25.09.2007

ARKASINDAN BAK ŞİMDİ!


merhaba.
gördünüz değil mi,
son yazımdaki "kehanetlerimin" nasıl tuttuğunu?

Galatasaray Sion’a yenildi,
FB de Bursa’ ya fena puan kaybetti.
bunları bilmek için kahin olmaya gerek yok aslında ama,
tam bir büyük zafer sonrasında dile getirirseniz de siz kötü oluyorsunuz sonra..

sonuçta ben "gördüğümü çalabiliyorum".
sevgilim de bloğuma her teşrif ettiğinde,
bu her konuda fikir belirten hallerime bakıp
"Türkiye’ nin dişi Hıncal Uluç’u sensin" diye dalga geçiyor.
halbuki alakası yok!

gelelim bu haftasonunun nasıl geçtiğine.
cumartesi tam yağmurlu bünyelerimizi Cevahir’ e atmış,
"gidecek film de yok bu hafta" diye aramızda tartışırken,
bir arkadaşın çağrısı düştü sevgilinin teline.
"hadi Taksim’deyiz gelin!" denildi ve
tarafımızdan da bu çağrıya anında olumlu cevap verildi.

bu kez konuşan kafalarımızı metronun içine sokup gittik bir süre.
sonra da House Cafe’ nin yolunu tuttuk işte.
dışarı kurulmuş arkadaşlarımızı
"ay yağmur yağğğğyooo" şeklinde içeri sokmayı başardım önce,
ardından da sıcak çikolatamı içtim sakince.

daha sonra tramvay’ a gidildi ve yemek yenildi.
akabinde de klasik oyun oynama saatimiz işte.
( ki bu benim en sevdiğim zaman dilimi oluyor genelde )

pazar günü de önce starbucks,
sonra Ekvator’da GS maçı,
yemek vs vs..

bi haftasonu daha geçip gitti bile!





21.09.2007

BU MU YANİ? EVET BU!


merhaba.
"mini" bir aradan sonra tekrar buralardayım.

anlatacağım pek bir şey yok.
hayat bildiğiniz gibi akmakta.
bendeniz çalışmaktayım.
gözüm iyileşti sayılır.
ben de onu hala son sürat yormaya devam ediyorum..
DVD’ den Heroes izliyorum,
ilk sezonun son bölümlerine yaklaştım,
git gide bu diziye daha çok ısınıp heyecanlanıyorum...
kitap okuyorum..
televizyon izliyorum..

özellikle bu sıralar maçları takip ediyorum..
haftasonu 6-0’ lık Galatasaray şöleninden sonra,
Beşiktaş yenilgisi,
ardından dün kazanılan FB galibiyeti
ve bugün Galatasaray maçı.
sonra 1 gün ara verip tekrar lig heyecanına döneceğiz.
kısacası,
futbol sevenler için şölen bu bi nevi.

sözü edilmişken,
FB maçıyla ilgili bi şiyler söylemeliyim sanki.
bana kızılmasını,
"kötü fena kişilik" ilan edilmeyi göze alarak şunu belirtmeliyim ki,
FB eğer gerçekten Avrupa’ da başarılı olmak istiyorsa,
dünki galibiyet sonrası
"tamam artık, bitti, süperiz, muhteşemiz" havasına girmemeli.
neden mi?
bu rehavetin bir takımı bitirebileceğini en iyi bilenlerdenim çünkü.

evet,
dün gece FB iyi,
çok iyi oynadı.
belki Inter karşısında bu kadar iyi bir futbol sergileyeceği kimsenin aklına gelmezdi.
ama,
daha bu haftasonu Rize’ ye yenilmekten zor kurtulan,
ligin ilk 5 haftasında 7 puan kaydeberken,
ancak 5 gol bulabilen de aynı fenerbahçeydi.
herhalde bu takıma 3 günde sihirli değnek değmedi!
peki,
dün geceki iyi futbol neyin eseriydi?
1. si Inter tam anlamıyla felaketti!
üstüste ayağa 2 top yapamadılar.
kullandıkları kale vuruşlarını bile FB’ lilere kaptırdılar,
top kaybında rekorlara imza attılar.
kaleyi neredeyse hiç yoklamadılar,
sadece 1 şut attılar!
belki 7 kişi eksik oynamaları,
belki deplasmanda oynuyor olmaları,
belki ilk maça çıkıyor olmanın rehaveti birleşti bilmiyorum.
ama Inter’ in oyunu dün akşam rezaletti.
( kimse "biz oynatmadık" filan demesin şimdi.
kendi aramızda oturduk,
doğruları konuşuyoruz.
kabul edin,
en basit toplarda bile Inter kötüydü! )

buna karşılık FB rakibinden korkmadı.
maça gerçekten inançlı ve rahat çıktı.
bütün oyuncular "kesin kazanırız" havasındaydı
ve kendilerine güvenleri tamdı,
ki bu bence bir takıma ilk gerekli olan şeydi.
2.si ise FB’ nin Şampiyonlar Ligi’ nde başarılı olmayı gerçek bir hedef haline getirmiş olmasıydı.
Türkiye Ligi’ nde Belediye’ den 2 yerken,
tek gol bile atamayan,
daha fazlasını yemektense zor kurtulan,
isteksiz,
futboldan soğumuş gibi görünen takım değil,
sanki bambaşka bir FB sahadaydı.
bunun sebebi de bence dediğim gibi Avrupa başarılarına çok fazla önem veriliyor oluşuydu.

tüm bunların yanında,
kişisel yeteneklerin konuştuğu dakikalar da vardı.
FB’ nin Brezilyalıları bazı çalımlarda hakikaten "jeneriklikti".
bunların en iyisi de gol öncesi Alex’ ten geldi.
ortasını yapmadan önce,
öyle bir çalım atıp rakibini yere yatırdı ki,
ona sadece oturduğu yerden topa bakmak kaldı.
Deivid de çok başarılı bir şekilde topu ağlarla buluşturunca,
muazzam bir gole imza atılmış oldu.

bu gol sayesinde maç kazanıldı.
ama dikkat edin bu,
dün akşamdı!
bu güzel futbol ve Inter’ i yenmiş olmanın rehaveti,
asla FB üzerine çökmemeli.
hiçbir sorun yokmuş gibi davranmamalılar.
ve dün akşamki inancı,
sorumluluğu,
futbol sevgisini diğer maçlarına da yaymalılar.
tabii başarılı olmak istiyorlarsa..

bakın bir GS’ lıyım ve
çok başarılı bir sezon geçiriyor olmamıza rağmen,
haftasonu 6 gol atıp "show yapmış" olmamıza rağmen,
bu akşamki maça
"tamam kesin alırız, fark olur canım, biz süperiz" havasında bakmıyorum,
bakamıyorum.
herşey olabilir,
yenilebiliriz,
dikkatli oynamalıyız diye bakıyorum.
çünkü geçmişteki maçlarımız geçmişte kaldı.
onlar kazanıldı,
ama aynı zamanda bitti de.
bir önceki maçın başarısı,
asla bir sonraki için garanti değil.
heyecanımızı,
iddiamızı ve güvenimizi tabii ki kaybetmemeliyiz,
ama her maçı kaybedebileceğimizi de bilmeliyiz.

ayrıca dün geceki FB maçı,
kim ne derse desin oyuncularımız üzerinde baskı yarattı.
şimdi bizim oyuncularımızın kafasında şöyle bir düşünce var:
"FB - koskoca - Inter maçını kazandı,
biz de Türkiye’ yi temsil eden diğer takım olarak,
bu başarıyı devam ettirmeye zorunluyuz"

bu psikolojik baskı,
bu sezon kazandığımız başarıların gözümüzü boyayabilecek olması
ve "nasıl olsa rövanşı var" rahatlığı,
bizi fena bir mağlubiyete sürükleyebilir.

bu nedenle ben maçı uzun süre dudaklarımı kemirerek izleyeceğim.
sizi bilemem tabii.




16.09.2007

BUGÜNLÜK..



bugünki konumuz bu olsun mu?
bu resim?
bir kaç gündür yazı ekleyemediğimin farkındayım,
ama bir kaç gündür kaçmaya çalışıyorum bilgisayar ve türevi herşeyden.
sol gözümle aramız iyi değil çünkü.
sorun çıkartıyor bana.
akıyor,
batıyor,
kaşınıyor..
kızarıyor da..
cuma günü işten bile izin almak zorunda kaldım..
bugün ilk kez biraz iyi gibiydi..

günüm de fena geçmedi..
sevgilimleydik..
her zamanki gibi yemek yiyip sinemaya filan gittik..
anlatırım...


11.09.2007

BÖYLE BÖYLE...


hepsini tek tek alınlarından öpmek istediğim sevgili okuyucu kardeşlerim,
hafta sonu yazı eklememiş olmanın mahcubiyetiyle önce bir sorayım:
nasılsınız?
ben güzel
ve güzel olduğu ölçüde hızlı bir viikend geçirdim.
ancak "şuraya gittim bunu yaptım" filan tarzında anlattığım haftasonlarına nazaran,
daha basit,
sade
ve koşturmacasızdı.

2 günümüzü de arkadaşlarımızla beraber geçirdik.
cumartesi günü Taksim’ deydik.
beraber yemek yedik,
oyun oynadık
ve acaip kahkahalarımız yüzünden sürekli "etrafımızı rahatsız ediyor muyuz" korkusuyla irkildik..
Allah’ tan tenha bir cafeydeydik.

pazar günü bu korkularımızı bir nebze olsun azaltmak için,
bizi evlerine davet ettiler.
henüz yeni evli olduklarından,
evlerine ilk gidişimizdi.
( 11 ağustos itibariyle evlenmişlerdi ya hani. hah onlar işte! )

evleri çok şeker ve sadeydi.
girer girmez sevdik,
içimiz ısındı.
biraz sohbet edip yemek yedik,
daha sonra da tabii ki oyun faslına geçtik.
yalnız sevgilimle ben oyun oynamaktan çok şarkı söylemeyi tercih ettik.
( belki böylece konu komşuya "biz geldik" demeyi istedik? )

ara ara DVD’ den,
daha önce izleyip de beğendiğimiz filmlerden bölümler seyrettik,
biraz Queen’ in Budapeşte’ deki muhteşem konserinin DVD’ siyle oyalandık,
büyük bölümünde de F1’ ı takip edip,
Massa’ nın durumuna hayıflandık.

pazar günü de böylece daha bi aile ortamında,
daha bi sıcak geçti.
bize de taraflarından sık sık artık evlenmemiz salık verildi.
yalnız sevgilimin elinde kumanda,
haberler arasında durmadan zaplayan halleri
"bak vazgeç istersen evlenmekten,
tipik bir zapping kocası olacak seninki" uyarıları almama sebep oldu.
ben de,
bi süre düşünceli gözüktüm.
ama aslında pek de umrumda değildi.

akşam olup da evimize dönerken,
içimize garip bi hüzün çökmüş gibiydi.
çünkü 5 gün görüşemeyecektik.
( artık haftaiçi görüşemiyoruz da! )
sonra evime gidip 1 bölüm Heroes izledim.
biraz da spor programları arasında gezindim.
Konu genelde Malta maçı ve basketboldaki rezilliklerimizdi.
tat vermedi.

zorlama bir şekilde yatağa gittim.
ancak çok zor
ve geç bir saatte uykuya dalabildim.




8.09.2007

Bence Malumdur..


kalp,
bence insana öyle,
hemencecik verilmemesi gereken bir şey.

önce kişi sıkı bir kursa tabi tutulmalı.
anlatmalılar.
bak bu kalbin,
şöyle atar,
böyle çarpar,
sana inanılmaz hisler yaşatıp,
korkunç acılar çektirir,
canının istediği gibi davranıp,
başını bin türlü belaya sokar.

arada bir ona ne istediğini sorarsın,
ama işin içinden çıkamazsın.

ha bu arada,
ona sözünüzü dinletemezsin,
unut bunu.

durunca da ölüyorsun..

hadi bakalım,
yaşa yaşayabilirsen şimdi.




5.09.2007

BAKARSAK...


"ben şunu şöyle şöyle yaparım"
ya da
"ben şunu asla yapmam!"
veya ne bileyim
"ben var ya ben,
şöyle şöyleyim de böyle böyleyimdir"

diyen insanlar bana tuhaf gelir.

çünkü ne yapıp ne yapmayacaklarını,
hayatta neyin olup olmayacağını çok iyi biliyor gibidirler.
bense tam tersine.
hayatı çok kaypak ve esnek bulurum.
her an her şey olabilir yani.
herkes herşeyi yapabilir.
kendimiz de dahiliz buna.
her an her şeyi yapabiliriz.
ve "1 yıl önceki" aklımızla bu olaya baktığımızda,
bunu nasıl yaptığımıza kendimiz bile şaşırıyor olabiliriz.
yine de yolumuzda devam edebiliriz.
o yüzden başkaları yaptığında tuhaf gelen şeyleri,
"hadi canım bu kadar da olmaz" filan diye çok fazla yadırgamamalıyız.

kim ne yaşıyorsa istediği için yaşıyor.
bize de bunları yargılamadan kabullenmek düşüyor.
ama başımıza böyle beklenmedik bir şey gelirse,
"kabullenme" sürecimizin nasıl geçeceğini bilmiyoruz.
ve çok sancılı olabileceğini düşündüğümüzden olacak,
ölümüne korkuyoruz.
acı çekeceğiz diye ödümüz kopuyor.
üstelik daha başımıza kötü bir şey gelmeden.
ürpertilerimiz,
az önce özelliklerini saydığım "human nature" denen,
gerçekte hepimizin çok iyi bildiği şeye dayanıyor.

insan denen varlıklar olarak aslında özünde iyi değiliz.
sadece kendini düşünen bencil bireyleriz
ve bu nedenle her şey beklenebilir bizden.
ve başkalarının da her an herşeyi yapabilecek olması gerçeği,
düşündükçe ürpertebilir bizi.
korkutabilir
ve soğutabilir,
gelecek günlerden.

BASKETBOL.. ŞAMPİYONA.. VS...


basketbol severim..
ama adam gibi basketbol izlemeyi severim..
heyecan olacak,
tutku olacak,
hırs olacak..
ve adı üstünde "basket" olacak..
yani attığın top girecek...
en azından attıklarının %70’ i girecek.
ki dün akşam başladığımız Avrupa Basketbol Şampiyonası gibi turnuvalarda şansın olacak..

biz napıyoruz peki?
bırakın % 70’ i,
% 50’ yi bile yakalayamıyoruz.
2 sayılık atışlarda takım ortalamamız:
% 35!
şaka gibi..
3 sayılık atışlarda?
% 30,8
hadi bunlarda engelleme var,
karşı takım çok iyi vs vs..
serbest atış ortalamamız?
% 63,6!

2 haneli sayılara sadece 3 oyuncumuz ulaşabiliyor..
kısacası sayı bulamıyoruz!
peki savunma yapabiliyor muyuz?
hücumlarda geri koşabiliyor muyuz?
ona da hayır.
bulduğumuz 69 sayıya karşılık
86 sayı yiyoruz...

bu akşam da almanya ile maçımız var..
yine izleyeceğim..
ama dün kadar hevesli başlamayacağım maça..
yılgınlıkla,
korkuyla başlayacağım..
umarım bundan sonraki maçlarda bu duyguyu kırmayı başarırlar...

hadi,
göreyim sizi..




4.09.2007

BİR HAFTASONU DAHA GEÇTİ...


perşembe günü tatil yapıp,
cuma günü normal bir "yoğun cuma günü çalışması" yaşayınca,
cumartesi günü de "bana" iş olmayınca,
haliyle dengesini şaşırdı bünye.

"saat kurmak" yerine "telefon kurmak"ta ısrarcı bendeniz,
cumartesi günü epey bi cebelleştim benim telle.
"nasıl oldu bu?" diyecek olursanız,
öncelikle "haftaiçi sabah uyanma ritüelimden" bahsetmek zorundayım sizlere.

haftaiçi kalkma düzenim şu şekilde ayarlanır,
"çifte alarmlarımdan"
1. si 06:30’ a
2. si 06:45’ e kurulur.
en son 06:45’ te de kalkılamazsa
"ennnn geç" 07:00’ de kalkılmalıdır ki
"ennnn geç" 07:15’ te evden çıkılabilsin.
bu nedenle,
bendeniz 06:45’ deki alarmı da kapatma girişiminde bulunursam
- wallahi uyku sersemliği -
genelde telefon elimde uyurum,
böylece daldığım tam bir uyku olmaz
( elim gevşerse telefon düşer zira )
o sayede de 10-15 dk içinde uyanmayı başarırım.

ve fekat,
pek nadir de olsa,
bazen telefon elimden de düşse,
dünya da yıkılsa uyanmayacak bir vaziyetteyimdir ki,
yerimden "geç kaldımmmm" diye fırladığımda saat 08:20’ yi göstermektedir.
( bu olay bi kere başıma geldi )

işte günlerini karıştıran beynim
cumartesi sabahı 10 dk’ da bir uyanarak,
elime telefonu almama,
gözlerim faltaşı gibi açık saate bakmama
"hiiiiiiiiiiii saat 9 olmuş" dememe,
akabinde "cts" yazısını görüp sakinleşmeme neden oldu.
- bunun 09:10’ lu, 09:30’ lu vs vs varyasyonları da yaşanmıştır-

en sonunda turkcell’ den gelen
"500 SMS kampanyasına üyeliğiniz iptal edilmiştir" mesajıyla "kesin uyanışı" yaşadım.
Müşteri Hizmetleri’ ni arayıp 10 dk bekledikten sonra
"önceden yüklenen SMS’ lerinizi kullanabilirsiniz,
bu daha sonra yapmak isteyeceğiniz yüklemelerle ilgili" gibi saçma sapan bir yanıt alınca,
"ulaannn sizin mesajlarınızda kullandığınız türkçenin bozukluğuna daaa" dememek için telefonu kapattım.

sonra giyinip süslenip,
sevdiceğimle Cevahir’ de buluştum.
fragmanına vurulduğumuz
ve oyuncularına kandığımız "suikastçi" filmine biletlerimizi aldık.
beklerken de yemek yiyelim dedik.

dünya çapındaki italyan yemekleri zinciri sbarro’ nun Cevahir’ in üst katında bir süredir hizmet verdiğini daha önce belirtmiştim.
"aman pizzaları güzelmiş,
içecek de sınırsızmış,
koltuklar da şahaneymiş" diye bi zamandır bağrımıza bastığımız sbarro,
01.09.2007 itibariyle gözümüzden yıldırım hızıyla düştü.

resmen bayat pizzaları ısıtıp önümüze vermişlerdi!
yemeye zorlandıklarımız,
haftaiçi satamayıp ellerinde kalmış pizzaların
tekrar fırınlanmış halinden başka bir şey değildi.
resmen hamuru parça parça dökülüyordu,
iğrençti,
ye-ne-mez-di.
sevgilim benim pizzayı kaptığı gibi geri götürdü tabi.
bizim masa uzak olduğu için ben duyamadım,
ama aralarında aynen şu diyalog geçmiş:
- bu pizza bayat!
- tamam hangisinden istersiniz?
- ne bileyim ben, hangisi tazeyse ondan verin.
- tabi efendim.

yani büyük bir pişkinlikle bunu söyleyip,
başka çeşit bir pizza verebilmişler!
çünkü kendileri de biliyorlar bayat pizza servis ettiklerini.
itiraz bile edemiyorlar.
yoksa insan usulen:
"allah allah nasıl bayat olur çok özür dileriz karışmış herhalde hay allah" filan der!
ama yok!
nokta kadar şaşkınlık yok.

ayrıca içeceklerimizi koymak için,
"temiz bardak dolabından" almaya çalıştığımız bardakların hepsi pis!
kullanılıp geri konulmuş gibi,
o derece!
gidip bunu da şikayet ediyoruz,
"temizlerinden" 2 bardak seçip,
peçetelerle defalarca silerek kullanıyoruz.
hayır neden kalkıp gitmiyoruz?
onu da bilmiyorum.
filme az bir zaman kaldığı için herhalde.
peki bir daha gider miyiz?
"eski güzel günlerin hatrına" belki bir şans daha verebiliriz kendilerine.
ama belirgin bir "toparlanma" görmezsek,
sbarroyu defterden temelli sileceğimiz kesin!

yemekten sonra filme girip
"günün 2. hayalkırıklığı" nı da bir çırpıda yaşayıverdik.
özellikle,
tam da "aa tersköşe" filan diye keyiflenirken,
aşırı aceleye getirilmiş finaliyle herkese
"ee noldu şimdi?" dedirtti.
( hatta ben acaba bu sinemada film makaslandı mı? diye bile düşündüm.
belki bir kere de DVD’ den görmek isteyebilirim. )
birkaç etkileyici görselliğe sahip sahne dışında,
havada kalan,
tuhaf bir film olmuş kısacası.

filmden sonra biraz mağazaları gezdik,
sevgilim bana Pull And Bear’ dan "gecikmiş doğumgünü hediyesi" kabilinden bir sweatshirt aldı.
- oh, thank you honey! -
sonra da,
isminin katre olduğuu düşündüğüm,
ama emin olmadığım,
bizim kendi aramızda
"sinema salonlarının ordaki cafe" diye adlandırdığımız yere gittik.
ben sufle yedim,
sefkili de cheesecake.
sonra da herkes kendi evine işte..

pazar günü Taksim’ de buluşup bi starbucks yaptık.
orada sevgilimle beraber
buluştuğumuz yakın bir arkadaşımızın inanılmaz siyasi görüşleri karşısında 2 saat süren bi
"beyin fırtınası" yaşayıp,
"sen de mi" yılgınlığına düştükten sonra,
ağrıyan başlarımızı omuzlarımızın üstünde taşıyarak,
tünel tarafındaki "tramvay" a gidip yemek yedik.

geçen gün Edith Piaf’ ın yaşamını anlatan Kaldırım Serçesi’ ni izledik demiştim ya,
3 - 4 gündür aramızda bir Edith fırtınasıdır esmekte.
hayır,
sanki kadını yeni keşfediyoruz,
deli gibi non, je ne regrette rien ve milord dinliyoruz.
baktım fransızca bilmeyen insanlar olarak umutsuzca şarkılarını mırıldanmaya çalışıyoruz,
cumartesi günü oturup internetten şarkı sözlerini buldum
ve şarkıyı dinlerken telafuzları kapmaya çalıştım.
işte tramvay dahil,
2 gündür gittiğimiz her yerde bu şarkıları telefondan dinleyip eşlik etmeye çalıştık.
yani bu 2 gün içinde kulağında telefonla kafa kafaya vermiş,
garip bir telafuzla fransızca şarkılar söylemeye çalışan tipler gördüyseniz,
evet,
onlar bizdik!
( nooonnn rien dö rieennnn
nooo je nö regrettö rienn
ni le biennnn, kon ma feeee, ni le mallll,
tu sa me bien egaaaallll )

sonra ekvator’ a gidip febenin maçını izledikten sonra
haftasonunun yıldırım hızıyla geçmiş olmasının üzüntüsüyle
evlerimize dağıldık sevgili okuyucu..

söylemiş miydim hiç,
sevdiğimi sizi?




1.09.2007

EDITH PIAF.. KALDIRIM SERÇESİ..


beğendim,...
bayıldım...
etkilendim...
ne derseniz..
ne eklerseniz...
geç de olsa,
dün "Kaldırım Serçesi" ni,
Beyoğlu Sineması’ nda izledim.
yani Edith Piaf’ ın hayat hikayesini..

ilginç anlatımı
- bol kullanılan flashbackler -
inanılmaz oyunculukları,
kostümleri,
tam anlamıyla dönemin havasını yansıtan bütün öğeleriyle
ve tabii Edith Piaf’ ın dokunaklı yaşam öyküsünün etkileyiciliğiyle bütünleşen film,
seyredenlerde uzun süre kalacak bir iz bırakıyor.

annesi bir sokak şarkıcısı olan,
babası savaştayken de kendisini terk ederek İstanbul’ a çalışmaya gelen Edith,
genelev işleten büyükannesinin yanında büyüyor.
düşünsenize 3 yaşında bir çocuk genelevde!
orada yetişip dünyayı tanıyor.
7 yaşında savaştan dönen babası,
Edith’ i yanına alıyor.
eski mesleği olan akrobatlığa devam ediyor
ki bu da sürekli sirklerle gezmeleri demek oluyor.
babasının ayyaşlığı ve geçimsizliği sonucu
son çalıştıkları sirkle de bağlantıları kopuyor
ve sokaklarda yaşamaya başlıyorlar..

Edith bir sokak şarkıcısı oluyor
- gerçek hayatında hep bununla itham edilse de -
kendini fahişe olmaktan korumayı başarıyor.
bir gün yine bir köşe başında şarkı söylerken "keşfediliyor"
ve olaylar gelişiyor..
ünü ve parayı yakalamasına rağmen,
çalkantılı aşkları,
dejenere yaşamı,
2 yaşındayken ölen çocuğu
ve büyük aşkı Marcel’ in kaybı nedeniyle asla tam anlamıyla mutlu olamıyor.
2 kez evleniyor.
aşırı içki ve morfin tutkusu,
henüz 40’ lı yaşlardayken çökmesine ve 1963 yılında hayatını kaybetmesine yol açıyor.
tüm bu detayları anlatırken film,
Edith Piaf’ ın şarkılarıyla ölümsüz bir şiirselliğe kavuşuyor.
çarpıcı finaliyle de
- bizim salondaki birkaç kişi dahil -
izleyenleri gözyaşlarına boğmayı başarıyor.
bana da,
bu tip filmleri seviyorsanız,
ne yapın edin mutlaka izleyin demek kalıyor.