23.04.2007

ÖZ HAFTASONU RAPORU!


ne böyle senleeeee
ne de sensiiizzzzz
yazık yaşanmıyor çağğğresiizzzzz
ne bir aradaaaaaa
ne de ayrıııııııı
olmak imkansızzzzz hiç sebepsizzzz

Evet bildiniz,
doğru tahmin ettiniz,
sevdicekle barıştık
( kafama vurmak isteyenler sıraya geçsin lütfen! )

Biliyorum böyle ayrılıp barışmalar hem okuyucuyu geriyor,
hem beni üzüyor ama,
bazen kendimi engelleyemiyorum.

Acaip bir "ne olursa olsun!" durumu var bende.
Ne olursa olsun ayrılacağım,
kopacağım,
bitti,
çekeceğim acılara da razıyım haline,
çok çabuk bir dikey geçiş yapabiliyorum ben
( hele ki ilişkinin not ortalaması düşükse )

Gelin görün ki,
bir "ayrılamayız biz ihtirassss var,
öldüremeyizzz biz tutkumuz var" hadisesi söz konusu.
Birbirimizin kafasını gözünü patlatıp,
beş dakika sonra yaralarımızı öpme isteği duyma sakatlığımız var.
( burada benzetme yapılıyor, kadına şiddet filan sözkonusu değil! )

Ha, her ayrılıktan bu kadar yara alan ilişkimizin,
neden durmadan suratını dağıtıyoruz
ya da bu hastahanede yatıp çıkmalara daha ne kadar dayanır bu
"münasebet" bilmiyoruz.
Bir gün inceldiği yerinden çok fena kopacak onu biliyoruz,
ama hiçbir ayrılıkta
"evet o gün geldi,
kopan bir inci kolyenin parçaları gibi,
ortalığa saçılıp dağıldık" diyemiyoruz,
desek de bir bakmışız iki küçük inci tanesi gibi aynı yöne yuvarlanıyoruz.
Bir gün küçük bir çocuk eline geçirecek ikimizden birini
ve değiştirecek kaderimizi biliyoruz
ama o güne kadar bir şekilde birbirimize dönmeye devam ediyoruz.

"yılgınlıktan çekilmiş sipsivri bir bıçak gibiydik.
öyleydik,
öyleydi sevgililik.."

diyoruz,
ve bir şekilde,
ne zaman kimi keseceği belli olmayan bir "ustura ağzında" yaşıyoruz.

Kısacası Sophie ve Jullien,
bir süre daha,
yine birbirinin hayatında,
ilan ediyoruz..

***

Cumartesi günü Bebek’ te buluştuk..
İskelede karşıladı beni..
Biraz gülüşüp yeniden "biz" olduk..
Ki bu belki de hayatımızda becerebildiğimiz tek şeydi..

Bebek Starbucks’ a gidip oturduk..
Bana bi hediye getirmişti..
Bi zamandır Budun’ a filan her gidişimizde,
"kumbara alıcam ben" demiş olduğumdan,
kumbara almış bana,
ama Galatasaray lisanslı ürünü,
önü aslanlı arkası sarı kırmızı toplu kumbara..
( aslanbank! )
Dikkatinizi çekerim,
kendisi febeli..
ve lakin barışmanın küçük tatlı lokumu,
bir Galatasaray ürünü oluyor.
Ey ayrılık,
sen nelere kadirsin!

Oradan kalktık,
Niyetimiz Boğaz kenarında yürümek,
bir günlüğüne de olsa açık havada aylaklık etmek..
İki adım atıyoruz,
eğilip denize bakıyoruz,
"aa burası ne kadar temiz"
"aaa burada acaip bi akıntı var"
"aaa burada ne kadar çok deniz anası var" filan diyoruz,
sanki Boğaz’ ı ilk kez görüyoruz..
"pıt pıt kanat sesi. pıt pıt iki çocuğun yüreği"

Bebek’ ten Kuruçeşme’ ye kadar yürüyoruz.
Kuruçeşme’ ye gelince,
parkta oturmak istiyorum ben biraz.
Bi kere ilk çıkmaya başladığımız zaman gelmişiz buraya,
yıllar sonra ilk kez geliyoruz,
Çimenlerin üzerine oturuyoruz.
Etrafta birkaç çocuk koşuşuyor,
köpekler var,
biz denizi seyrediyoruz..
- çok seviyorum seni, diyor
- ben de diyorum..
Rüya gibi bir huzurun içinde süzülüyoruz.
Ama çok sürmüyor..
Telefonum çalıyor..
Kankam arıyor..
Bu sefer de o ayrılmış sevgilisinden..
"yanına gelelim hemen" diyorum,
istemiyor,
başka bir şeyler yapacakmış..
Üzülüyorum,
aklım onda kalıyor.
Sonra sevgilimin bir arkadaşı arıyor,
Taksim’ e çağırıyor.
Çabuk gidebilelim diye taksiye atlıyoruz,
ama yarım saatte Ortaköy’ e bile varamıyoruz
ve hooop Ortaköy’ de kaza yapıyoruz.
Biri geliyor,
bizim taksiye arkadan çarpıyor.
Yürüsek 10 dk.da gideceğimiz yola bi dolu para bayılıp,
taksiciyi kaza mahalinde bıraktıktan sonra,
otobüse biniyoruz.
Beşiktaş’ ta otobüsten de inip dolmuşa biniyoruz.
Taksim’ e pestilimiz çıkmış vaziyette ulaşıyoruz.
Arkadaşları Limonlu Bahçe’ den alıyoruz..
Gidip oyun oynuyoruz..
Onlar kaçıyor sonra..
Biz Mado’ ya gidiyoruz..
Konuşuyoruz..
Gelecek planlarından,
iş kurmaktan filan,
biraz da bunalıyoruz..

Ben eve gidip deli gibi bi şiyler okuyorum sonra,
gazete, penguen, K dergi...
Okan’ ı bile izlemiyorum,
Match Point’ i veriyor atv,
- ben sinemada izlemiştim -
ara sıra göz ucuyla ona bakıyorum
"hmmmm hakikaten güzel filmdi bu be!" diyorum..
Oldukça geç saatte,
tuhaf bir uykuya dalıyorum..

Pazar günü Taksim’ de buluşuyoruz,
Litera’ ya gidiyoruz,
İstanbul’ a şöööyle bir tepeden bakıyoruz,
sonra "Kusursuz Yabancı" yı izliyoruz
ve biraz pişman oluyoruz,
çünkü filmi beğenmiyoruz.
Filmden çıkınca apar topar Ekvator’ a gidiyoruz,
Galatasaray maçını izlemeye,
Bu arada ben tortellini yiyorum,
sevgilim pizza,
ortaya patates,
kola.
Deli gibi şişiyoruz,
maçı aldığımız için ben mutluyum,
sevgilim de "nasıl olsa lideriz" diye huzurlu,
kalkıp evlerimizin yolunu tutuyoruz.
Akşam ben yine dergi filan okuyup,
yatıyorum bir müddet sonra
ve sabah kalkıp işe geliyorum..

23 Nisan’ a uyanmak güzel..
Fakat şöyle bir yanı da var:
ben artık her milli bayramda biraz daha hüzünlendiğimi fark ediyorum!

İlkokuldayken filan "bitse de gitsek" gözüyle baktığım bu günlerin,
aslında ne kadar önemli olduğunun farkına varıyorum.
Atatürk resimlerini filan gördüğümde gözlerimin dolduğunun,
10 Kasımlarda ise bariz şekilde ağladığımın farkına varıyorum.
Bunu da "emanetlerinin bekçisiyiz, sen rahat uyu" diyememenin huzursuzluğuna bağlıyorum..
Çünkü en büyük eserine iyi bakamıyoruz diye düşünüyorum.

İşte ben 23 Nisan’ ı böyle geçiriyorum..
Yine de Ulusal Egemenlik Ve Çocuk Bayramı’ nız kutlu olsun diyorum..
En çok da bugünün önemini görebilenlere..


Hiç yorum yok: