15.11.2008

dostlarım ve ıssız adam..


cuma günü gelmiş ben daha geçen haftasonundan bahsetmemişim,
heyhat!
bunca yorgunluğun arasına bir de cenaze girince,
isteksizlik dizboyu işte!

halbuki iyiydi,
güzeldi,
hele cumartesi.
gündüz biraz temizlik yapmayla filan bedellense de,
beni mutlu eden bir şey gerçekleşti:
çocukluk arkadaşlarım ve ablam dahil 8-9 kişi bize geldi.
yemekler yendi,
içkiler içildi.
kedim Arthur kainatın en güzel kedisi ilan edildi,
kucaklardan inmedi.
en son 04:20 civarı son “ misafir “ de giderken,
kucağımda,
uykusuzluktan gözleri çizgi haline gelmiş vaziyette “ bye bye “ demekteydi.
- normal şartlarda günde 18 saat uyur kendisi,
sabahlara kadar kucak kucak gezip mıncıklanmaya alışık değil tabi –

gecenin konusu biraz eski günler,
ama çokça sistemin yapısı ve
mekanikliğimizin içselleşmesiydi.
zamanında kitap okuyup,
gitar çalarak,
kumsalda bira muhabbetleri yapıp,
dünyayı kurtararak kendini besleyen bizlere,
her gün belirli şeyleri yapmak,
özellikle de “ yapmak zorunda olmak “ koyuyor tabi.
“ çarkın dişlisi “ olma hali hiçbirimize yetmiyor ki?
yurtdışına gitme planları,
ne işiniz var durun kalalım nidaları,
kahkahalar,
itiraflar,
sayıklamalarla biten gecede,
sabaha karşı bana dağınık bir ev
ve bir gülümseyiş kaldı.

herkes gidince,
sevdicek “ içki çok başımı ağrıtıyor “ diyip yüzünü buruşturarak hemen yattı.
benimse “ kalanları “ toparlamam 1 saatimi aldı.
tam 3 torba – battal boy – çöp çıktı.
1 tanesi sırf bira şişeleri,
şarap-votka-rakı şişeleri
ve atılan çerezlerden oluşmaktaydı.
artık düşünün toparlarken ne kadar zorlandığımı.

yine de,
05:30 gibi yattığımda içimde hala yumuşacık bir his vardı.
aklımda da bir plan:
akşamdan kalmayız diye bütün gün uyunmayacak,
kalkılıp hazırlanılacak,
sinemaya uçulacaktı.
11:00 gibi uyandırdım sevdiceği:
- akşama bizi annenler çağırmıştı yaaa
- evettt
- biz en geç 18:00 gibi gideriz onlara
- hmm??
- eğer hemen kalkmazsak sinemaya gitmeye vakit kalmaz.
- sinemaya taşıyacaksın illa ki di mi bizi?
- evethh
- iyi hadi. benim de canım istiyor gibi.
- ekikiki. ben seanslara bakayım bari.

hemen bilgisayarın karşısına geçtim:
- 14:00 civarı var bizim gideceğimiz filmin seansı, dedim.
- alla alla ben dün göz atmıştım yok gibiydi, dedi.
- nası ya var işte bak?
- aaaa???
- neeee?
- eee biz bond’ a gitmeyecek miyiz?
- yoooooooo
- ıssız adam’ a mı gideceğiz?
- eveeeet..
- ya ama..
- aşkım bak süpermiş bu şuymuş buymuş bi de şahmış şahbazmış bi de bi de…
- iyi ona gidelim bari..

dedi.
gittik.
iyi ettik.
filmi çok sevdik.
ama beni özellikle filmin üzerinden birkaç gün geçince
- yani bu günlerde -
şeytan dürttü tabii.
şimdi film iyiydi,
ama neden iyiydi?
aslında konusu çok basitti.
hatta bana bir şey sunmadı diyebilirim.
bazı olaylar çok desteksizdi.
mesela Alper,
düzgün bir aileden gelmişken,
işinde başarılıyken neden “ bu hale “ gelmişti.
bu denli dejenere olmak için,
sadece şehir hayatı sebep gösterilebilir miydi?

ayrıca konu o kadar düz,
o kadar engebesizdi ki.
- kırmızı kısım spoiler içerir -çocuk “ hızlı “ yaşıyor,
sonra bir güzele aşık oluyor.
1 ay geziyorlar tozuyorlar,
aynı evde kalıyorlar,
arkadaşlar - anneler filan tanışıyor,
güzel güzel koşturulurken,
alper pat diye ben ayrılıcam buyuruyor,
kız yıkılıp gidiyor,
başkasıyla evleniyor ve film bitiyor.
bu!
- spoiler -ne biliyim belki ben sivriyim,
ama bi duvara karşı’ daki aşkın şiddetini bekledim,
ya da “ karanlıkta dans “ gibi gerçekten ağlatan,
koltuklara çivileyen bir son bekledim.
jeux d'enfants’ daki gibi şok eden,
büyüleyen,
“ ben de bunu yaşamak istiyorum “ dedirten çılgınlıklar bekledim.
bunlara rağmen filmi neden sevdim?
çağan ırmak çektiği için.
içine bu kadar detayı,
bu kadar incelikle yerleştirdiği için.
seçtiği müzikler,
yarattığı karakterler,
bütün incelikli sahneler,
bütünlediği sihirli atmosfer için.

özellikle karakterlerde müthiş bir ustalıkla çalışılmış,
Ada ve Alper’ i sevmemek neredeyse imkansız kılınmıştı.
hele evleri!
bana “ gel gel “ yapsın diye tasarlanmıştı.
ama dediğim gibi bana göre olay örgüsü
ve senaryo zayıf kalmıştı.
“ şehir hayatında nelere dönüşüyoruz “ u sorgulamak
biraz da kendi içimize
ve geçmişte sevdiğimiz herkese dönüp,
belki biraz ağlamak için ideal,
- ben ağlamadım -
ama “ baş yapıt “ ilan edilmek için fazla boş bir film.

yine de içimizde “ bi daha olsa yine izleriz “ duygusu bıraktı.
sebebi belki ilişkimizin 6 yılının neredeyse tamamının geçtiği sokakları tekrar adımlamak,
o havayı solumak,
“ bizim aşkımız çok büyük “ efektini yaşamımıza katmaktı.
ama şunu söyleyeyim,
ben bizim ilişkimizin filmini yapsam,
ortaya daha karışık bir hikaye,
daha çok delilik,
daha çok şiddet,
daha çok sefkat,
daha çok kıskançlık,
daha çok ayrılık,
daha çok barışma,
daha çok çetrefilli başka şeyler çıkardı.

bunların sebebi de daha çok “ kadın karakter “
yani ben olurdum.
çünkü ben her şeyi uçlarda yaşamayı seviyorum.
etrafımdaki insanları da
- belki gönüllü olarak -
bu uçurumlara savuruyorum.
üzülünce çok üzülen,
sevinince çok sevinen,
“ dibine kadar aşık olunmayacaksa,
hiç olunmasın efendim! “ ci likelife olarak,
yanımdakini de kendime benzetiyorum.

bu yüzden sanatta da o şiddeti,
nefreti,
aşkı,
rüzgar gibi yüzümde hissetmek istiyorum.

çok şey mi bekliyorum?



Hiç yorum yok: