31.10.2008

mustafa..yahut gerçekler..


biri olur herkesin hayatında..
“ O “ na çok aşık olursunuz.
çok seversiniz..
ama öyle ki kendinizden bile vazgeçebilecek gibisinizdir..
“ öl “ dese öleceğinizi bildiğinizden,
“ öl “ demediği her an için ona minnet duyar,
bunun için dahi ona bir kez daha hayran olursunuz..

bir kez olsun geçtiğini bildiğiniz sokaklarda gezer,
onun ayağının tozunu,
bıraktığı nefesin bir zerresini,
belki saçından düşmüş olabilecek bir teli arar,
bulamasanız bile,
sadece onun “ iklimini “ yaşamış olmaktan mutluluk duyarsınız..
uzaklığından kalbiniz iki değirmen taşı arasına sıkıştırılmışçasına ezilirken de
“ onun acısını çekmek dahi güzel “ deyip,
gözyaşlarınızı bu hastalıklı mutsuzlukla kutsarsınız.

ağlarsınız..
yıkılır,
unutur gibi olur,
sonra tekrar yıkılıp ağlar,
yine mahvolur,
biraz daha ağlar,
artık süngerleştiğinize emin olduktan sonra,
bir müddet durgun boşluğa dingin gözlerle bakıp,
“ bu bile oldu, kalpsizim artık “ dedikten sonra bile,
birkaç yıl daha ağlarsınız…

sonunda intihar etmeyecekseniz
- ki edebilirsiniz -
hayata geri dönersiniz.
bir şeyleri tamamladığınızı sanar
ya da gerçekten tamamlarsınız.
bu “ tam olma “ hali de bir yanılsamadır ama
bunu ancak,
o’ nu yıllar sonra tekrar gördüğünüzde anlarsınız.

bütün gücünüze,
belki de elde ettiğiniz mevkilere rağmen,
bir buyruğunuzla eğilip bükülecek onca şeyin ayaklarınıza serilmiş durmasına rağmen,
o’ nun gözleri gözlerinize değdiği an,
başınıza ne geldiğini bilirsiniz.
bir anda alır elinizden efendiliğinizi,
hükümranlığınızı
ve tekrar köleleştirir sizi,
iplerinizi elinde tutan bir kuklacı gibi.
gözlerine kilitlenirsiniz
ve bitersiniz.

bütün dünyanın ve sizin,
yani ikinizin,
keskin bir bıçakla ikiye bölündüğü,
“ ikiniz “ olma halinin,
sizi kalan bütün dünyadan ayırıp başka bir aleme çıkardığı anlardır.
ayaklarınızın altından yerin çekildiğini hissederken,
artık yükselişe geçtiğinizi bilirsiniz.
gerisi önemsizdir.

şimdi söyleyeceğim şey belki garip gelecek ama,
benim atatürk’ e duyduğum,
aşka benzer garip bağlılık da buna benzer.
o’ nu gördüğümde,
onunla ilgili bir kitap okuduğumda
ya da onunla ilgili bir film seyretme ihtimali dahi doğduğunda,
inanılmaz heyecanlanırım,
telaşa düşer,
korkuya kapılırım.
“ ticari hesaplar “ işin içindeyse bile körleşir,
mutlaka gitme-görme-bir kere daha yükselişi yaşama duygusuyla başkalaşır,
adeta inatlaşırım.

elbette sevgiliye duyduğumuza benzer bir aşkla değil,
ama çok daha başka türlüsüyle,
yine de vücut kimyasına etkileri itibariyle benzer biçimde bağlı olduğum bu adamı,
inanılmaz bir borçluluk duygusu,
minnet duygusu,
hayranlık,
“ ya olmasaydı “ korkuları
ve “ bu kadar da olmaz “ dedirten zekasına duyulan şaşkınlıkla izlerim.
hele hele 1-2 dklık da olsa araya karışan videolarıyla,
kendi sesi ve bakışlarıyla karşımda göreceksem,
neredeyse kendine acı çektirmeye ulaşan bir yoğunluk içerisinde seyrederim.

tüm bu duygular toplamına bir isim koymaya çalışmaktan aslında çoktan vazgeçtim.
belki de nasıl “ üst “ bir durum içerisinde olduğumu anlatmak istemekten buradaki tüm gayretim.
bir şeylere benzetirsem belki onu ifade edilebilir kılabilirim.
ama bir yanım onu ifade edilebilir kılma çabasının,
duygularımı olduğundan daha düşük göstermesinden korkuyor.

şimdi düşünün,
ben,
tüm bu hislerle mustafa’ ya gittim.
öncelikle az önce bahsettiğim sebeplerden dolayı,
sadece onu görmek,
ona doymak,
bu duyguyla yükselmekti derdim.
mutluydum,
beğendim,
sevindim.

fakat özellikle 2. yarı,
gözlerimi bir an da olsa o muhteşem mavi gözlerden çekebilip,
filmin arka planının aslında nasıl oluşturulduğuna baktığımda,
aslında bu filmi hiç mi hiç sevmediğimi,
hatta yavaş yavaş o katharsis duygusunun dışına itildiğimi fark ettim.

fanatik gibi gözükmeden durumu nasıl açıklayacağımı bilmiyorum.
ama yine de şöyle ifade etmeyi deneyeyim:
Atatürk’ ü gereksiz yere! yüceltmeyelim,
onu da normal sıradan bir insan gibi görebilelim,
zaaflarını-aşklarını “ Mustafa “ diye biri gibi değerlendirebilelim derken,
belki bilinçli,
belki bilinçsiz,
Atatürk’ ü basite indirgeme çabasına girişilmişti.
inandığım şu:
can dündar gerçekten iyi niyetliydi
ve “ Atatürk de insandı “ cümlesinin anlamını bize göstermek istedi.
ama bunu göstereceğim derken pek çok şeyi es geçti,
gizledi.

herhangi bir çalışma sırasında,
Atatürk’ ün karakterini övme işine hiç girişilmeden,
yalnızca yaptıkları alt alta sıralansa,
farkında olmadan yine Atatürk övülmüş olacaktı çünkü,
yalnızca eserlerinin büyüklüğü itibari ile bile.
dolayısıyla Atatürk’ ü normal göstermek için,
yaptıklarının bir kısmını anlatmamak,
eksik anlatmak,
bazı insanlara ters gelebilecek yönlerini de iyice abartmak gerekirdi.
örneğin laikliği getirmenin,
günlük hayattan dini tamamen silmek biçiminde yansıtılması gibi.
1933’ te giriştiği çok partili rejimi kurma çalışmalarına hiç değinilmeyip,
“ etrafında hiç mualefet bırakmayınca rahat etti,
heykellerini filan diktirdi,
gücün kendi elinde olduğunu cümle aleme ilan etti,
bu arada basından da kendisine bir eleştiri gelmediğinden,
uzun süre halkın durumunu çok iyi zannetti “ minvalinde laflar etmek gibi.

bu “ Atatürk’ ü diktatör gibi göstermenin kendilerini acaip demokrat yaptığına inananlar topluluğunun “ anlamadığım yanı şu:
Atatürk bu denli diktatörse,
zaten kurulmuş olan
ve işleyen saltanat düzeninin başına neden geçmedi?
vahdettin’ in kalmış olduğu yerden zevk-ü sefaya devam etmedi?
zaten “ tebaa “ durumunda bulunan,
mülkiyetsiz,
cahil,
yani ezilmeye müsait halkın bu durumunu kabul etmedi de,
onlara seçme ve seçilme hakkı verdi,
latin alfabesini getirip okuma yazma oranını yükselterek,
bireylerin okuyan yazan,
dolayısıyla düşünüp sorgulayan insanlar olmasını istedi?
cahillerin başına padişah gibi geçip sömürmek dururken,
neden milletinden başlarını kaldırmalarını,
dünyaya gözlerini açmalarını,
cumhuriyeti kurarak kendilerini yönetmeye başlamalarını istedi?
bunlar cevapsız sorular tabii.
tek bildikleri “ Atatürk diktatördü “ papağanlığı.
savaş koşullarında yapılanlarla
barış dönemi devrimlerini karşılaştıramama zavallılığı.

bunları geçtim,
Atatürk sanki cumhuriyeti kurduktan sonra hiç çalışmamış,
halkın durumunu geziler dışında anlayamamış,
sıkıntılar karşısında bunalmış,
yalnız,
özel hayatında mutsuz,
her gün rakı-meze alemlerine dalan,
orada da mutlu olamayan,
bommmboş bir emekli gibi gösterilmişti.
Allah’ tan lütfedip bu dönem bol kitap okuduğu,
yabancı dilden türkçeye giren kelimelere karşılıklar bulduğu
ve sanat alanında çalışmalar yaptığı “ şöööyle bir “ belirtilmişti.

ama ne Erzurum ve Sivas kongreleri 1 sn bile gösterilmiş,
ne cumhuriyetin ilan edilişi tek cümle dışında bütün coşkusuyla yansıtılmış,
ne izmir’ e girişin ihtişamı anlaşılmış,
ne lozan’ daki başarılara değinilmişti,
hiçbiri sanki hiç olmamış.
Atatürk sadece birkaç cephede başarıyla savaşmış,
onun dışında özel hayatında başarısız,
yalnız,
mutsuz,
içip içip geceleri yaşayan,
kendi hükümranlığı için kendi arkadaşlarını satan,
diktatör bir din düşmanı olarak gösterilmişti!
ama yavaş yavaş,
alttan alttan,
bu mesaj filmin genelinde oya gibi işlenmişti.
iyi halt edilmişti.

çok demokrat gözüktünüz şimdi.
tarihsel bir çok gerçeğe değinmeden,
Atatürk’ ü kendi kafanızdaki basit yerine indirdiniz diye çok mutlusunuzdur değil mi?
çok tatmin olmuş,
entel saydığınız dünyanızda “ birileri bunları da söylemeliydi canııım “ şeklindeki övgüleri kabul ediyor,
kendinizi çok yenilikçi
ve tabuları yıkan devrimci gibi hissediyorsunuzdur şimdi.

başkent(!) Ankara’ da,
Kızılay’ da neden hiçbir cumhuriyet kutlaması yapılmadı,
onu da bizler düşünelim tabii.


Hiç yorum yok: