufak bir şekilde onlarla dalga geçtiğinizi görürsek fena ceza alırsınız"
derlerdi.
ne saçma di mi?
halbuki parasını vermiştik.
neyse hatırlamak istemediğim kötü günlerdi.
yazını okuyup bir yerlerde bu insanlara hak ettikleri gibi davranan birilerinin olduğunu görünce yüreğim serinledi.
öperim.




5.06.2010

yasak aşk destanı..


pek sevgili okuyucularım,
gündemin boğazımızı deli gibi sıktığı,
yüzümüzü televizyon tarafına ne zaman çevirsek gözlerimizden sicim gibi yaşların döküldüğü,
zorlu mu pis,
insanlıkdışı mı iğrenç bi hafta geçirdik.
dolayısıyla ben o konulara en azından bu yazıda girmek istemiyorum.

sizlere bir günlüğüne de olsa hafif,
uçucu bi şeylerden bahsetmek istiyorum.

bu güne kadar yazmayayım, yazmayayım dedim.
bu ışıltıya,
bu pırıltıya sessiz kalayım dedim ama olmadı ey hayatgibi.blogspot.com severler!
olamadı.
sonunda bu ıssız yürek de bu güzelliğe kayıtsız kalamadı.
biricik dizimiz Kurtlar Vadisi'ni bile izlenme oranında gerilerde bırakan,
eşsiz pırlantamız Aşk-ı Memnu bu sayfalarda da yerini almalıydı!

ben ki 24'ten, Lost'tan, Fringe'den ve türevlerinden başka dizi izlemezdim.
fakat her cuma yediğim öğle yemeğinde,
bir gece önce yayınlanan Aşk-ı Memnu bölümüyle ilgili çevrilen muhabbetleri anlayamamam yüzünden
lokmalarımın boğazıma inci inci dizilmesi,
beni bu diziyle tanışma sürecine itti.

geçen sene bu zamanlardı,
Aşk-ı Memnu'nun merakla beklenen sezon finali yayınlanacaktı.
gündüz saatlerinden başlayan bir tedirginlik,
bir heyecan dalgası milletimize ağır ağır yayılmaktaydı.

akşam saati geldi çattı.
ve bu gözler buluştu sonunda her hafta her hafta dedikodusunu duymaktan bıktığı o diziyle.
aman Allahım o da neydi?
biz çocukken annelerimizin seyrettiği,
bizim de tek kanal-tek TV geleneğinden dolayı göz ucumuzla şahit olup psikolojimizi bozduğumuz,
görkemli-büyük dramların kraliçesi Brezilya dizileri geri gelmişti.
o nasıl büyük büyük kıyafetler,
kocaman saçlar,
kolyeler,
küpeler,
kahvaltıya bile parti kılığında inmeler.
o nasıl entrika-şehvet-intikam üçgeninde, yemek masalarında dakikalarca göz süzmeler!
gösteriş ihtişam gırla!
şöyle düşünün dizinin zengin kızı ÖSS sınavına bile denize nazır bir sınıfta girmiş.
( diğer insan müsveddeleri gibi sanayi siteleri arasına karışmış,
is kokulu minicik sıralı okullarda girecek değildi ya )

fakat,
istediği takdirde dünyanın herhangi bir yerindeki bir okulda rahatlıkla okuyabilecek,
okumasa da babasının milyonları-milyarları-trilyonları sayesinde istediği an istediği işi kurabilecek ultra zengin hanım kızımız,
sınav stresinden bayılmış!
(sanki sınavı kazanamazsa yazın konfeksiyona işçi olarak gönderilecek,
asgari ücretin dahi altında sigortasız çalıştıracaklar kızı. neyss )


ama sonuçta pek tabiyyki kızımızın sınav salonuna geri dönmesine izin vermemişler,
çünkü - lütfen rica ederim buraya tikkat- adnan ziyagil'in kızı da herkesle eşit şartlara sahiptir,
bayılarak çıktığı sınav salonuna,
"hayır ayıldım ben, devam edeceğim sınavıma" diye böhür böhür ağladıysa da,
kesinlikle geri döndürülmemiştir.
(eşitlik denen bir şey var çünkü değil mi yani lütfen. )

neyse o zamanlar dizinin her derde deva karakteri Behlül'e bu ağlak kızı oyalama görevini vermişlerdi.
(tabii ki bir psikoloğun da yardımıyla,
because Nihal'in psikolojisi ÖSS'ye giremedi diye yerlerdeydi )

Behlül çok istemese de,
über lüx yaşamının biricik kaynağı amcasının isteğini bittabi geri çevirecek değildi.
o yüzden kah Nihal'i arabasıyla gezmelere götürmekte,
kah geceleri dışarı çıkartıp eğlendirmekteydi.
bir taraftan da beyni,
bir kaç kez öpüşüp koklaştığı,
ama bir türlü halvet olamadığı yengesiyle nasıl birleşeceğinin derdindeydi.

fettan yenge Bihter ise taaa o günlerden bu Nihal'in Behlül'ün devamlı etrafında gezmesinin tekin olmadığını sezmişti.
ve bölüm sonunda,
bir gece ansızın,
eliyle bahçeye henüz giriş yapmış olan Behlül'e "gel gel" işareti yaparak,
ara sıra arkasına dönüp çapkın bakış atmak suretiyle,
Ziyagil Korusu boyunca şeffaf beyaz elbisesiyle koşturarak,
masum minik Behlül'ü serada(!) sıkıştırmayı başardı.

bunlar nihayet muratlarına erdiler.
ondan sonra bütün yaz dizi geyikleri bu sahneyle çalkalandı da çalkalandı.
vay efendim böyle sahne çekilir miymiş,
çekilse bile o saatte yayınlanır mıymış,
bunlar ancak şifreli kanallara layıkmış,
bunlar işte öyle düşük öyle bayağı işlermiş!
Aileden sorumlu bakanımız,
eşcinselleri zavallı hasta insanlar olarak gören Sn.Kavaf bile olaya el attı da,
şimdi tam hatırlamıyorum,
dizilerin şifreli yayınlanması için kanun teklifi mi ne sundu.
( öyle sıradan bir dizi değil yani Aşk-ı Memnu,
bakan düzeyinde dikkate alınıyor. )

bendenizin naçizane fikri ise aslında sahnenin gayet de acemice çekilmiş,
gayet de kapalı ve geçiştirilmiş bir sahne olduğu önündeydi!
hadi hiç kalkıp sinemaya gitmiyorsunuz,
hiç Amerikan dizilerindeki uzuunnnn uzunnnn french kisslerle başlayıp neredeyse soft pornoya yakınsayan sahneleri de görmediniz diyelim,
ulan yıllarca ana-baba-çoluk çocuk beraber izlediğimiz Yalan Rüzgarı/Cesur ve Güzel bile bundan daha erotikti be!

neyse böylece bulaşmış oluk biz de bu merete.
(bkz.biz batının ahlaksızlığını aldık )
yeni sezon geldi çattı.
ara sıra aklıma geldikçe diziyi açıp takip ettim.
yavaş yavaş damarlarıma zerk ettiğim bu zehir,
hücre çeperlerine yerleşmeye başladı.

ve sonunda Aşk-ı Memnu seyretmenin raconunu öğrendim.
şimdi diziyi seyretme ritüeli şöyle seyrediyordu:
eve geldiğimde zaten özet kısmı bitmiş oluyordu.
televizyonu açtığım andan itibaren dizi hayatımızın arka fonunda akmaya başlıyordu.
bu arada mesela üzerimi değişmeye başka odalara filan gidebiliyordum.
içeriden hafifçe duyulan ses,
zaten fazla diyaloğun olmadığı diziyi takip etmek için yeterli oluyordu.
sonra mutfağa geçip yemek hazırlamak,
sofrayı toplamak,
beraberce yemek yiyerek günün kritiğini yapmak,
mutfağı temizlemek gibi eylemler sırasında bir taraftan da diziyi takip edebiliyordum.
bu yıllardır arayıp da bulamadığım bir şeydi.
TV'nin önünden gelip geçtikçe gözüme iliştirdiklerimi,
bir de dizinin son 15-20 dk.sını seyrettikten sonda,
o bölümle ilgili geyiklere ne zaman kulak kabartsam hiçbir şey kaçırmadığımı fark ediyordum.
misss gibi boğaz manzaraları,
güzel güzel insanlar,
über arabalar,
gaz verici damar müzikler de bonusu oluyordu.

böyle böyle bugünlere geldim.
şunu söylemeliyim ki ben:
1-)Behlül kadar sabırlı bir erkek
2-)Nihal kadar da nefret edilmeye layık bi kız görmedim.

hani bir insan büyük bir suç işler,
ancak ona öyle bir ceza verilir ki,
yoooo dostum bu kadarı da fazla diyecek duruma gelirsiniz.
bu durum tam da öyledir.

evet Behlül çok büyük pisliğin tekidir,
cibilliyetsizin önde gidenidir,
uçkuruna sahip olmak yerine gül gibi amcasını üzmeyi seçmiştir,
onun dünyasını başına yıkacak çok çok çok kötü haltlar yemiştir.
ama yine de Allah kimseyi Nihal'le ıslah etmesindir!
Tanrım bu nasıl bir salaklık,
bu nasıl bir ben süper bi insanım deliliği,
bu nasıl bir "Behlül benim, ona yapıştım, bırakmam" buldumcukluğu,
bu nasıl bir her yaptığını millete bağıra çağıra duyurma isteğidir?!

örn.
Behlül kendisine çalışma odasında ayak üstü öylesine evlenme teklif etmiştir.
"paçavra mıyım ben be?" diyip Behlül'ü bu ayılığından dolayı pişman edeceğine,
hem sevinçten gözyaşlarına boğulur,
hem de kapıdan çıkar çıkmaz yüzüğünü milletin gözüne doğru sallamaya başlayarak:

-babaaaaaaa, bak nişanlandık, ayhh o kadar mutluyum kiiiii, der.

diğer bazı incileri şöyledir:
-(kendisinin eğitimi için evde olan matmazele) ayyyy Behlül beni hiç ağzımdan öpmüo bilio musuaaaannn?
neden sence neden he nedennnn. geçen gün piyano başında ben öptüm onuğğğ.. ama o hemen başka tarafa baktığğğğ.. nedennn..
-(kendisine uzaktan aşık olan Beşir'e) biiissss aşkımla çokkk güselll ev aldık bilio musuannn??? yalıııı... sana da oda yaptırıyorum orda haberin olsun. artık bizim koklaşmalarımızı filan daha yakından takip edip rahat rahat kanser olabiliceksiiiaannn..
-(Bihter'e yani pek de samimi olmadığı üveeyyy annesine): Behlül'le teknede birlikte olduk bilio musuaaann? çokkkk güsellldii... yüzümden anlaşılıoooo mudur? ( nası yani???????????????!??! )


işte Allah Behlül'ün başına böyle bir bela musallat etmiştir.
Behlül daha yatakta gözünü açar açmaz başucuna damlar bu:
-Behlül'ün nereyeaa?
-banyoya canım..
-duş mu alacaksınnnn
-hı hı ( gitmeye çalışır )
-dur! çişini de yapacak mısın?
-kim bilir belki.
-büyüğün(!) ne durumda bu aralar? bi yumuşama filan varsa ellerimle doktora götüreyim.
-hmsf? yok canım geçeyim ben.. (ilerlemek ister)
-Behlül seni çok seviyorum.
-tamam canım.
-Behlüüüüllll
-evet?
-tuvaletten çıkınca hemen yanıma gel sana bi şey göstericem.
-ok.
-gelinliğim, düğün mekanımız, balayımız, binlerce detay, bunları konuşucaz hep!
-olur.
-sakın fazla oyalanma tuvalette.
-tabi.
-sana tapıyorum.
-sağol.

böyle bir ilişki düşünebiliyor musunuz?
oluyor wallahi oluyor,
hem de bu asırda,
Ziyagil Yalısı'nda!
dolayısıyla Nihal'e her baktığımda içimi Behlül'e karşı bir acıma kaplıyor.

neyse ki Nihal'in kendisinden bir kademe daha salak olan babası Ednan,
bunları mutlu etmek uğruna tonlarca para saçıyor da,
adam bu peygamber sabrını bozmuyor.

mesela dün Behlül'ümüzün doğumgünüydü.
kendisine ne hediye alındı dersiniz?
yüzen saray ebatlarında bir tekne!
artık ona yat mı dersiniz,
gemicik mi dersiniz orası sizin terchiniz.

fakat seyredenler için söylüyorum,
tekneye giderken arka arkaya senkronize şekilde binip kullandıkları ultra lüx arabalarıyla,
sonra da tekneyi görünce "hadi beraber coşalım" tarzındaki yapmacık konuşmalarıyla,
abuk sabuk hoplayıp zıplayan çakma zengin gençlik,
tam anlamıyla 90'lı yıllardaki Emrah filmlerinin kötü kalpli pis zengin güruhunu çağrıştırmıyor muydu?
(hayır tabii ki o filmleri katiyen izlemedim
ama ATV bir dönem o kadar çok yayınladı ki bu filmleri,
arada bir kaç sahneyi görmüş olabilirim. )

tekne sahnelerinden tam bir "yasak sokaklar" tadı alınıyordu yahu.

bu arada bütün pis işleri avukatlar aracılığıyla şoförlere yaptırma olayınız nedir sizin kuzum?
sanki bütün avukatlar,
duruşmalardaki vazifelerinin yanında,
karşı tarafın evlerine filan gizlice adam sokan,
ona buna el altından para götürüp patronlarının istediğini yaptıran tipler.
tövbe tövbe.
hele şoförler tam zan altında.
eğer bir zengine zarar vermenin yolunu arıyorsan,
git direkt şoförüne biraz para ver,
ondan sonra ister hizmetçi eskisi Rusla evlendirirsin,
ister hapse tıktırırsın.
her yol var sanki bu şoförlerde, tey Allahım..
hayır, korkumuzdan bundan sonra ağız tadıyla şoför de tutamayacağız :)

aslında sizlere Firdevsin dillere destan fettanlığından,
ya da bu dizinin hayatlarımıza kattığı "tron tron öksürmek" lafından bahsedecektim ama zamanım kalmadı.
bir başka Aşk-ı Memnu yazısında görüşmek üzere der,
gözlerinizden öperim sevgili okuyucu!




26.05.2010

20 günlük fırtına..



evet bir süredir yazamıyorum
ama gündemin hızına yetişmek zaten pek mümkün değil,
sen de kabul et ey okuyucu!

şu an yaşamış-atlatmış bulunduklarımız,
bundan 20 gün önce hanginizin aklındaydı?
eminim uydurmaya kalksak, hiçbirimiz bu kadarını tutturamazdı.

perde ilk açıldığında günlerden 5 Mayıs Çarşamba'ydı.
Türkiye Kupası final maçı oynanacaktı.
Fenerbahçe 2 kulvarda birden 4(dört)nala koşmaktaydı.
sabah saatlerinden itibaren işyerindeki FB'li arkadaşların,
" yapıcaz, koyucaz, 2'de 2, siz de onu bunu şunu alırsınız şeklindeki" düzeyli sataşmaları devam etmekteydi.
yalnız Fenerbahçe'nin 27 yıllık aradan sonra,
belki de kupayla kucaklaşacağı tarihi maç,
yüksek zekanın ürünü olarak,
gündüz saatlerinde oynanmaktaydı!

çünkü bir takım yetkililer(!) maçı Urfa'da oynayacağız diye tutturmuşlardı.
bunda tabii garip bir şey yok,
zaten Türkiye Kupası' nın en güzel yanı tüm Türkiye'yi kucaklıyor olması.
ancak koskoca bir final maçının oynanacağı stadın ışıklandırması çalışmamaktaydı.
ve bu konu zamanında ele alınmamış,
düzeltilmesi için en ufak bir çalışma yapılmamıştı.
bu nedenle,
büyük çoğunluğun çalıştığı çarşamba gününe denk gelen maç,
çaresiz öğleden sonra oynanacaktı.
-zaten akşam ezanından sonra top oynanmaz diye öğretmedi mi annelerimiz?-
( hayır madem ışıklandırma sorununuz var,
maçı uygun bir haftasonunda oynatsaydınız,
hatta ligin bitiminden sonraya bırakılabilirdi bu final diyeceğim ama neyse.)

ofiste TV seyredilmesine müsade eden bir şirket politikamız olmadığından,
herkes maçı kaçak yollarla takip etmeye çalışıyordu.
kimi cep telefonlarının radyolarından,
kimi internet üzerinden,
kimi de eşinden-dostundan gelen mesajlardan bölük börçük de olsa maça dair bilgiler alıyordu.
önce Fenerbahçe öne geçiyor,
sonra Trabzonspor 1 gol atarak durumu beraberliğe taşıyordu.
ardından 2. daha sonra da 3. Trabzonspor golü geliyor,
Karadenizliler belki de 1996'da şampiyonluğu son maçta ellerinden alan Fenerbahçe'den intikam alıyordu.
tabii ofis çapında FB'li olmayanlar arasında ufak tefek kızdırmalar,
Türkiye Kupası'nı son gören FBliler esprileri filan dönüyordu.
ama,
"daha şampiyonluk iddiaları var olm, çok da üstlerine gitmeyelim" sesleri,
küçük dalgacı gülüşmeleri bastırıyordu.



FBliler ise,
"biz lige kilitlendik zaten, kupa mı? fıs! kupa Trabzon'un şampiyonluk bizim" diyorlardı.
zira şampiyonluk için çok önem arz edeceği tahmin edilen ligdeki son maçlarını da Trabzonspor ile oynayacaklardı.
Trabzonspor bir intikamı 2 kere alacak değildi ya?
elbet Türkiye Kupaları'na sarılıp,
büyük bir yetinme duygusu yaşayacak,
lig maçına fazla asılmayacaklardı.

aradan 2 gün geçmişti.
27 yıl oldu 28 yıl oldu esprilerinin sürüp gittiği geyik internet sitelerinde,
birden konu ışık hızıyla değişti.
habervaktim adlı sitede,
yılların kurt siyasetçisi
ve koltuğuna bir(1) çeşit zamkla bağlı olan Baykal'ın "seks kaçamağı" videosu yayınlamıştı!
işte bu bu bu inanılmazdı!
hem de o kadar yönden inanılmazdı ki!
1-) kasetteki adam gerçekten o muydu?
2-) kasetteki kadın gerçekten bir başka milletvekili olan Baytok muydu?
3-) kasetteki diğer adam gerçekten eşini milletvekili yapma pazarlığına oturmuş muydu?
4-) Baykal gibi koltuğunu kaybetmemek için ilelebet muhalefette kalmayı bile göze almış biri,
uçkur sevdasına böyle bir riski nasıl göze almıştı, "imaj herşeydir" gerçeğini bilmiyor muydu?
5-) ortada gerçekten böyle bir kaçamak varsa bile, bu aldatılan taraflar dışında birilerini gerçekten ilgilendiriyor muydu?
6-) özel hayata bu ne kadar büyük, ne kadar acımasız bir saldırıydı? isteyen istediği zaman hepimizin en mahrem görüntülerine ulaşacak, gerekirse bunları aleyhimizde kullanacak mıydı? artık böyle bir dünyada mı yaşayacaktık?
7-)kurultay öncesi böyle bir kasedin ortaya sürülmesi kimlerin işine yarıyordu?
8-)habervaktim gibi muhafazakarlığıyla öne çıkan bir platform, bu görüntüleri hiç sansürsüz -meme-bacak-popo görüntüleri dahil- nasıl yayınlayabiliyordu?

tüm bu sorular kafamda dönüp dururken,
bir yanım da,
"işin aslı ne olursa olsun lütfen Baykal artık gitsin" diye sayıklamaktan geri durmuyordu.
dakikalar, hatta günler geçiyor,
Baykal'dan hiçbir açıklama gelmiyordu.
bu da bir nevi "olay"ın gerçek olduğunu doğruluyordu.
köşe yazarlarının bir kısmı,
"Baykal'la konuştum,ama özel hayatının ifşa edilmesinden dolayı çok kırgın, ama aldatma doğru galiba" minvalinde yazılar yumurtluyordu.

ve sonunda Baykal'ın istifa ettiği haberi fani kulaklarımıza çalınıyordu.
evet bunu da görüyorduk!
ömrümüzün görmeye vefa etmeyeceğini sandığımız o gün, işte gelmişti.
Baykal artık CHP'nin başında değildi.
yerinden edilmesi çok adice, alçakça bir tezgah sonunda olmuştu.
rakibinin karşısında %47 gibi bir oy oranıyla ezildiği gün gitmesi en doğrusuydu.
fakat en olmaması gereken şekilde de olsa,
sonuçta su yolunu bulmuştu.

çünkü CHP seçmeni uzun zamandır içten içe kaynıyordu.
Baykal artık istenmiyor,
rejim elden gitmesinciler tarafından CHP'ye istemeye istemeye,
mecburen oy veriliyordu.
halkı kucaklayıp tabana inecek bir lider bulunmadığından,
1 yıllık süreçte başımızdan geçecek referanduma ve genel seçimlere,
AKP karşıtları cephesinde karamsarlıkla bakılıyordu.

diğer yandaysa büyük bir Kılıçdaroğlu sempatisi doğuyordu.
yolsuzlukları gündeme getirdiği dönemde filizlenen,
yerel seçimlerde Gürsel Tekin ittifakıyla daha da güçlenip kendini gösteren
ve o zamandan beri de derinden ama devamlı bir şekilde büyüyen Kılıçdaroğlu ilgisi,
seçmen ve parti tabanı arasında alenen dile getirilmese de sürüp gidiyordu.

dolayısıyla Baykal' ın istifasının ardından gözler Kılıçdaroğlu' na kilitlendi.
fakat kendisi ilk etapta aday olmayacağım dedi.
delegeler imza toplayacaklar ve baskı yoluyla Baykal'ı geri getireceklerdi.
referandum ve seçim sürecine yine eski tas eski hamam girildiğini gören halk,
bir de AKP tarafı muhtemelen tüm propagandalarında bu kaset olayını gündeme getireceği için,
umutsuzluk ve bıkkınlığa düşecek,
desteğini CHP'den iyiden iyiye çecekti.
benim gözümde artık CHP bir dahaki seçimlerde %10-11'i bile geçemeyecek bir partiydi.

siyasi konjonktür böyleyken,
16 mayıs 2010 tarihine gelindi.
gündem tekrar futbol haline gelmişti.
FB bu sefer şampiyonluk maçına çıkacaktı.
herşey önceden FB'nin kesinlikle şampiyon olacağı gerçeğine göre hazırlanmıştı.
Bağdat Caddesi özenle süslenmiş,
gündüz saatlerinde başlayan spor programlarında FB'nin unutulmaz maçları,
unutulmaz golleri vs bol bol kliplendirilmişti.
geriye kalan tek şey beklemekti.
21:45'te FB şampiyon ilan edilecek,
taraftara ise sevinip coşmak düşecekti.

yalnız olaylar, tam o şekilde gerçekleşmedi.
Bursaspor Beşiktaş karşısında evinde oynadığı maçı önde götürüyor,
ama FB Trabzon'u maalesef yenemiyordu.
evet maçta önce öne geçmiş,
ardından kalesinde gördüğü beraberlik golünden sonra,
tekrar öne geçebilmek için herşeyi denemişti.
hatta yasak olmasına rağmen bir ara stad hoparlörlerinden FB marşı bile çalınmıştı.
ama top bir türlü o 2 meşhum kale direğinin arasından geçmemiş,
Egemen-Giray ikilisi son dakikalara kadar direnmiş de direnmişti.

artık maçın son dakikaları oynanıyordu.
ve bir anda,
hayatınızda belki 1 kere görebileceğiniz bir şey oldu.

önce statta Beşiktaş'ın gol attığı ve beraberliği sağladığı şeklinde bir anons yapıldı.
bu durumda Bursaspor puan kaybediyor,
FB şampiyon oluyordu.
haberi duyan çok koyu FB'li eşim,
aklı başında her insanın yapacağı gibi önce haberi teyit etmek istedi,
Beşiktaş maçının olduğu kanalı açtı ve sadece:
-hmm yanlış anonsmuş, gol yok, diyip maçı izlemeye devam etti.
bu kadar!

biz stattakilerin de aynı basit eylemi yapıp,
haberi teyit edeceklerini zannederken,
gözlerimize inanamadığımız bir şey oldu.
FB maçı berabere bitti ve bu kez "Fenerbahçe Şampiyon" anonsu duyuldu.
işte o anda binlerce taraftar sevince boğuldu.
herkes bağırıyor, zıplıyor, birbirine sarılıyor,
bir grup taraftar da Bursaspor'un klasikleşmiş timsah yürüyüşünü kullanarak,
kendilerince son anda şampiyonluğu kaybeden(!) Bursa ile dalga geçiyorlardı.
futbolcular dahil,
herkes büyük şampiyonluk kutlamasına katılıyordu,
konfetiler uçuşuyor,
FB marşı gökyüzünde yankılanıyordu.
ancak o 55 bin kişinin bilmedi küçük(!) bir ayrıntı vardı:
FB şampiyon olamamıştı.
Bursaspor gerçek şampiyondu.
asıl onlar hak ederek,
gerçek şampiyonluk kutlamalarını kendi stadlarında yapıyorlardı.
onlarla birlikte Türkiye'nin büyük bir bölümü de Anadolu'dan bir şampiyon çıkmasına seviniyordu,
Şükrü Saraçoğlu'ndakiler dışında tüm Türkiye için o gün yaşanan bir futbol devrimiydi.

neden sonra(!) stattakiler de durumu fark edebildi.
ve az önce sevince boğulmuş olan taraftar birden galeyana geldi.
küfürler ettiler,
sağa sola saldırdılar,
hatta kendi statlarını yaktılar!
o geceyi Kadıköy için bir utanç gecesi haline getirdiler.

ertesi gün olup herkes işyerine geldiğinde,
artık FB ile gerçek anlamda dalga geçmenin zamanı gelmişti.
ama o da ne?
kendileri bile bu yaptıkları rezilliğe kızmışlar,
önce kendileri takımlarının düştüğü komik duruma gülüyorladı.
(en azından benim çevremdekiler böyleydi.)
çünkü maçı yayınlayan yabancı bir kanaldaki spiker bile,
FB taraftarını kast ederek:
" Tanrım, ilk defa rakibinin şampiyonluğuna bu kadar sevinen bir taraftar grubu görüyorum "
demişti.
FB ikinciliği kutluyordu.
uluslararası arenada bile olay dalga konusuydu!

Bursaspor'un şampiyonluğu gündeme öyle yerleşmişti ki,
sanki artık hiçbir haber,
bu konuyu haftalarca gündemden düşüremezdi.
tek bir haber dışında:
Kılıçdaroğlu'nun adaylığını açıklaması!

evet,
inanılmaz ama bu kutlu olay da aynı güne gelmişti.
17 Mayıs belki de Türkiye'nin büyük kısmının pazartesi sendromu yaşamadığı tek pazartesi olarak tarihe geçerken,
etrafta bir hafiflik,
bir mutluluk havası gezmekteydi.
tam da bu anda çok ağır,
çok acı bir haber geldi.
grizu patlaması olmuştu ve 30 işçimiz yerin 540 metre dibinde çaresizdi.
önce "belki yaşıyorlardır" umutları yeşerdi
ama sonra ailelerine kara haber geldi.
RTE: " ölüm bu işin kaderinde var " dedi,
diyebildi.
tabii ki Zonguldak'da büyük protestolarla karşılaştı ama o talihsiz sözleri de savunmaya devam etti.
( bu adamı neden benimsemedin diye soranlara bir kapak daha! )

bu arada CHP tarafında hummalı hazırlık devam etmekteydi.
1 hafta içinde önce il başkanlarından,
sonra da tüm parti tabanından beklenen destek geldi.
22 Mayıs Cumartesi günü Kılıçdaroğlu CHP'nin yeni genel başkanı oldu.
evet belki birdenbire tüm sorunlar çözülmeyecekti,
ama halktan ve medyadan gelen destek,
yeniliğin getirdiği iyimserlik havası içinde unutulmaz heyecanlı bir kurultay geçti.

aynı günün gecesi Inter Şampiyonlar Ligi şampiyonu oldu,
Morinho en büyük olduğunu dosta düşmana ilan etti.

24 Mayıs'ta ise 6 yıldır büyük heyecanlarla izlediğimiz fenomen dizi Lost,
büyük kısmımızı hüsrana uğratan aceleye getirilmiş bir finalle ekranlara veda etti.
belki tüm bölümlerini arşivleyip ileride çocuklarımıza seyrettirmek isteyeceğimiz dizimiz,
ağzımızda pas tadına benzer bir tatminsizlik yaratarak bitti gitti.

sonuç olarak,
baş döndürücü bir 20 gün yaşandı.
ne olursa olsun,
2010 yılının Mayıs ayı benim için unutulmayacak bir aydı.