28.08.2007

Anneee... Ben Loto Oyniycaaammm....


bazen,
işyerindeyken,
telefona önceden kaydetmiş bulunduğum
ve her gün ev - iş arası gidip gelirken dinlediğim şarkıları,
hoparlöre bağlamak suretiyle bangır bangır açıp,
ofis ortamında dinletmek,
herkese bir "nooluyo ya?" dedirtmek istiyorum.
evet,
bütün bir ofise "nooluyo ya ?" dedirtir bu.
oysa ben o şarkıları sürekli dinliyorum.
evde çalmaya başladığımda da kimse bir şey demiyor.
ama işyerinde aniden sevdiğin bir şarkıyı çalmaya başlarsan,
normal değilsin,
garipsin.
ofisler tekin yerler değil,
söylüyorum size.

sevdiğin biriyle telefonda konuşmak istemek
ya da mesajlaşmak,
gazete okumak istemek,
televizyon seyretmek istemek,
uyumak istemek gibi günlük hayatımızın en basit,
sıradan ve vazgeçilmez arzuları,
işyerinde duyulması halinde sizi
"iğrenç, aşağılık, tembel" insan pozisyonuna düşürebiliyor.
( sizi gidi bizi bilmezler sizi )

onlara normal gelense,
bütün gün,
kamburunuz çıkıncaya kadar
bilgisayarınızın içine düşmecesine durmaksızın çalışmanız,
yemeğinizi 15 dkda tamamlayıp,
mesai bitiminden de mümkünse en az 2 saat sonra işyerinden çıkarak,
sabah ayakta ve sıkışık bir trafikte 1,5 saate geldiğiniz yolu,
yine 1,5 saat boyunca trafikten bunalarak eve dönmek için kat ettikten sonra,
size kalan,
1-2 saat gibi,
yemek – duş vb elzem ihtiyaçlarınızı ancak karşılamanıza yetecek zaman içerisinde dinlenip,
sosyallaşip,
aşkınızı yaşayıp,
ruhsal doyumlarınızı tamamlamanız
ve ertesi sabah 6:30 itibariyle uyanıp,
aynı berbat yolu kat ettikten sonra,
saatlerce sürecek aynı çalışma maratonuna girip döngüyü sürdürmeniz.
tekrarlıyorum,
iş hayatındaki tüm insanlara "normal" gelen bu.
bizim ofis için konuşmuyorum.
bütün işyerlerinde böyle.
o halde bütün "çalışan alemine" soruyorum:
- kuzum, topluca delirdiniz mi siz?

hadi müdürleri,
patronları filan bir yere kadar anlayabiliyorum da,
seninle aynı seviyede çalışan,
aynı maaşı alan,
aynı derece yorulan insanların,
sen işyerinden
- erken de değil -
tam mesai bitiminde çıkarsan arkandan tuhaf tuhaf bakıp,
bir saat dedikodunu yapmaları
ya da
elinde cep telefonu gördüklerinde,
sevdiğin biriyle iletişim halindesin diye,
"dünyanın en korkunç işini" yapıyormuşçasına hayretle,
en irkilmiş nazarlarını üzerinize fırlatmaları kadar,
salakça,
dangalakça
ve hayvanlık derecesinde yalaka başka bir davranış görmedim ben.

insan insanın kurdudur derler ya,
inanılmaz doğru bu.
en insanca ihtiyaçlarının,
senin kadar hırpalanması muhtemel kişiler tarafından bunca şaşkınlıka karşılanması,
ancak "Allah kahretsin sizi bee" dedirtiyor bana.
adam patron olsa diyeceğim ki,
"ben bu adamı 3 saat fazla çalıştırırsam 3 YTL fazla kazanırım" hırsı içine düştü.
ama bunların o dayanağı da yok.
senin çok çalışmanın ya da az çalışmanın onu zerrece etkilediği yok.
alacağı 3 kuruş maaş yine aynı maaş.
üzerine bu tip ayak oyunlarına girerek biraz da insanlığından kaybediyor.

köleleşmeyi o denli içselleştirmiş ki,
senin köleliği ve prangayı kabullenmemiş olman
kendine çaldığın 3 dakika zaman
ya da herhangi bir şekilde düzene başkaldırman,
ona dünyanın en ayıp şeyi gibi geliyor.
zavallı işte,
gariban çark budalası.

halbuki birbirine omuz vermesi,
daha yukarıdakilere,
patronlara,
müdürlere karşı birbirini savunması,
kenetlenmesi gereken bizleriz.
hak arayışında sonuçlar alabilmek için kalabalık olmak gerekir çünkü.
memnun olmadığın bir yan,
insanca bulmadığın bir çalışma ortamı
veya hak ettiğin halde sana verilmediğini düşündüğün şeyler varsa,
bunları ancak diğer çalışma arkadaşlarınla birlik olarak,
hep beraber hareket ederek elde edebilirsin.
yoksa asla,
azıcık kafasını kaldıranı ezmeye,
yok etmeye,
mahvetmeye çalışarak değil...

hiç mi kafaları basmıyor ne?

PS: bunca söylenmeme rağmen,
işten atılırsam "böhüüü böhüü" diye ağlayıp,
hemen yeni bir iş aramaya koyulacağım gerçeğini de değiştirmez bu.
"mecburiyet" denen şey,
böyle acımasız,
böyle kıyıcı bir kelime işte..


23.08.2007

DOĞUMGÜNÜM...


çürüme aniden başlar
ve hızla gelişir zannederiz.
oysa çürüme biz doğduğumuz andan itibaren vardır,
bir yerden sonra gelişmesini gözle görebileceğimiz duruma getiren bir ivme kazanıyor olabilir olsa olsa..
özellikle içten geliştiğinde fark edilmesi zor ve tehlikelidir.
çünkü ardından ani çöküşü getirir.

ben kendi çürümemin hangi evresindeyim,
ne kadar kirlendim
ya da daha ne kadar direnirim bilmiyorum.
bildiğim şu,
bugün doğumgünüm
ve sadece bir hiçliğe gidişin gündönümünü karşılıyormuşum hissinden başka bir şey duymuyorum.
( bunda doğumgünümde çalışıyor olmamın da etkisi olabilir )

anlamsız ve gereksiz işlerin arka arkaya dizilmesi haline getirdiğimiz yaşamlarımızı
fütursuzca harcama eğilimlerimize bakıyorum da,
her seferinde olduğu gibi gözlerim yaşarıyor.
insan 50 YTL’ sini bile bu kadar umarsız harcamaz,
bir süre ne alacağını düşünür.
hayat bize "bedavadan" verildiğinden belki,
bu önemsemeyişlerimiz.

bana göre doğumgünümde kendimi tebrik edebileceğim tek yön,
bu yaşa kadar gelebilmemdir.
10 sene önce üzerime bahse girseydiniz,
ben 10 yıl daha yaşayacağıma güvenmezdim.
öyle hayata sımsıkı yapışmış koala tavrı yoktu çünkü bende.
aslına bakarsanız hala yok.
sadece bir şeyler biraz daha derli toplu gibi.
yine de bir türlü "normal" yaşamasını beceremedim.
kendini hırpalama olimpiyatlarında kendimi bildim bileli 1. geldim.
altın madalya kaynar geçmişim.
yine de dikkat edin,
tozunda boğulmayın siz.
tavanarası tozu fenadır çünkü.

her sene biraz daha hayalkırıklığı mı?
cevabım: evet.
"peki ne bekliyordun ki?" diye sorsanız,
ona da verecek bir yanıtım yok inanın.

bildiğim tek şey,
bu hayatın ancak sürprizlerle güzel olduğu.
bugüne dek "asla yapmam" dediğim bir sürü şeyi yaptım,
"yaparım" dediğim bir sürü şeyi de yapamadım.
gücüm ve algılarım bu kadarına yetti.
belki.

"yarının ne getireceğini bilmiyoruz" sevincinin,
"herşeyin ne olacağı belli işte" karamsarlığına yenilmeye
her yıl biraz daha yaklaştığı doğumgünlerimden biri daha işte..

"böyle günlere önem vermeyi,
ya da yılın birtakım günlerini diğerlerinden farklı görmeyi anlamsız buluyorum" diyecek olan varsa,
bu marjinal gözükme çabası içinde laflarını kapıda bıraksın lütfen.
beni bayıyor çünkü.
bana göre doğduğum gün önemli.
başımdan geçen ne varsa günün birinde doğmuş olmama bağlı olduğundan herhalde.
çünkü şimdi pek mühim bildiğimiz hiçbir kavram,
doğmamış olsaydık bizim için var olmayacaktı aslında.
"ben yoksam hiçbir şey yok" gerçeği kısaca.

gördüğünüz gibi coştuğum filan da yok.
bu yazdıklarım,
geride bıraktığım 25 yılıma biraz olsun saygı yalnızca.

gittiğim yeri bilmeden,
geldiğim yere...


21.08.2007

HAFTASONU OLANLAR...


sevgilim her seferinde söylüyor:
- çığlık atma,
olaylara böyle acaip,
"zıplamalı, coşmalı tepkiler" verme, diye.
ama,
bendeniz dinlemiyorum bittabi..
sevinç öyle aniden geliveren bir şey çünkü,
nasıl gelişeceğini de kestiremiyorsun.

küçücük bile sayılamayacak kadar ufak bir şeye kafayı takıp,
aylarca kendini mutsuz edebilme
veyahut önüne dünyalar da serilse mutlu olamama kapasitesine sahip
bendeniz likelife,
bazen basit tefek şeylerden de mutlu olabiliyorum işte,
tıpkı dün D&R’ da Grange imzalı yepyeni bi kitabı gördüğümde olduğum gibi.
sevincimin sebebi,
okuma zevki garantili yepyeni bir Grange macerasına atılacak olmam
+
telepat olduğumun kesinlikle kanıtlanmış olmasıydı.
( ki bu aslında korkutucu da bi yandan )

durum şu ki,
farkında olmadan birini ya da bir şeyi düşündüğüm andan itibaren,
en geç birkaç gün içinde onun haberini alıyorum
veya en azından onunla ilgili bir şey duyuyorum.

dün otobüs durağında otururken düşündüğüm şuydu:
Grange ne zaman yeni kitap çıkaracak?
ve bir kaç saat sonra D&R’ da tarafıma verilen mesaj şuydu:
al sana kitap!
son günlerde bu vakalar acaip sıklaştı
ve güdülerim çok isabetli sonuçlar yaratmaya başladı.

işte D&R’ da bu sebeple küçük çığlıklar atarak karşıladığım Grange kitabını
sevgilime bu cümleler eşliğinde gösterdim.
verdiği cevap takdire şayandı :
- sen neden otobüs beklerken Grange düşünosun ki?

zaten ben de onu anlatmak istiyorum,
ben bilinçli bir şey yapmıyorum,
birisi veya bir nesne hatta bazen bir kelime,
gelip aklıma takılıyor
ve ben kısa zamanda onunla ilgili bir şey yaşıyorum.
inanması güç, garip bir şey işte..

dün neler yaptığımızdan bahsedeyim biraz da size.
fragmanını gördüğümde çok önyargılı davrandığım,
"ıyy bu ne ya, bunları film diye koyuyorlar önümüze" dediğim,
Aman Tanrım 2’ ye film kıtlığından gittim!
yoksa,
alternatif olarak fantastic four’ a gidecektim ki,
geçen haftaki Harry Potter faciasından sonra beynimin orta yerinde oluşmuş,
"bi süre daha fantastik filme gitmeyeyim ben" düşüncesi beni frenledi.
gazetelerde gördüğüm "tarihin en pahalı komedi filmi" dürtmelerinin de bi etkisi oldu tabi..

sonuçta filme gittim.
ilk yarısı sadece 30 dk. sürdü.
klasik – klişe bir komedi filmiydi.
ama 2. yarısı hem daha uzundu
hem de tahminlerimden çok daha iyiydi.
tamam televizyon filmi ayarında filan belki ama,
içerdiği çevreci mesajla beni tam kalbimden yakalamayı
ve bana
"son 3-4 haftadır izlediğim en iyi filmdi" dedirtmeyi başardı.
üstelik de kendini sonuna kadar,
hiç sıkmadan,
yormadan,
tam tersine kalplerimize sıcak bir duyguyu hafifçe enjekte ederek hepimize izletti.
dikkat ettim,
salondan çıkan hiç kimse sıkılmış
ya da geldiğine pişman olmuş filan değildi.

filmden sonra teyzeme "geçmiş doğum günü hediyesi" kabilinden
bir Fakir katı meyve sıkacağı aldım.
daha sonra da Ekvator’ a gidip Galatasaray maçını yüreğim ağzıma gelerek izledim.
( bkz Star TV spikeri Ertem Şener, geçen yıl Şampiyonlar Ligi’ndeki GS-Liverpool maçımızda ne demişti :
yüreğimiz ağzımıza gele gele ağzımızda yer kalmadı )
neyse ki verilmeyen penaltımıza rağmen,
tek golle geçtiğimiz bu zor deplasmandan 3 puan almayı bildik de,
ben de rahat edebildim.

maçtan sonra da evime gidip biraz nette gezdim,
biraz televizyon izledim
biraz da play station oynayıp,
garip rüyalar göreceğim tuhaf bir uykuya daldım..





17.08.2007

Hayatgibi' yi Seviniz... Fakat Koparmayınız...


" ... ben de hepinizden farklı bir solucandım, kim bilir? Şimdi yarısı ezilmiş yerde yattığı için belli olmuyor "

" ... romancılar için bulunmaz bir okuyucuyum Esat Ağabey derdi.

Birinci sınıf okuyucu; hayır, daha ileri: lüks oyuncu.
Kitaplarının böyle okunduğunu bilselerdi fakirler, kimbilir ne kadar sevinirlerdi. Durmadan yazarlardı; bir türlü ölemezlerdi "

" ... söylenen sözler düşünüldükçe beğenilmemeye başladı. bu nedenle yeni sözler için cesaret tükendi "

" ... her yeni tanıştığım insandan tanışır tanışmaz neler bekledim o daha adımı öğrenmeden ben onunla ilgili hayaller kurdum ümit etmeye başladım hemen ve o insan yanımdan bir dakika bile ayrılınca ben öyle yerlere varmışım ki hayalimde bu ayrılmayı bir ihanet saydım "

" ... başkalarının yaptıklarını silmeye çalıştım: mürekkeple yazmışlar oysa. Ben, kurşunkalem silgisiydim. Azaldığımla kaldım "

" ... benim üzerimde hiçbir zaman anlaşamadılar "

" ... başkalarının yanında bulununca saldırıdan kaçınmak imkansız "

" ... geriye döndüm diye küçümsemiştir beni. Böyle basit ölçülerle değerlendirirler insanı "

" ... Günseli beni görünce şaşırdı. İnsanlar neden şaşırırlar beni görünce?Sonra neden kendilerini toparlarlar? Hiç olmazsa şaşkınlığnızı sürdürün. Size sürekli bir duygu vermesini hiç bilemeyecek miyim? "

" ...bütün çocuklar gibi, kötülüğünü, anlamını bilmeden küfür etmeyi öğrendim ve sebebini bilmeden dövüşmeye başladım. Babam beni mektebe götürdüğü zaman, çantamla birlikte artık uzun bir hayat tecrübesini de omzumda taşıyordum. "

" ...çok gelişmiş milletler, kötülükten de bir şeyler çıkarıp, onu az gelişmiş milletlere ihraç etmek yolunu bilmektedirler. "

" ...felsefeyi seviniz, fakat koparmayınız.. "

" ... ve büstlerinden yalnız göğsüne kadar tanıdığım Atatürk "

" ... çıkarını düşünen insan, fakir de olsa aynı derecede kötüdür "

" ... gidişinde bilgisizliğin güzelliği vardı "

" ... istediğimi, istemem gerektiğini düşünüyordum ancak. İstemiyordum "

" ... çünkü ben, bir an sonra ne olacağımı bilmiyordum. Bir an sonraya ulaşabileceğime güvenmiyordum. Sürekli bir panik içindeydim "

" ... kabuğu ev sahibinin mülkiyetinde olan, bir ' ev içi ' nin sahibi "

" ... bir gün bütün değer yargıları değişecek ve yargılananlar yargıç, eziyet edenler de suçlu sandalyesine oturacaklardır ve onlar o kadar utanacaklar, o kadar utanacaklardır ki utançlarının ve suçlarının ağırlığı yüzünden ayağa kalkamayacaklardır "

" ... tarih, geçmişten geleceğe uzanan ve bugün gördüğümüz bir rüyadır. Bütün rüyalar gibi yorumlanabilir, ama görülürken değil "

" ... çürüme dedim de aklıma geldi: bugün iş peşinde koşmalıyım. daire dediklerine göre, çevresinde dönüp duracaksın "

" ... tabiat, sırlarını bakmasını bilene açıklarmış "

" ... her gün yeni baştan yaşamak mümkün olacak mı dersin? Bir gün öncesine korkak bir bezirganlıkla sarılmadan yaşayabilecek miyiz? Yoksa, yarından korktuğumuz için, düne köle gibi bağlanacak mıyız? "

" ... kapının tahtasından ahşabın damarları fırlamış: ihtiyar bir adamın kolu gibi "

" ... herkesi yoldan çevirmeye çalıştın sokağın köşesinde durup. Hepsi de sana içinden güldü. Dur bakalım, dediler. Dur bakalım hele. Biz mi bilmiyoruz nasıl yaşanacağını? Dünkü çocuk, bize akıl mı öğretiyorsun? Başka bir şey yapmak gerekseydi elbette biz bulurduk bugüne kadar senden önce. Senin ortaya çıkışınla mı böyle bir ihtiyaç doğdu? "

" ... bildiği sokaklardan yeni insanlarla birlikte geçiyordu. Ne güzeldi her zaman gidilen bir lokantanın tanıdık garsonlarını yabancı bir sesle, yeni dostların yabancılaştırdığı bir sesle çağırmak "

" ... ilk çekingenlikler ne kadar tatlıdır. Oysa insan, bu beceriksizlikleri bir an önce yenmeye çalışır. Bütün gücüyle büyüyü bozmak, buzları kırmak için uğraşır. Birlikte yapılan her yeni hareket de, istenmediği halde bu büyüyü geri getirir:insana yeni bir fırsat verir "

" ... ya da aklımı başımdan alın da Olric' le birlikte mısır satalım cami avlularında. Geceleri yatalım taşlar üstünde, Selim' in şarkılarını başımıza yastık yaparak. Sonra birden, Rockefeller' ın kızı geliyor, on yüz bin liraya satın alıyor şarkıları; " pop music " yapıyorlar. Biz yastıksız kalıyoruz. "

" ... demek diyordu Turgut kendi kendine, bugüne kadar gereğinden fazla vermişim. Almadıkları bir sürü Turgut vermişim onlara. Bu kadarıyla da idare edilebilirmiş "

" ... onu bir kere öldürdünüz. Buna bir daha fırsat bulamayacaksınız. Birinci ölümünden temizleyeceğim onu, ikinci gelişini sağlayacağım böylece "

" ... insanların yalan söylemesi için bir gerekçe görmediğinden, onlara inanmakta güçlük çekmiyordu. İnsanlara inanmadan, onlarla birlikte olmanın mümkün olmadığını sanıyordu. İnsanlara inanmadığı zaman onlardan kaçıyordu. Söylenenlere inanmadığı zaman, inanır görünmenin, insanlara ihanet etmek olduğunu düşünüyordu ve bu ihanetinin anlaşılmaması için, ortalıkta görünmemeyi tercih ediyordu "

" ... yıllardır, bir genç kız yanıma yaklaştığı zaman, ona söyleyeceğim acı ve alaylı sözler hakkında o kadar hayal kurdum ki siz bütün bunların ağırlığına dayanamazsınız, dedi. Ben de sözlerimden hemen pişmanlık duyarım. En iyisi hiç konuşmamak "

" ... beynim yağ bağlamış olacak. Büyük ve güzel şeylerin dışarı çıkmasına izin vermiyor. Korkuyoruz. Düşünmekten ve sevmekten korkuyoruz. İnsana benzetirsek, onlara acımaktan korkuyoruz "

" ... yalnız kendimi sevdiğim halde, bunu başkalarına sevgi şeklinde belirtmek suretiyle kendimi aldatmak ve aynı zamanda bir bakıma onların daha gerçek sayılması gereken aşklarını, bu aldatıcı aşkımın yanında önemsiz görmekle, bir kerte daha kişiliğime duyduğum aşkı ve vazgeçemediğim benliğimi ortaya koymakla kendinisevengilerin birtürlügerçeklerigöremediğiçinbaşkalarınınsevgisinemuhtaçgillerfamilyasınma mı giriyormuşum? İngilizler bile bu kadar inceliği bir arada düşünemez, bir yerde şaşırır.

" ... cebinden bir kağıt parçası çıkardı ayaklarımızın altında hışırdayan yaprakların resmini çizmeye başladı dolmakalemiyle resmin altına tabiata döndüğüm gün diye yazdı mendiliyle gözyaşlarımı sildi ben romantik oldum hiçbir ilaç beni iyileştiremez "

" ... büfenin üstüne hiçbir şey koymuyoruz çünkü diğer küçük burjuvalar gibi görmemiş değiliz onlardan farkımızı biliyoruz gene de söylemiyoruz birbirimize bilmiyormuş gibi tapıyoruz sehpa örtüsü de kullanmıyoruz ama bunları hesaplayarak değil içimizden öyle geldiği için yapıyoruz onlardan farkımızı belirtmeye tenezzül etmiyoruz "

" ... sanki beni hiçbir yere götürmeyen bu anlamsız inadımda bu yersiz öfkemde ısrar edersem değerim artacak hiçbir şey söylemeden susarsam sanki neyi anlatmadığım anlaşılacak beni de cumhurbaşkanı yapacaklar buyur diyecekler herkes anlattı anlatmayan bir tek sen varsın meğer bütün iş anlatmamaktaymış başımıza sen geç diyecekler senin gibi kimse kalmadı zaten nutuklarım konuşmalarım filan hepsi hazır insanlar diyeceğim ey insanlar benim hepinizden farklı olduğumu nasıl anladınız demek fen bu kadar ilerledi başka adam kalmadığı için ben herşey olacağım cumhurbaşkanı ben başbakan ben kendimi bütün bakanlar yapacağım "

" ...gücümü tahminde yanılmıştım. Turgut evlendiği zaman ben de evlenecektm. Çatal - kaşık ve fasülye pilakisi karşısında böyle ağır bir yenilgiye uğramayacaktım. Oysa fasülyeyi ne kadar severdim. Herşeyle aramı bozdum artık. Herşey bana düşman kesildi. Tanrım, diye düşündüm ilk defa. İlk defa, Tanrım dedim; bıraksınlar beni artık "

" ... bu köylülerin de yaşı belli olmaz. Orta yaşlı dediğin köylü senden küçük çıkar "

" ... hey gidi Selim! Ekmeğinin buğdayını çıkaran insandan bu kadar uzak mı kalacaktın? "

" ... eskiden güneşin doğuşuyla korkularım dağılırdı. Şimdi her sabah yeni korkularla uyanıyorum "

" ... iki gündür huzursuzluk içindeyim; kedinin kuduz olup olmadığını düşünüyorum sürekli. Garip olan bir nokta daha! Bu konuda hiçbir tedbir almayı düşünmüyorum. Sadece korkuyla beklemeyi biliyorum. Kuduz olduğumun anlaşılması için ne kadar süre geçmesi gerektiğini hesaplıyorum. Gerçek ümitsizlik bu olsa gerek. Hiçbir kurtuluş tedbiri düşünemiyorum. Yalnız kötü şeyler olmasından korkuyorum. Tam ümitsizlik de değil. Belirli bir süreyi geçirip de kuduz olmazsam ne kadar sevineceğim bilseniz. Günler geçtikçe bu korkuya olan ilgim azalıyor. Başka korkular buluyorum: korkudan korkuya atlıyorum. İnsanların yıldızlara baktığı zaman duyduğu evrensel korku gibi duygulara yer yok bu arada, ne yazık. Aşağılık, seviyesiz korkular panayırı. Oysa, bu kadar aşağılık olmadığımı da seziyorum.... terleme ve zayıflama, dörtnala gidiyor artık. Bir kelime kulağımda çınlıyor: lösemi. Yerimden fırlıyorum. evet, gizli ve kronik hastalığımın nedenini buldum. ... artık sabahları bu yeni hastalığımın korkusuyla uyanıyorum. Kedi hikayesinden kurtuldum. Akşama kadar, her gün kendimde hastalıkla ilgili yeni belirtiler buluyorum. Doktora gitmek gibi bir düşüncem yok elbette "

" ... belki de hayattan bıkmaktan korkuyorum "

" ... küçük hesaplarım vardı. Bu hesapları bir yana bıraksaydım yapayalnız kalacaktım sınıfta. Nihat' ı bir kenara itmişlerdi işte. Bütün mesele zayıf bir tarafınızı yakalamalarıydı: ondan sonra kurtuluş yoktu. Birbirlerine de aynı davranışta bulunmaktan, gizlice birbirlerinin arkasından alay etmekten çekinmiyorlardı. Arkadaşının gülünç bir yanını yakalayan biri hayranlıkla dinleniyordu. Belki bir çeşit yaratıcılık vardı bunda "

" ... Gecenin bitmeye başladığını anlayınca mahzunlaşıyordum. Konuştuğum insanların peşinden gitmek, onları yatak odalarına kadar, hatta ertesi günü işe gidinceye kadar, hatta işte çalışırken izlemek, durmadan konuşmak ve dinlemek istiyordum. Ayrılınca insanların birbirlerine hemen yabancılaştıklarını, eski havayı bir türlü canlandıramayacaklarını düşünüyordum. Kesintilere dayanamıyordum. Kuşkulu ve ürkektim. İnsanlara, ancak benim yanımda oldukları zaman güveniyordum. Benden ayrılınca beni yargılamaya başlayacaklarını ve tekrar bana döndüklerinde, artık eski sevgilerinin tükenmiş olacağını düşünerek korkuyordum. İnsanlara çok önem veriyordum aslında. Benim için ne düşünecekler diye içim titriyordu "

" ... tanımlar istiyorlar sizden: sonradan aynı tanımlarla canınıza okumak için. Tanımlarınız yoksa, bu sefer konuşturmuyorlar sizi. Tanımlar veremeyen insan saçmalar, diyorlar. Saçmalarla uğraşamayız. Kimseye saçmalama hürriyeti veremeyiz. Tanımları verince de herkes, daha önce kendisi için kazılmış olan çukura düşüyor. Başkaları için de tanımlar istiyorlar sizden . Başkalarının işine karıştırıyorlar sizi zorla, başkalarının da size karışması için yolu açıyorlar böylece "

" ... öyle bir kapı olmalı ki çalınca, insana hiçbir şey sormadan açsalar: kapının ortasındaki küçük pencereden bakıp kim o demeseler. Sonra hemen içeri alsalar beni. Ben anlatmak istesem bile, hemen sustursalar: biz herşeyi biliyoruz.Burada yemek ve uyuma saatleri belli değildir. Kimsenin kimseyi dinleme zorunluluğu da yoktur "

" ... düşünce, onlar için yalnız ıstırap kaynağıdır. Bu duruma gelen zavallı düşünce, artık onlara hayatlarını düzenlemekte yararı olmayan bir yük ve bizim verdiğimiz hürriyeti kabul etmelerine engel olan bozuk bir makinedir. Bu makine, son tireyişlerini yapmaktadır ve durmasını bilmediği için parçalanacaktır "

" ... ne kadar acıyorum kendime; bu yüzden başkalarına acımaya fırsat bulamıyorum "

" ... aslında her gördüğüm insana kapılıyordum. Hemen onun gibi olmak, ona bütün varlığımı sunmak ve onun bütün varlığını içime almak istiyordum. Her an değişmeye hazırdım "

" ... öznenin, yüklemin filan başka bir düzen içerisinde yerleştirilmesini sağlayarak benim istediğim anlama kavuşturacak böyle bir kitap.Ne diyorlarsa, yalnız onu demek isteyenler için geliştirilmiş düşünce ve ifade kuralları ne zaman bulunacak? "

" ... bence suçlu bana görevleri verendir. Altından kalkamayacağım bir yükle beni ezendir. Hiçbir zaman bu görevleri yapmaya gönüllü olmadım. Kimsenin istekli olmaması üzerine ve o sırada orada benden başkasının bulunmaması yüzünden kabul etmek zorunda kaldım. İnsanlar, bu görevleri kabul etmemenin utancını yaşamasınlar diye ( bu utancın çok korkunç bir duygu olduğunu tecrübelerimle biliyordum ) onları bu acıdan kurtarmak istedim "

" ... düşünce: kara. El: yatkın. Zehir : gerektiği gibi. Zaman: uygun. Tam mevsimi; gören yok. Ey tabancalı adam! Bitir işini "

" ... son sözümü söylemeliyim. Eski sözlerim gibi kalabalık ve boşuna olmamalı "

PS : Aylar önce okuduğum " Tutunamayanlar " dan,
bir kenara not ettiklerim.
yazmak ancak nasip oldu.
copy paste değil,
el emeği göz nuru yani tümü..

kitapta aslında her satır altı çizilesiydi..
siz gidin aslını okuyun en iyisi..
beğendiyseniz tabii..

16.08.2007

ÖPÜCÜK!!!



2. dünya savaşı’ nın bitiminde çekilen,
bir askerle hemşirenin öpüştüğü bu simgeleşmiş
efsane resmi çoğunuz bilirsiniz..
bu yıl,
yüzlerce New Yorklu 2. Dünya Savaşı’ nın bitim yıldönümü kutlamak için Times meydanında,
işte böyle öpüşmüş..

bence son günlerin,
en şirin,
en romantik,
en tatlı görüntüsü.

bunca olan biten içinde...

13.08.2007

Haftasonu Bunlar Oldu...



yazdım,
yazıyorum,
yazacağım derken,
sonunda word başına gelebildim.
hareketli sayılabilecek bir haftasonundan sonra,
yine bir iş gününde sizlerle birlikteyim ( ıyyyykkk )

cumartesi günü,
pek bi muhterem,
çok sevdiğimiz,
ama 7 ay boyunca küs kalıp,
ancak birkaç hafta önce barışabildiğimiz can ciğer kuzu sarmalarımız,
sevgili arkadaşlarımızın nikahı vardı cumartesi günü.
önce nikaha gidildi,
arkasından yemeğe geçildi,
netekim yenildi-içildi,
sohbet edildi
ve gece bitti.
elimizde kaldı 2 adet fotoğraf ve bir adet nikah şekeri.

bir "uzuuuunnn yılların çifti" daha,
gözlerimizin önünde dünya evine girdi.
her zamanki gibi hayatgibi'nizin nikah korkusu depreşti.
sefkilimin kulağına eğilip eğilip,
"aşkım bak biz evlenmiycez di mi,
ben dayanamam bu heyecana düşer bayılırım,
5 kutu Prozac filan tıkmanız lazım boğazımdan aşağıya.
ya da biz bakkala gider gibi evlenelim,
öyle kimseye haber vermeden imzamızı atıp gelelim?
olur di mi bebeğimmmmmmmm" diyip durdum.

pazar günü ise,
olağan haftasonlarımızdan biri gibi geçti.
sıcaktan kaçıldı,
Cevahir’ e sığınıldı.
tabii ki sinemaya gidildi.
vazife icabı "harry potter" seyredildi,
tarafımızdan hiç sevlmedi,
beğenilmedi,
hatta sevgilim bi ara kendilerini uyuyarak protesto etti
( evet başıma bu da geldi )

sinemadan sonra yemek katına çıkıp bi şiyler yedik,
daha sonra da biraz turlayıp D&R’ ı filan gezdik.

bu arada ben Heroes / 1. sezon DVD’ lerini aldım,
Lost’ un 3 sezonunu bu yolla izleyip bitirmiştim,
sıra bu diziye bulaşmaya geldi.

akşam kısa bir internet turunun ardından,
play station’ da need for speed most wanted oynamaya devam ettim.
oynarken bir yandan da radyodan Galatasaray’ ımızın muhteşem 4-0’ lık maçını dinledim.
maç bitince televizyondan gollerin görüntülerini de seyrettim ki,
"ne maçtı o be!" dedirtti.
ama bu konuyla ilgili yazı yazmak yerine,
hepinizi özlemle öpüp kucaklarken,
febeli arkadaşlara da iğrenç "belediye çalışıyor" esprisi yapıp,
yazımı noktalamak isterim.
bakın kendinize...

9.08.2007

TRİP..


galiba kendinizi pek enteresan sanıyorsunuz?
büyümeyen adam sendromu bu ama yaşlanıyorsunuz..
küstah taklidi yapan erkekler familyasından,
milyarlarca zavallı adam midemi kaldıran
ya siz hala bıkmadınız mı hiç kendinizden?
evinden uzak yalnız kovboy triplerinizden..?
hadi gelin,
uyuyun koynumda eğer çok isterseniz

ben uyanmadan giderseniz beni memnun edersiniz...





8.08.2007

KARİZMA ZERO...


"armut" lafı kadar delikanlıyı bitiren bir laf görmedim.
adama hakaret et,
envai çeşit küfür et,
bu kadar etki elde edemezsin.
bir erkeğe armut dediğin zaman karizması sıfıra iner,
ben bunu bilir bunu söylerim.

ha,
bi de "dingil" yapar aynı etkiyi...
o ayrı..




6.08.2007

Ne Dedim Ben???


düşündüm de,
ben Alpay Erdem’ i çok seviyorum..
onu okuduğum zaman,
onun gibi yazmak istiyorum.
nasıl bir karaktersizsem artık,
hemen onun gibi olmak istiyorum.
bi de Selahattin Duman okuyunca oluyor bu.

bence bi "bilok yazıcısnın" ulaşabileceği son nokta çünkü kendileri.
uğraşsan da geçemezsin bence.
ama blogtan kastınız böyle benimki gibi bi şiyse..
yok ben dünyayı kurtarıcam,
felsefe yapıcam,
edebiyat parçalayacağım diyorsanız o zaman başka tabi.

ilişkiler üzerine yazacak olsam mesela,
o zaman Ahmet Altan’ ı kıskanırdım ben.
ama öyle "kadınların sevdiği yazar ahmet altan" kabilinden değil,
harbiden beğendiğim için adamı.
severim yani.
bazen unuturum sevdiğimi.
genelde mutluyken filan böyle,
pek sallamam,

"aman bana ne şimdi onun tumturaklı uzun cümlelerinden,
kulağını tersten gösteren betimlemelerinden" diye.
ama elime alıp 2 satır okuyayım,
yine hemen hastası olurum.
"bütünleşik çarprazlamalar psikozunda sevdim seni" türü cümleler kurarak taklit edilebileceği düşünülür kendisinin,
"ben de yazarım canım, kadın yazarı işte" filan diye aşağılanmaya çalışılır..
halbuki otur da yaz bakalım.
yazamazsın,
sıkarsın,
okutamazsın kendini.
olmaz yani.

sevgilim de savunur bu tezi,
ben de o zaman acayip gıcık olurum.
"adam kalkmış beni bana anlatıyor, ne var ki onun yazdıklarında" filan der,
hatta kendisinden nefret eder.
yıllar boyunca yavaş yavaş ben biraz alıştırmaya çalıştım,
hala ısınmadı.
arada bi "tamam kültürel birikimi var adamın" filan diye hakkını vermeye çalışıyor ama,
ötesi yok.
o kadar yani.

neyse konu bu değildi.
konu benim Alpay Erdem’ i ne kadar sevdiğimdi.
okurken resmen neşe doluyorum,
ben de hemen bisiklete binmek
ve gezerken gördüğüm herkese
teyzelerle ilgili sahip olduğum kötü anılarımı anlatmak istiyorum.
o kadar yakın görüyorum yani.

hayatımda en sevdiğim insanlar arasında ilk 10’ a girer belki.
o derece.
1. her zaman sevgilim ama.
diğer herkes ondan sonra gelir.
annem – babam dahil.
böyle de adi bi insanım.
sen doğur,
bak büyüt bu yaşa getir,
elin çocuğunu gitsin daha çok sevsin.
ama napalım dünya böyle.

benim kafamda "sevgilim" diye bi kavram var.
o da aşkı temsil ettiği için benim gözümde her zaman 1.
şimdi ben sevgilimden ayrılırsam
ve başkasına aşık olursam,
hemen 1. o olur.
başkasına aşık olmazsam,
aşık olana kadar 1 numara boş kalır.
2. sıradaki kişi otomatikman birinci sıraya yükselmez yani.
meclisteki ölen milletvekilinin boş koltuğu gibi.
yerine atama yapılmaz.
boş durur öyle 1. sıra.
sonra aşık olunca o kişi bir numara olur.
işte böyle de aşk delisi bi kişiyim.

bazı arkadaşlarım mesela,
"amaaan 1 erkek için değer mi?" filan derler.
( sanki 2 erkek olunca fark edio? )

işte o zaman,
"senin o bir erkek dediğin kişi benim hayatımın anlamı" diye haykırmak isterim ey okuyucu.
ben aşık olmadığım zaman,
yiyemem,
içemem,
gezemem,
nefessiz kalırım,
biter giderim.

hatta sevgilim bazen beni kızdırdığında,
ona olan aşkımın azaldığını hissedersem,
sevgilime daha çok sinirlenirim
"içimdeki aşkı öldürüyor" diye.
yani içimde bu kadar güzel bi duygu yeşertmişsin,
dünyanın en güzel şeyi,
ama sen kalkıp beni üzdüğün zaman,
adeta efendim,
dünyanın en güzel çiçeğini bahçe makasıyla kesen bi kişi gibi,
almışsın eline o makası,
acımasızca bu duyguyu buduyorsun.
üstelik yanlış yerden kesersen bi daha da büyümez o.
ondan sonra ilişkiye devam etsen de,
ayrılsan da fark etmez.
aşkı kesmişsin yani sen.

"sen ne hakla benim elimden bu kadar değerli bi şeyi alırsın" diye işte böyle kızarım.
ama içimden tabi.
kalkıp suratına karşı
"sana olan aşkımı yok ettiğin için sana daha çok kızıyorum" diyecek halim yok ya.
içten içe kinlenirim öyle.
hani çocuğu öldürülmüş biri,
evladının katiline nası kızar,
o kadar kızarım bu işe.
bizim zırt – pırt ayrılıklarımız da hep bu anlarıma denk gelir zaten.

ya şimdi yazıya şöyle bi baktım da,
anlatmak istediğim tek bi şeyi bile adam gibi anlatamamışım sevgili okuyucu.
konu bu kadar dağıtılır yani.
şu yazıdan bi kişi de benim anlatmak istediklerimi anladıysa kafamı kırarım.
bu kadar kötü yazılır yani.
bravo bana.
en iyisi bu kadar bahsettikten sonra,
Alpay Erdem’ den bi yazı ekleyeyim ben size.
belki biraz toparlar sizi.

* Metro’nun merdivenlerinden de ne düşülür yalnız. Allah görsetmesin. Evet, “görsetmesin”.
* Bi aralar, canım sıkılıyor’a karşı, sıkı can iyidir, çabuk çıkmaz diye pis bi laf vardı.
Pek kullanılırdı. Allah’tan geçti o pis dönem, iyi oldu.
* George Clooney, gittikçe kuşa benzemeye başladı, farkında mısınız.
O eski yakışıklılığından eser kalmadı. Adeta bir kuş oldu.
İnanmayan, Ocean’s Thirteen’in afişine baksın. Resmen bir kuş. Kuşa benzeyen insanları sevmem.
Kuşlara hakaret gibi oluyor çünkü. Sevmem.
* Çok acayip bişey söyliycem; ben bir disifiks manyağıyım. Disifiks nedir.
Disifiks, böyle Karfur’larda satılan, (ekseriyetle), rulo halinde, renk renk, desen desen, böyle metrelerce, kağıt yapışkan. (-Kız Emine reklama giriyor. -Girmez. Selpak gibi düşün. Hani kağıt mendil demiyosun da, selpak diyosun ya, onun gibi düşün.)
Al duvara yapıştır, olsun sana duvar kağıdı, o derece yani.
İstediğin gibi kes, alttan kağıdını çıkar, istediğin yere yapıştır.
Her yere yapıştırıyorum. Ne zaman Karfur’a gitsem, rulo rulo alıyorum.
Annem, benim bir yapışkana bu kadar para verdiğimi duysa, beni kesinlikle evlatlıktan reddeder.
Ama ne yapayım, dayanamıyorum. O kadar güzeller ki. Büssürü rengi var.
İhtiyaçtan değil, tamamen zevkten.
Zevk olmasa, şeffafını bile niye alayım değil mi. Benim de lüksüm, bu disifiks oldu.
Her yere yapıştırıyorum. Bisikletime, bilgisayarıma, camlara, masaya sandalyeye, fırına buzdolabına, yüzüme gözüme, her yere.
Kesip kesip. Biri beni kurtarsın. Sanırım bağımlı olmak böyle bir şey.
Lan sakın ben o yapışkanının kokusunun manyağı olmuş olmıyim.
Bayaa böyle kafa yapıyo çünkü. LAN!
* Fenasi Kerim’i çok özlüyorum. O benim gerçek starımdı.
* Geçtiğimiz haftalarda, koşan teyze’den bahsetmiştim.
Bu hafta, koşan teyze’den çok daha acayip bişey gördüm; kaçışan teyzeler.
Dünyanın kesinlikle en komik görüntüsü. Bisikletimle, Üsküdar sahilinden doğru, Çengelköy’e doğru gidiyorum, böyle nerden baksan 8-9 tane teyze de, karşıdan karşıya, sanki yol onlarınmışçasına, ahestenin de ahestesi, geçiyorlar diycem, geçmiyorlar da, böyle tuhaf bir şey, önlerinde de bir taksi var, teyzeler geçsin diye bekliyor, e geçmiyorlar, duruyorlar gibi bişey yani yolun ortasında, en sonunda taksi şoförü dellendi, taksiyi bunların üzerlerine doğru sürmeye başladı.
Teyzelerin bir kaçışması var, ömre bedel
Bir de taksi şoförü, bir yandan da küfür ediyor, LA! Sİ! .MINA KODUKLARIM diye.
Teyzeler çil yavruları gibi dağıldılar valla. Güleyim mi, taksi şoförüne tepki mi vereyim, bilemedim.
Güldüm tabi önce. Sonra, dur şu taksi şoförünü paylayım dedim. Çünkü teyze de olsa, onlar bizim analarımız.
Yapılmaz yani o hareket. O teyzeler ki, bizleri, tarlaya doğurup, orada kurda kuşa bırakmayıp, faydalı bir insan olsun diye büyütenlerimiz.
O teyzeler ki, kadınlarımız, bacılarımız. Tam dedim şu taksiyi yakalayım, bastı gaza gitti, baktım yetişilmez yani.
Çok sinirli gitti çünkü. Tam telefonuma plakasını yazıyordum ki, o kaçışan teyzelerden biri, yavrum eziyordu bizi diye dizlerini döve döve, yanıma dert yanmaya geldi.
Dedim teyze s.ktir git. Uzak dur benden. Kaçtım ordan. Plakayı da unuttum o korkuyla.
Mına koyum nasıl da apansızın sinsi gibi yanaştı yanıma ya.
Halbüse Hıncal Uluç gibi rezil edecektim o taksiyi köşemden.
Hayır sevmemek, korkmak başka, ezilenlerin yanında olmak başka. Eziliyorlardı çünkü resmen.
* Bugüne kadar, bir şekilde, tişörtünün yakasını kesmemiş, sonra da, içten içe pişman olmamış bir insana rastlamadım.
*Telefon rehberinde gezinirken, ismini gördüğünde, yüzünü ekşiten biri varsa, kurtul ondan.
Önce o kaydı sil. Kurtul ondan. Bir insandan kurtulmakla başlar her şey. Kurtul ondan.
O çok adi bir insan. Senin enerjini emiyor. Kurtul ondan. Hayatından insan eksiltmenin tadına var. Tul ondan.
* Hayattaki en mutlu insan, bi geçerken uğrayanı çok olan insandır.
Bi geçerken uğramanın, fazlasıyla insana ait bir yanı var
Hüzünsel gibi de biraz. Bi geçerken uğradım. Ben ömrümde böyle sıcak bir laf daha duymadım.
Bi çayını içmeye geldim. Canımı iç canımı.
Sevgilerimle efendim, kendinize iyi bakın.


2.08.2007

Cesur Olamayan Güzeliniz ya da Güzel olamayan Cesurunuz...


size bir yazı yazarım,
kafanız acır.
ama şimdi canım istemiyor.

canım sadece bütün gün sokakta oynadıktan sonra,
binbir zırlamayla eve girdiğimde,
annemin köfte + makarna + patates kızartması yapmış olduğunu görmek,
yemekten sonra da en sevdiğim çizgi filmi seyretmek istiyor.
basit huzurlar arayışındayım ki,
bu en son çocukluğumda vardı.
cesur ve güzel izlemeye başladığımızda,
masumiyet çağı sona erdi.

içine rahatça sığabileceğim büyük ve geniş laflar istiyorum bazen,
ama kafam sığmıyor.
kafayı fazla büyütmemek lazım.

doğumgünüme 21 gün kaldı..



1.08.2007

İŞE DÖNÜŞŞŞ...


bugün işe gittimmm beeennnnn..
çok üzgünüm,
sinirliyimmm,
çalışmak istemiyorummm bennnnn....

ben bilgisayarıma,
play stationıma
ve çizgi romanlarıma gömülmek istiyorum,
havuza gitmek,
sinemaya gitmek,
arkadaşlarımla eğlenmek istiyorum,
sevgilimle vakit geçirmek istiyorummmm..

ben tatile devammm etmek istiyorummmm..
lütfennnnnn.