25.11.2008

osmanlı cumhuriyeti...


hatırlıyorum o anı..
küçücüğüm daha..
ama o yaşta bile kazımışım
- nedense -
zırt pırt ağlamamalıyım diye aklıma..

o yüzden ağlamamak için kendimi zor tutuyorum..
hani filmlerde filan olur,
oyuncunun gözlerine 2 damla yaş gelir oturur,
asla akmaz,
ama ağlamaktan beter eder suratının halini..
aynı o ifadeyle resme bakıyorum..

“ işgal kuvvetleri “ getirmiş çekmiş istanbul’ a gemilerini..
boğazda kara-gri bir ölümü simgeleyen cellatlar gibi duruyorlar..
demir ağırlıklarını boğazın sakin sularına salmışlar.
benim boğaz’ ımın sularına..
üstümde askılı bluzum,
pileli kısacık eteğim,
fiyonklu çoraplarım
ve kırmızı ayakkabılarımla kenarında sek sek oynayarak büyüdüğüm,
sokaklarında annemden habersiz,
hınzır bir firari gibi koşup dizlerimi kanattığım İstanbul’ umun boğazında..

sıcak çatışma – savaş durumu da yok üstelik..
onlar “ diplomatik ” haklarını kullanmışlar,
orada duruyorlar,
onun dışında herkes olan biteni kabullenmiş gibi.
göze çarpan herhangi bir olağanüstülük yok.

içime inanılmaz dokunuyor bu.
varlıkları kabullenilmiş biçimde o ölüm makinelerinin boğazda duruyor oluşu..
resme adeta çakılıyorum..
aslında doğduğumdan beri anlatılıyor bana,
düşman ülkemizi işgal etmişti,
bitmiştik,
meteliksizdik,
her şeyi yitirmiştik,
kurtuluş savaşı’ yla yeniden dirildik filan diye.
ama ben yakar top oynarken
ya da ne bileyim ip atlarken filan,
o sözler benim için “ araya sıkıştırılmış “ ders cümleleri oluyor sadece..
ama o fotoğrafı görünce!

çok fena oluyorum..
ve inanılmaz sinirleniyorum..
kendime yediremiyorum bir türlü durumu..
zorlukla gözlerimi kaldırıp resimden,
diğer sayfaya geçecek gücü kendimde buluyorum..
o sayfanın ilk paragrafını okuyorum,
Ata’ nın “ geldikleri gibi giderler “ cümlesini görüyorum.
bu sefer baştan ayağa sevgi,
baştan ayağa saygı ve hayranlıkla dolu olarak,
gözlerimde yaş tomurcukları hala pırıl pırıl,
kendi Atatürk’ ümle tanışıyorum.

sonra onun sözlerine doyamadığımdan,
“ ordular ilk hedefiniz Akdeniz’ dir ileri “ deyişini
ya da “ egemenlik hayıtsız şartsız milletindir “
veya “ bütün ümidim gençliktedir “ sözlerini görmekten bıkmadığımdan,
yıllarca onun hakkında ne buldumsa okuyorum..
her okuyuşumda biraz daha ben oluyorum.
biraz daha bağımsız,
biraz daha kararlı,
biraz daha modern,
biraz daha onun istediği Türk kadını
ve dünya insanı oluyorum.
gün geliyor:
- benim karakterim galiba Atatürk’ e benziyor, onu bu yüzden bu kadar çok seviyorum, diyecek oluyorum.
- ya da o olduğu için ben şu an bu karaktere sahibim, diye düzeltiyorum.

Atatürk olmasaydı..
kişiliğimde o çok beğendiğim yanlar,
kendimden nefret ettiğimde bile
“ ruhumda hiç olmazsa bunlar da var “ diyebildiğim ışıklar,
acaba yine de olur muydu?
genetik üstesinden gelir miydi bu işin,
yoksa tüm o pırıltılar silinir gider miydi?

belki giderdi..
biri de bunun filmini çekerdi..
hatta çekti..

osmanlı cumhuriyeti..
olmayacak sebeplerden,
kendimi birden “ asla gitmem “ dediğim bu filmi izlerken buluverdim.
Nişantaşı City’s 7. salonunda,
aslında daha film başladığında beklentisizdim.
çünkü ben gani müjde’ ye gülemeyenlerdenim.
kahpe bizans’ ı sevmeyenlerdenim.
sulu zırtlak absürd ve boş bir şey istemeyenlerdenim.
bu yapının üzerine bütün hayatım boyunca bir de yüzlerce film izlemişim.
üstelik çoğunu sinema salonunda seyretmişim.
yani artık sinema bilgimi iyice sivriltmişim.
beğenilerim seçkinleşmiş
ve ayırd ediciliği neredeyse filmden zevk almayı engelleyecek boyuta gelmiş birisiyim.
dolayısıyla filmi beğenmedim.
teknik açıdan tammm bir fiyasko diyebilirim..

sanki bir sürü sahne çekilmiş,
küçük küçük,
bölük börçük fikirler bulunmuş da,
montajı okulda dönem sonu projesi verircesine
1 gecede yetiştirilmiş gibi,
ortaya çıkan şey bir türlü bütünleşmemiş.

kostümler berbat bile denilemeyecek düzeyde.
replikler desen, eh işte.
film zaten komedi olarak çekilmemiş lakin fragmanı insanda bu izlenimi uyandırdığı için söylüyorum size,
komik hiçbir şey yok filmde.
“ espri “ diye sundukları geyikleri sayarsanız bilemem elbette.
normale oyunculuğunu hiç ama hiç beğenmediğim Ata Demirer,
“ nispeten “ iyi.
vildan atasever ise resmen rezalet!
bu kız nasıl altın portakal aldı,
yoksa nurgül yeşilçay haklı mıydı,
yoksa her şey bi toz ve gaz bulutu muydu filan soruları sordurttu bünyeye..

sahneler inandırıcılıktan o kadar uzak ki,
“ ehh be siz de “ deme isteği geliyor bazen içinize..
yazık oldu verdiğim paraya demeyeceğim,
çünkü o kadar çingene değilim,
ama “ bilsem “ kesinlikle gitmezdim bu biline..

fakaaaaattt bunca şeye rağmen,
“ sinema nedir? “ diye sorgulamadan seyrettiğimde,
hoşuma giden çookkkk ufak da olsa birkaç şey olmadı değil.
bir kere filmin düşüncesi güzel.
o benim kafama çok küçükken takılmış
“ ya O olmasaydı? “ cümlesine cevap araması,
hala kağıt üstünde devam eden bir saltanatın ne durumlara düşeceğinin aktarılması vs fikri iyi.
ama bu fikri filme hiç yansıtamamışlar ki?
hele o filmin neredeyse tamamını kaplayan vildan’ la aşk hikayesinin sakilliği?
olmamış tabi.

yine de o “ komedi yapmıycam! “ inadı altındaki,
izleyiciye verilmek istenen hüzün iklimi benim içime işledi.
daha küçükken bile katlanamadığım boğaz’ a demirli o gemiler,
etrafta gezip “ dost görünümü “ adı altında kuyumuzu kazan mandacılar,
Heybeliada’ yı yunanlılara filan vermeler
- bkz laf çaktırılıyor, Kıbrıs -
“ ne adası ada mada verilmeyecek! “ diye inceden mesajlarla yüreğe su serpmeler vs,
ruhuma bir üzüntü,
bir yas havası indirdi.

2. yarıda tam padişah direnişçilere destek vermeye karar verdi
- var böyle gruplar, bağımsızlık için uğraşanlar –
silahlar dağıtıldı,
divan falan toplandı,
tamam artık gaz bi final yapacaklar,
düşmanı ülkeden atıp bağımsızlığı kurtaracaklar,
“ Atatürk olmasaydı da bu vatan evlatları eninde sonunda kurtuluşu sağlardı “ mesajı çakacaklar derken,
o cılız direniş bitti.
padişah istanbul’ u terk etti.
giderken:
- keşke zamanında birileri geldikleri gibi giderler diyebilseydi, dedi.
ve final sahnesinde Atatürk’ ün aslında kavga kovalarken ölmediği
gerçek evrenimize döndük,
Atatürk’ ün sesinden 30 sn’ lik nutuk bölümüyle film bitti.

işte filmin bir tek bu yönü hoşuma gitti.
Atatürk olmasaydı bu işlerin başarılamayacağı kabul edildi.
“ gaz bir son “ yerine,
mutsuz ve yenik bir son seçildi.
öyle her direnişin,
her halk ayaklanmasının bir Kurtuluş Savaşı olamayacağı mesajı,
“ anlayana “ son 30 sn’ de verildi.

salonda alkışlayanlar, ağlayanlar oldu.
çıktım, lavaboya gittim.
orada da ağlayanlar vardı.
ilginçtir,
bunlardan biri de Sibel Can’ dı.
- eğer bi ikizi filan yoksa kendisinin -
yalnız o ağlamanın ötesine geçmiş,
gözleri kızarıp şişmişti.
hiç sevmem ama “ aferin be “ dedim içimden.
iyi kötü bi şiyler hissedebilmişti demek ki.

çıktım,
sevdicek kapıda beklemedeydi:
- sibel can içerdeydi ağlıodu yaf, dedim.
- ama Issız Adam’ dan da çıkmış olabilir o, dedi.
bitişler yakın saatlerdeydi.
bilemedim.
çok da önemsemedim.

ama dönüş yolunda,
takside,
bu kötü filme rağmen o gemilerin ağırlığını ben de içimde hissettim.

yumruklarım sıkılı,
içimden,
“ iyi ki var “ dedim.

20.11.2008

insanlarla yapılan gerçek deneyler...


bugün kafayı sıyırma sınırına geldim dayandım..
çünkü çok ilginç ve derin bir konuya daldım.
sıkıcı adıyla “ sosyal psikolojik deneyler “ ..
ya da insanlar üzerinde yapılan deneyler..
ancak konu araştırıldığında,
hiç de sıkıcı değil,
aksine inanılmaz ilgi çekici,
aynı oranda ürkütücü ve rahatsız ediciler..

aslında olay bugün birkaç yıl önce izlediğim
“ deney ( das experiment ) “ isimli filmin adının geçmesiyle başladı.
film o zamanlar çok çok az gittiğimiz kadıköy’ de,
sevdicekle kavga etmişken,
sırf kavga üstü eve dönmeyelim önce kafamız dağılsın şeklinde beni sürüklemesiyle,
küçücük ve düğün salonu bozması bir yerde,
yani çok kötü psikolojik şartlar içinde izlediğim bir filmdi.

mutsuzdum,
bitkindim,
isteksizdim
ve fakat çat!
film başladıktan sonra koltuğuma çivilendim.
sonuna kadar izlemeye dayanamayanların,
salonu terk edenlerin filan olduğu bir yapımdı bu.
sarsıcıydı.
adamı şöyle bir sallayıp sağlamca yerine geri oturtuyordu.
sonunda da sizi kafanızda soru işaretleriyle sokağa salıyordu.

film bu “ deney “ için gönüllülerin gazete ilanıyla aranmasıyla başlıyordu..
deneyin konusunu ise garip bir durum oluşturuyordu.
bir grup insan topluca bir hapishaneye gönderiliyorsunuz,
2 hafta bu hapishanede kalacaksınız,
mahkumiyet altında nasıl davranışlar sergilediğiniz incelenecek
ve iki haftanın sonunda 4.000 EUR para alacaksınız..
kolay gözüküyor değil mi?
maalesef değil..
çünkü deneklerin bilmediği bir şey var..
içeri girdiklerinde hepsi eşit olmayacaklar!
bir bölümü baştan beri bildikleri gibi mahkum statüsünde kalacakken,
bir kısmı “ gardiyan “ rolüne soyunacaklar ve içerideki düzeni sağlayacaklar..

zaten sağlıyorlar..
ama nasıl sağlıyorlar?
bir deneyin içinde olduklarını tamamen unutup,
kendilerini aldıkları yetkinin ve ellerindeki gücün etkisine kaptırıyorlar,
işkenceye başvuruyorlar.
mahkumlarsa oradan asla çıkamayacaklarına inanmaya başlıyor,
isyan ve kaçış planları yapıyorlar.
olayı izleyip denetlemesi gereken bilim adamları ve güvenlik bir süre sonra yetersiz kalıp devre dışı oluyor
ve şimdi uzun uzun anlatmak istemeyeceğim inanılmaz dehşet
ve vahşet sahneleri yaşanıyor.

“ insanlık “ kavramına inancınız azalıyor.
birbirinize güveniniz azalıyor.
birlikte yaşama ve dayanışma denen şeylerin illüzyon olduğunu,
bilinçaltında aslında her an vahşileşebilecek,
koşullandırmaya ve itaat etmeye hazır canavarlar bulundurduğumuzu yüzümüze vuruyor.

çıkınca bir süre sarsılmış vaziyette kalıyor,
sonra da konusu geçtikçe etkileyiciliğinden dem vuruyorsunuz
ama bir süre sonra unutuyorsunuz.
taa ki benim bugün öğrendiğim gibi bunun gerçek bir olay olduğunu fark edeceğiniz güne kadar.

evet,
cahil diyebilirsiniz belki ama ben bu filmin Stanford Deneyi diye adlandırılan gerçek bir deneye dayandığını bugün öğrendim!
ve dehşetten dehşete sürüklendim.
sonra da diğer “ insanlı “ deneyleri öğrenmek için google’ a yüklendim.
o kadar çok şey gördüm ki insanlara olan inancımı neredeyse tümüyle yitirdim..

aslında psikolojiye bu denli yabancı değilim.
hatta sürekli psikoloji kitapları okuduğum bir dönem geçirdim.
ama bunlar paranoya - şizofreni gibi tanılar konulmuş hastalara uygulanan tedaviler
ya da ağır depresyon altında psikiyatra baş vuran hastalara uygulanan yenilikçi psikanaliz yöntemleriydi.
rüyalara,
çocukluğa eğilme vs vs..

nedense o dönemde bu sıradan insanlarla yapılan,
yani aslında hiçbir psikolojik rahatsızlıkla ilgili tanı konulmamış,
tamamen “ random “ seçilmiş insanlarla yapılan deneyler hiç gözüme ilişmemişti.

bugün bir anda birkaçıyla birden yüzleşmek beni fena sersemletti.
örneğin Milgram deneyi.
70’ lerde Yale Üniversitesi’ nde yapılıyor.
gönüllü iki insan arasında kura çekiliyor.
çekilen kağıtlardan birinde “ öğrenci “ biri “ öğretmen “ yazıyor..
kura sonucu kişiler bu rollerden birini alıyor..

öğretmen ve öğrenci arasına bir paravan konuluyor.
böylece birbirlerini görmüyorlar ama duyabiliyorlar.
öğretmenden öğrenciye bir takım kelime gruplarını yüksek sesle söyleyerek ezberletmesi isteniyor.
öğrenci verilen grupları öğrenip hatasız tekrar ederse sorun yok.
öğrenemezse her yanlış cevap için öğrenciye elektrik şoku vereceksin deniliyor.

buna göre öğrenci bir yanlış cevap verdiğinde,
öğretmen elindeki butonu kullanarak öğrenciye 15 voltluk elektrik akımı gönderecek.
2. yanlış cevapta 30 volt,
3. de 45 volt..
bu şekilde artarak 450 volt’ a (!) kadar gidecek.
deney başlamadan önce de öğretmene,
karşı tarafın nasıl bir acı çekeceğini anlaması için 45 voltluk küçük bir şok uygulanıyor.

deneyin can alıcı kısmı şu:
başta çekilen kura aslında düzmece ve “ öğrenci “ konumundaki kişi işbirlikçi.
yani asıl denek sadece öğretmen.
öğrenci rolündeki kişi gerçekte elektrik akımına bağlı değil,
ama paravanın arkasında olduğu için öğretmen bunu bilmiyor,
gerçekten elektrik verdiğini sanıyor.
şu sınanıyor:
senden önemli gördüğün birileri sana “ şunu yap “ dedi diye,
tanımadığın birine,
her şeyden önce bir insana,
çok acı çekeceğini de bilerek 450 volt gibi ölümcül olabilecek dozlarda elektrik verecek misin?

deney başlıyor..
öğrenci önce doğru cevaplar veriyor..
sonra yanlış cevap vermeye başlıyor
ve öğretmen şokları veriyor…
doz gitgide artıp 120’ yi aştıkça,
öğrenci inanılmaz çığlıklar atıyor.
- tabii sahte olarak -
artık dayanamayacağını,
kalp hastası olduğunu,
deneyden çıkmak istediğini haykırıyor.
“ öğretmen “ bu çığlıkların sahte olduğunu bilmediği halde,
şoku vermeye devam ediyor!

bırakmak istediği noktalarda kendisine
“ lütfen deneyi bırakmayın “
“ devam etmek zorundasınız “ gibi telkinlerde bulunuluyor
ve denekler her seferinde dozu arttırmaya devam ediyor.
hiçbiri,
evet hiçbiri 300 volttan önce deneyi bırakmıyor!
sonuna kadar gidenlerin,
yani 450 volta kadar devam edenlerin oranıysa %65!
evet %65’ i bir insana 450 volt elektrik verebiliyor!!
çünkü koskoca Yale profesörleri ona öyle söylüyor!

deney sonuçları açıklandığında yoğun tepkiler alsa da,
insanların “ itaat etme “ ve “ duruma göre davranış değiştirme “
yetilerinin(!) ne durumda olduğu kanıtlanmış oluyor.
deney çeşitli ülkelerde tekrarlanıyor
ve sonuç hep birbirine yakın,
yani %65 civarında çıkıyor.
üstelik kadın-erkek denekler arasında önemli bir fark bulunmuyor.
ve bunu benim beynim almıyor..
nasıl oluyor da bir insan “ itaat “ etmeye bu denli koşullu bulunabiliyor…

internette kısa bir araştırma yapıldığında bile,
buna benzeyen,
yani sıradan insanlar üzerinden yürütülen,
ama sıradışı sonuçlar veren pek çok deneye rastlamak mümkün.
fakat likelife şimdi bunların çok daha fazlasına ve detaylısına ulaşmak istiyor.
aslında elimde okumaya devam ettiğim farklı konularda 2 tane kitap var.
- Masumiyet Müzesi de yeni bitti -
ama bu konu şu an o kadar ilgimi çekti ki,
beni bununla ilgili alacağım yeni kitaplar bekliyor gibi görünüyor.

sizin de bildiğiniz,
konuyla ilgili kitap veya makale varsa bana bildirebilirsiniz.
hatta bunu yaparsanız beni çok mutlu edersiniz.
tabi kendi okuduklarınızı ya da fikirlerinizi de aktarabilirsiniz..

ama aktarmasanız da,
içimden bir ses,
benim bu konunun derinliklerinde bir süre kaybolacağımı söylüyor…


18.11.2008

annem.. yahut akrep kadınları...

annem çok ilginç kadın.
yine içten içe üzdü beni.
öyle bildiğiniz yoldan değil ama.

bugün doğumgünü.
dünden beri aklımda.
aradım arayacağım derken 15:00 oldu saat.
sağ elimde gelen telefonları yanıtlıyorum,
sol elimle imza atıyorum,
( evet iki elimi de kullanabiliyorum ben
ve evet süperim )
önümde oluşmuş yığınlara sulu gözlerle bakıyorum,
toplantı yapıyorum
ve 20 dk aralıklarla
“ allahım annemi hala aramadım diyorum “

neyse sonunda ahizeyi kaldırıyorum.
evi arıyorum.
fakat açılmıyor ne hikmetse?
aa?
insan doğumgününde belli etmese de telefonun başında bekler be!
ama annem napıyor,
çıkıp gidiyor.
cep telefonundan arıyorum,
artık bininci çalışta filan açıyor.
gayet neşeli bir ses tonuyla:
- fotoğrafçıdayım ben, stüdyodayım şu an, diyor.
- niye ki napıosun orda?
- 50 yaş fotoğrafı çektiriyorum
- !!!!!!!
- …
- ne alaka?
- 50. yaşımın bi hatırası kalsın işte..
- ( gülerek ) e evde çekseydiniz?
- yok zaten bana fotoğraf lazımdı nüfus cüzdanındakini filan da değiştiricem
- aa vesikalık yani?
- evet işte hem vesikalık fotoğraf, hem hatıra fotoğrafı.
- ben bi doğumgününü kutlamak için aradım, nice nice senelere..
- tabi nice nice.. kaç gün kaldıysa yaşayacak..
- anne saçmalama kaç yaşındasın daha!
- eh bi 10 sene daha yaşarız belki..
- ya olur mu öyle şey eskidendi onlar..
- neyse ben tam poz veriyordum şimdi içerdeyim daha sonra konuşuruz.
- tamam ararım, hadi bye
- bye bye..

ay ilahi.
ağlayayım mı güleyim mi?
annecim sen ne ilginç kadınsın ya.
sezgileri de çok güçlü bu arada.
tam yazının burasında,
telefon çaldı:
- eve geldim diye aradım konuşamadık orada, dedi.
- ya anne nerden aklına gelio böyle şeyler..
- kızım lazımdı zaten. hep aynı resmi kullanıyordum her yere. ama o kadar fön çektirdim, makyaj yaptım istediğim gibi olmadı yine.
- niye?
- kasıyor insanı bu fotoğrafçılar. bi tuhaf çıkıyorum. ben aynaya bakıyorum kendimi daha güzel görüyorum.
- neyse onlar bi kaç rötuş yaparlar güzel çıkar merak etme.
- zaten öyle dediler.
- akşam ne yapacaksınız?
- babanın bilmem ne bilmem ne üyeliği var ya Swissotel’ de kalacağız.
- oooooo.. e hadi iyi madem..
- akşam görüşsek mi sizinle de biz otele gitmeden.
- annecim hafta içi. geç çıkıoruz biz zaten. h.sonu ayarlarız bişi.
- tamam o zaman hadi.
- görüşürüz öptüm
- hoşça kal..

annem yani..
üşenmemiş fön falan çektirmiş,
makyaj yapmış,
giyinmiş süslenmiş,
gitmiş resim çektirmiş..
sebep delilik mi?
değil tabii..
anneler öyle pek bir şey hissetmezler,
yaş bunalımına filan girmezler,
tek ve değişmez görevleri bizi düşünüp,
yalnız bizim için endişelenmektir sandığımız için,
anlamayız bile “ bir kadının “ 50 yaşı ne kadar çok önemseyebileceğini.
benim için giren başkası olduğu sürece 50 yaş da,
60 da,
70 de öyle çok mühim şeyler değil tabi.
artık ne de olsa ömürler uzadı filan.
zaten annem 30 yaşında gibi görünüyor di mi?
evet herkes öyle söylüyor,
sanki kardeşsiniz diyor,
annemin güzelliği yere göğe konulamıyor..
ama sen git sor bakalım o kendinde ne kusurlar görüyor?
kendini nasıl “ artık yaşlanıyorum “ korkularının içinde buluyor.
ve bu yaşı gündüz evde tek başına karşılarken,
akşam olup eşinin gelmesini beklerken,
zaman yapayalnız hiç geçmezken,
o bu anı ölümsüzleştirme çabası içine giriyor.

doooğru kuaföre..
doooooğru fotoğraf çektirmeye..
oradan da eğlenmeye..
ama içinde o hüzünle..

garip olan,
bütün bu duyguları annem bana bir
“ 50 yaş fotoğrafı çektiriyorum “ cümlesiyle geçirebiliyor…

annem çok ilginç kadın.
yine içten içe üzüyor beni. öyle bildiğiniz yoldan değil ama..



15.11.2008

dostlarım ve ıssız adam..


cuma günü gelmiş ben daha geçen haftasonundan bahsetmemişim,
heyhat!
bunca yorgunluğun arasına bir de cenaze girince,
isteksizlik dizboyu işte!

halbuki iyiydi,
güzeldi,
hele cumartesi.
gündüz biraz temizlik yapmayla filan bedellense de,
beni mutlu eden bir şey gerçekleşti:
çocukluk arkadaşlarım ve ablam dahil 8-9 kişi bize geldi.
yemekler yendi,
içkiler içildi.
kedim Arthur kainatın en güzel kedisi ilan edildi,
kucaklardan inmedi.
en son 04:20 civarı son “ misafir “ de giderken,
kucağımda,
uykusuzluktan gözleri çizgi haline gelmiş vaziyette “ bye bye “ demekteydi.
- normal şartlarda günde 18 saat uyur kendisi,
sabahlara kadar kucak kucak gezip mıncıklanmaya alışık değil tabi –

gecenin konusu biraz eski günler,
ama çokça sistemin yapısı ve
mekanikliğimizin içselleşmesiydi.
zamanında kitap okuyup,
gitar çalarak,
kumsalda bira muhabbetleri yapıp,
dünyayı kurtararak kendini besleyen bizlere,
her gün belirli şeyleri yapmak,
özellikle de “ yapmak zorunda olmak “ koyuyor tabi.
“ çarkın dişlisi “ olma hali hiçbirimize yetmiyor ki?
yurtdışına gitme planları,
ne işiniz var durun kalalım nidaları,
kahkahalar,
itiraflar,
sayıklamalarla biten gecede,
sabaha karşı bana dağınık bir ev
ve bir gülümseyiş kaldı.

herkes gidince,
sevdicek “ içki çok başımı ağrıtıyor “ diyip yüzünü buruşturarak hemen yattı.
benimse “ kalanları “ toparlamam 1 saatimi aldı.
tam 3 torba – battal boy – çöp çıktı.
1 tanesi sırf bira şişeleri,
şarap-votka-rakı şişeleri
ve atılan çerezlerden oluşmaktaydı.
artık düşünün toparlarken ne kadar zorlandığımı.

yine de,
05:30 gibi yattığımda içimde hala yumuşacık bir his vardı.
aklımda da bir plan:
akşamdan kalmayız diye bütün gün uyunmayacak,
kalkılıp hazırlanılacak,
sinemaya uçulacaktı.
11:00 gibi uyandırdım sevdiceği:
- akşama bizi annenler çağırmıştı yaaa
- evettt
- biz en geç 18:00 gibi gideriz onlara
- hmm??
- eğer hemen kalkmazsak sinemaya gitmeye vakit kalmaz.
- sinemaya taşıyacaksın illa ki di mi bizi?
- evethh
- iyi hadi. benim de canım istiyor gibi.
- ekikiki. ben seanslara bakayım bari.

hemen bilgisayarın karşısına geçtim:
- 14:00 civarı var bizim gideceğimiz filmin seansı, dedim.
- alla alla ben dün göz atmıştım yok gibiydi, dedi.
- nası ya var işte bak?
- aaaa???
- neeee?
- eee biz bond’ a gitmeyecek miyiz?
- yoooooooo
- ıssız adam’ a mı gideceğiz?
- eveeeet..
- ya ama..
- aşkım bak süpermiş bu şuymuş buymuş bi de şahmış şahbazmış bi de bi de…
- iyi ona gidelim bari..

dedi.
gittik.
iyi ettik.
filmi çok sevdik.
ama beni özellikle filmin üzerinden birkaç gün geçince
- yani bu günlerde -
şeytan dürttü tabii.
şimdi film iyiydi,
ama neden iyiydi?
aslında konusu çok basitti.
hatta bana bir şey sunmadı diyebilirim.
bazı olaylar çok desteksizdi.
mesela Alper,
düzgün bir aileden gelmişken,
işinde başarılıyken neden “ bu hale “ gelmişti.
bu denli dejenere olmak için,
sadece şehir hayatı sebep gösterilebilir miydi?

ayrıca konu o kadar düz,
o kadar engebesizdi ki.
- kırmızı kısım spoiler içerir -çocuk “ hızlı “ yaşıyor,
sonra bir güzele aşık oluyor.
1 ay geziyorlar tozuyorlar,
aynı evde kalıyorlar,
arkadaşlar - anneler filan tanışıyor,
güzel güzel koşturulurken,
alper pat diye ben ayrılıcam buyuruyor,
kız yıkılıp gidiyor,
başkasıyla evleniyor ve film bitiyor.
bu!
- spoiler -ne biliyim belki ben sivriyim,
ama bi duvara karşı’ daki aşkın şiddetini bekledim,
ya da “ karanlıkta dans “ gibi gerçekten ağlatan,
koltuklara çivileyen bir son bekledim.
jeux d'enfants’ daki gibi şok eden,
büyüleyen,
“ ben de bunu yaşamak istiyorum “ dedirten çılgınlıklar bekledim.
bunlara rağmen filmi neden sevdim?
çağan ırmak çektiği için.
içine bu kadar detayı,
bu kadar incelikle yerleştirdiği için.
seçtiği müzikler,
yarattığı karakterler,
bütün incelikli sahneler,
bütünlediği sihirli atmosfer için.

özellikle karakterlerde müthiş bir ustalıkla çalışılmış,
Ada ve Alper’ i sevmemek neredeyse imkansız kılınmıştı.
hele evleri!
bana “ gel gel “ yapsın diye tasarlanmıştı.
ama dediğim gibi bana göre olay örgüsü
ve senaryo zayıf kalmıştı.
“ şehir hayatında nelere dönüşüyoruz “ u sorgulamak
biraz da kendi içimize
ve geçmişte sevdiğimiz herkese dönüp,
belki biraz ağlamak için ideal,
- ben ağlamadım -
ama “ baş yapıt “ ilan edilmek için fazla boş bir film.

yine de içimizde “ bi daha olsa yine izleriz “ duygusu bıraktı.
sebebi belki ilişkimizin 6 yılının neredeyse tamamının geçtiği sokakları tekrar adımlamak,
o havayı solumak,
“ bizim aşkımız çok büyük “ efektini yaşamımıza katmaktı.
ama şunu söyleyeyim,
ben bizim ilişkimizin filmini yapsam,
ortaya daha karışık bir hikaye,
daha çok delilik,
daha çok şiddet,
daha çok sefkat,
daha çok kıskançlık,
daha çok ayrılık,
daha çok barışma,
daha çok çetrefilli başka şeyler çıkardı.

bunların sebebi de daha çok “ kadın karakter “
yani ben olurdum.
çünkü ben her şeyi uçlarda yaşamayı seviyorum.
etrafımdaki insanları da
- belki gönüllü olarak -
bu uçurumlara savuruyorum.
üzülünce çok üzülen,
sevinince çok sevinen,
“ dibine kadar aşık olunmayacaksa,
hiç olunmasın efendim! “ ci likelife olarak,
yanımdakini de kendime benzetiyorum.

bu yüzden sanatta da o şiddeti,
nefreti,
aşkı,
rüzgar gibi yüzümde hissetmek istiyorum.

çok şey mi bekliyorum?



12.11.2008

kısa... ve acılı...


düşüncelerin keskin bıçaklar gibi beynimde yer değiştirmesi ne acı.
başım bu yüzden bu denli şiddetli ağrıyor belki.

dün sabah kalktığımda,
gün içinde ağlayacağımı düşünemezdim.
zaten hiçbir gün “ bugün “ ağlayabilirim diye uyanmaz ki insan.
benimki de laf işte.

aslında bir 10 kasım efekti vardı tabii üstüme.
kırgınlıklar içindeydim,
yas vaziyetindeydim.
ama asıl tokadı şirkete gelince yedim.

muhasebede bir arkadaş var sevdiğimiz.
onun da bir kardeşi.
motosiklet kazası geçirmiş,
ölmüş diye haberi geldi.
tanımayız etmeyiz ama hepimiz şok içinde koltuklara yığıldık tabi.
benim gözlerim bir anda doluverdi.
dert ettiğimiz,
24 yaşında gelen ölümün yanında,
mesai arkadaşımızın “ buna nasıl dayanacağı?? “ düşüncesiydi.
24’ lük kardeşini yitirmek.
gerçekten dayanılacak bir şey miydi?

dün cenazesi yetişmedi.
adli tıptaymış “ cesedi “
bugün kalktık gittik.
bütün ofis değil tabi.
birkaç kişi.
önce cami,
arkasından evin önünde helallik alma merasimi.
hoca yakınlarına:
- yüksek sesle ağlamayın, iyi değildir dedi.
duydular mı farkında değilim tabi.

mezarlık kısmına katılmazdık biz.
“ işler “ beklediğinden.
ama o gencecik beden toprağın altına girmiştir şimdi.
düşünmek bile ürpetici.

şirkete döndük.
biri dedi ki,
motosikletini satmak için ilan vermiş 10 gün önce.

satılsaymış keşke.

6.11.2008

haybeden bi iyimserlik havasına girdik...


belki konuya herkesten farklı bir açıdan bakacağım ama,
napiyim benim de yapım bu,
öküz altında buzağı aramak.

obama seçildi diye herkes pek mutlu.
iyi, güzel.
biz de kötü bir Bush taklidi olan McCain
ve korkunç yardımcısı Sarah Palin’ in seçilmesini istemiyorduk zaten.
öte yandan ancak ehven-i şer olarak görebildiğim obama’ ya da pek ısınamıyorum ben.
yani önümüzde 2 aday varsa ve biri mccain’ se obama’ yı isteyeceğiz,
kesin bu.
ama 3., 4. veya 5. vs vs adaylar olsaydı yine obama gözümüzde parlar mıydı bu kadar,
bu başka bir soru.

Türkiye’ de yaşayan biriysek Türkiye’ de yaşayan biri olarak bakacağız tabii duruma.
bildiğimiz şu: McCain seçilseydi,
ortadoğu’ daki agresif politika devam edecek,
Suriye’ de hâlihazırda başlamış olan gerginlik ilerletilecek,
İran’ a girilecek,
Rusya’ yla ilişkiler gerilecek,
Irak’ taki belirsizlikse devam edecekti.
öte yandan devam eden krizle eksilen kaynaklar,
bu tür savaşlar eliyle yerine konulmaya çalışılacaktı.
bununla beraber kürtaj karşıtlığı gibi muhafazakar görüşler beslenecek,
eşcinseller vs gibi toplumda dışlandığını düşünen kesimlerin problemleriyle eskiye oranla pek de farklı biçimde ilgilenilmeyecekti.

obama bu noktada “ özgürlükler ve eşitlikler “ söylemiyle yükseldi.
eşcinseller, zenciler vs hepsi bizimdir dedi.
ailesinde mevcut din ve ırk çeşitliliğini de kullanarak,
her türlü ezilmiş kesimin hakları için mücadele edeceğini defalarca belirtti.
bu noktadan bakıldığında Türkiye ile ilişkilerinde öncelikle gündeme getireceği konular belli.
kendi gözünde ezilenler konumuna getirdiği ermenilerin meselesini örneğin,
öncelikli olarak çözmemizi,
soykırım yaptığımızı(!) kabul etmemizi isteyecek.
daha sonra Kıbrıs’ ta işgalci konumunda olduğumuzu belirtecek.
bu arada Kürtlerle ilgili bir çok bizim kabul edemeyeceğimiz olguyu gündeme getirmesi de muhtemel.
- eyalet sistemi vb -

tüm bunları “ demokrat başkan “ parıltısı altında yapacağından
ve ülkesinde bu konuların üzerine gittiği için gitgide daha çok parlatılacağından,
gücüne güç katacağı da öngörülebilir.
bu güçle tahminimizden daha fazla üzerimize gelmesi,
Türkiye’ deki 2. cumhuriyetçi çevrelerin de desteğini alacağı hesaba katılırsa,
olmayacak şey değil.
yani obama bu sinyalleri önceden vermiş olduğundan rahatça bize
“ sana gül bahçesi vaat etmedim “ diyebilir.
üstelik haklı gözükebilir.
biz de “ taviz “ veya “ gerginlik “ çukurlarından birini tercih edip,
içine çekilmek zorunda kalabiliriz.

ayrıca Irak vs konulardaki düşünceleri konusunda açıklamalar yaparken obama,
daha az saldırgan olacaklarını ima etmesine rağmen,
çok da “ sevgi kelebeği “ bir çiçek çocuk havası estirmedi.

yurtta sulh, cihanda sulh diyebilmiş liderimizi,
ulu önderimizi yıpratmaya uğraşırken biz,
elin Amerikalısı kendi liderini “ Irak’ tan birdenbire çekilmeyeceğiz ama
yavaş yavaş bu saldırgan politikaya son vereceğiz “ minvalinde birkaç söz etti diye barış güvercini ilan ediyor tabi.
fakat bu söylemler ne kadar güvenli?
bekleyip görmedikçe,
petrol için yapılan savaşların tam olarak sonlandırılacağına rahatça güvenemeyeceğiz gibi.

öyleyse bizim için ne değişti?
farklılıktan kaynaklanan bir umut yeşerdi belki.
“ yeni “ olanın getirdiği birkaç ihtimal filizlendi.
ama hala her şey benim gözümde o kadar da netleşmedi.

ha, noolur,
bu adam çıkar,
çatır çatır bütün dünyaya ne kadar mükemmel bir insan olduğunu ispatlar,
ortaya gerçekten barışçı ve beraber kalkınmacı bir Amerika projesi koyar
- ez, işlet, devretçi değil yani -
ben de korkularımı yener,
çıkar meydanlarda obama t-shirtü bile giyerim.

ama o vakit gelene kadar,
obamaymış,
mccainmiş,
çok da tın benim için.



5.11.2008

çare yok..



bir kızcağız varmış..
22 yaşında..
doktor olmaya aday,
tıp öğrencisi yani..

aynı sınıfta okuduğu bir “ genç “ de bu kıza sevdalanmış..
uğraşmış uğraşmış
ama istediği sonuca ulaşamamış..
sonunda o “ muhteşem kafasını “ kullanmış.
o kafadan,
“ bu kız benim olmayacak, yaşamamalı öyleyse “ fikrini çıkarmış
ve güzel kızımızı acımadan katletmiş.
- öldürülen kişinin güzel olması neden kat be kat daha fazla üzer bizi onu da anlamış değilim.
kızcağız çirkin olsa olayın vahameti azalacak,
“ aman ölmek ona müstahaktı “ diyecektik sanki, neyse –

katletmek derken,
öldürme biçimi de neredeyse
“ kafasına bir kurşun sıksaydı keşke “
- tövbe tövbe -
dedirtecek türden.
47 kere(cik) bıçaklayan cinsinden.
hani öldüreceğim ama öyle bir öldüreceğim ki,
sana ölümü isteteceğim caniliği.
caniliğin derecesi olmaz gerçi.
ama bunun varmış demek ki.
“ sevdiğini “ tam ispatlamış oldu şimdi.

bu gence “ ceza indirimi “ gelmiş yeni yeni.
hep olduğu gibi.
biz adaleti sümme haşa eleştirebilecek tıynette insanlar değiliz bittabi.
beni bu olayla organik bağ kurmaya iten,
vakayı işyerinde konuşurken arkadaşımın ettiği bir cümleydi:
- senin manyak sapık
nooldu?, cümlesi.

dudaklarımdan:
- aman Allah’ tan yok bu aralar ortada, sözleri dökülüverdi.
ama aklıma " onun insiyatifine kalmış durumdayım hala "
düşüncesi de yerleşti
ve gitmedi.

evet sizin hiç tanımadığınız,
ama sizi uzaktan görüp “ beğenen “
hatta kendi hastalıklı dünyasında size aşık olduğunu iddia eden,
sizsiz kalmaktansa ölmeyi yeğleyeceğini söyleyen birileri,
her an bir şekilde hayatınıza girebilir.
benim girmişti.
uzun dönem önemsemedim,
konduramadım,
“ Allah’ ın salağı “ deyip geçiştirdim.
sonra sonraysa delirdim,
üzerine gittim,
polise gittim,
işe defalarca yanımda “ koruyucu “ biriyle gidip geldim.
ama an itibariyle kesin sonuç elde etmiş değilim.

en son yanıma yaklaşıp “ seni çok seviyorum “ demeye cüret ettiğinde,
sokak ortasında öyle bir bağırdım,
onu öyle bir rezil ettim ki,
şimdilik ortalıkta değil.
ama ben onu daha önce de rezil etmiştim.
daha önce de yoldan ekip otosu çevirip,
atlayıp polislerle sokak aralarında adım adım takip etmiştim.
kaçmıştı ve yanıma gelememişti sonra.
ama aradan biraz zaman geçince tekrar yaklaşıp
“ bu dünyada sensiz kalmaktan daha kötü bir şey olamaz “ demişti yine bana.
nefretimi kusacak her türlü hareketi yapmama rağmen.
hatta bir keresinde üzerine saldırmama rağmen,
tam olarak vazgeçip geçmediğini bilmiyorum hala.

işyerimi bildiği için “ kendi canı isteyince “ karşıma çıkıyor.
yanından geçerken ben,
ne söyleyecekse söylüyor.
ya da çiçek vermeye,
hediye vermeye çalışıyor.
“ en iyi ihtimalle “ beni uzaktan izliyor,
hem korkutuyor,
hem iğrendiriyor.
tedirgin edici varlığını hayatıma sokup sokmayacağı tamamen onun kararına kalıyor.
bir gün “ iş çıkışına gidip göreyim “ diyor
ve pat! damlıyor.
her gün yanınızda eşinizle,
sevgilinizle,
ne bileyim abinizle filan işe gidip gelmeniz mümkün değil.
“ belirsiz bir günde “ yanınıza gelme ihtimaline önlem almanız mümkün değil.
polise “ bu adam bana asılıyor “ dediğinizde,
yanınıza 2 tane koruma dikmiyor haliyle.
bodyguardla da gezemiyorsunuz whitney houston değilseniz.

peki bu durumda ne yapabilirsiniz?
hiç!
sadece bekleyebilirsiniz.
“ bugün de gelecek mi acaba “ diye ürkebilirsiniz,
her iş çıkışı kendi kendinizin sinirini bozabilirsiniz
ve böyle haberler okuduğunuzda,
“ ya o da bir gün sapıtıp beni vurursa,
silahı başıma dayarsa,
kimse kurtaramazsa “ diye endişeler duyabilirsiniz.
bedeninizi çok çaresiz ve aciz hissedip,
aslında hiç tanımadığınız birinin hayatınız üzerinde böylesine söz sahibi olmasına deli gibi sinir olabilirsiniz.

hatta daha da kötüsü,
bu paranoyalarla,
bu şahıs yanınıza yaklaştığında panik halinde kendinizi savunmaya çabalarken
yaralanmasına veya ölümüne sebep olabilirsiniz.
hapislerde çürüyebilirsiniz hem de ne uğruna?
sadece sizi uzaktan görmüş,
hiç mi hiç tanımadığınız takıntılı bir yabancı uğruna.

hayatın çok saçma ve boş olduğunu fark edebilirsiniz.
ve çok genç yaşta,
boş yere,
üstelik huncarca katledilen böyle bir kızı gördüğünüzde,
empati kurabilir,
kendinizi onun yerine koyabilir
ve gözlerini hayata kapattığı o an ne kadar korkmuş olabileceğini damarlarınızda hissederek,
usulca ağlayabilirsiniz…