4.09.2007

BİR HAFTASONU DAHA GEÇTİ...


perşembe günü tatil yapıp,
cuma günü normal bir "yoğun cuma günü çalışması" yaşayınca,
cumartesi günü de "bana" iş olmayınca,
haliyle dengesini şaşırdı bünye.

"saat kurmak" yerine "telefon kurmak"ta ısrarcı bendeniz,
cumartesi günü epey bi cebelleştim benim telle.
"nasıl oldu bu?" diyecek olursanız,
öncelikle "haftaiçi sabah uyanma ritüelimden" bahsetmek zorundayım sizlere.

haftaiçi kalkma düzenim şu şekilde ayarlanır,
"çifte alarmlarımdan"
1. si 06:30’ a
2. si 06:45’ e kurulur.
en son 06:45’ te de kalkılamazsa
"ennnn geç" 07:00’ de kalkılmalıdır ki
"ennnn geç" 07:15’ te evden çıkılabilsin.
bu nedenle,
bendeniz 06:45’ deki alarmı da kapatma girişiminde bulunursam
- wallahi uyku sersemliği -
genelde telefon elimde uyurum,
böylece daldığım tam bir uyku olmaz
( elim gevşerse telefon düşer zira )
o sayede de 10-15 dk içinde uyanmayı başarırım.

ve fekat,
pek nadir de olsa,
bazen telefon elimden de düşse,
dünya da yıkılsa uyanmayacak bir vaziyetteyimdir ki,
yerimden "geç kaldımmmm" diye fırladığımda saat 08:20’ yi göstermektedir.
( bu olay bi kere başıma geldi )

işte günlerini karıştıran beynim
cumartesi sabahı 10 dk’ da bir uyanarak,
elime telefonu almama,
gözlerim faltaşı gibi açık saate bakmama
"hiiiiiiiiiiii saat 9 olmuş" dememe,
akabinde "cts" yazısını görüp sakinleşmeme neden oldu.
- bunun 09:10’ lu, 09:30’ lu vs vs varyasyonları da yaşanmıştır-

en sonunda turkcell’ den gelen
"500 SMS kampanyasına üyeliğiniz iptal edilmiştir" mesajıyla "kesin uyanışı" yaşadım.
Müşteri Hizmetleri’ ni arayıp 10 dk bekledikten sonra
"önceden yüklenen SMS’ lerinizi kullanabilirsiniz,
bu daha sonra yapmak isteyeceğiniz yüklemelerle ilgili" gibi saçma sapan bir yanıt alınca,
"ulaannn sizin mesajlarınızda kullandığınız türkçenin bozukluğuna daaa" dememek için telefonu kapattım.

sonra giyinip süslenip,
sevdiceğimle Cevahir’ de buluştum.
fragmanına vurulduğumuz
ve oyuncularına kandığımız "suikastçi" filmine biletlerimizi aldık.
beklerken de yemek yiyelim dedik.

dünya çapındaki italyan yemekleri zinciri sbarro’ nun Cevahir’ in üst katında bir süredir hizmet verdiğini daha önce belirtmiştim.
"aman pizzaları güzelmiş,
içecek de sınırsızmış,
koltuklar da şahaneymiş" diye bi zamandır bağrımıza bastığımız sbarro,
01.09.2007 itibariyle gözümüzden yıldırım hızıyla düştü.

resmen bayat pizzaları ısıtıp önümüze vermişlerdi!
yemeye zorlandıklarımız,
haftaiçi satamayıp ellerinde kalmış pizzaların
tekrar fırınlanmış halinden başka bir şey değildi.
resmen hamuru parça parça dökülüyordu,
iğrençti,
ye-ne-mez-di.
sevgilim benim pizzayı kaptığı gibi geri götürdü tabi.
bizim masa uzak olduğu için ben duyamadım,
ama aralarında aynen şu diyalog geçmiş:
- bu pizza bayat!
- tamam hangisinden istersiniz?
- ne bileyim ben, hangisi tazeyse ondan verin.
- tabi efendim.

yani büyük bir pişkinlikle bunu söyleyip,
başka çeşit bir pizza verebilmişler!
çünkü kendileri de biliyorlar bayat pizza servis ettiklerini.
itiraz bile edemiyorlar.
yoksa insan usulen:
"allah allah nasıl bayat olur çok özür dileriz karışmış herhalde hay allah" filan der!
ama yok!
nokta kadar şaşkınlık yok.

ayrıca içeceklerimizi koymak için,
"temiz bardak dolabından" almaya çalıştığımız bardakların hepsi pis!
kullanılıp geri konulmuş gibi,
o derece!
gidip bunu da şikayet ediyoruz,
"temizlerinden" 2 bardak seçip,
peçetelerle defalarca silerek kullanıyoruz.
hayır neden kalkıp gitmiyoruz?
onu da bilmiyorum.
filme az bir zaman kaldığı için herhalde.
peki bir daha gider miyiz?
"eski güzel günlerin hatrına" belki bir şans daha verebiliriz kendilerine.
ama belirgin bir "toparlanma" görmezsek,
sbarroyu defterden temelli sileceğimiz kesin!

yemekten sonra filme girip
"günün 2. hayalkırıklığı" nı da bir çırpıda yaşayıverdik.
özellikle,
tam da "aa tersköşe" filan diye keyiflenirken,
aşırı aceleye getirilmiş finaliyle herkese
"ee noldu şimdi?" dedirtti.
( hatta ben acaba bu sinemada film makaslandı mı? diye bile düşündüm.
belki bir kere de DVD’ den görmek isteyebilirim. )
birkaç etkileyici görselliğe sahip sahne dışında,
havada kalan,
tuhaf bir film olmuş kısacası.

filmden sonra biraz mağazaları gezdik,
sevgilim bana Pull And Bear’ dan "gecikmiş doğumgünü hediyesi" kabilinden bir sweatshirt aldı.
- oh, thank you honey! -
sonra da,
isminin katre olduğuu düşündüğüm,
ama emin olmadığım,
bizim kendi aramızda
"sinema salonlarının ordaki cafe" diye adlandırdığımız yere gittik.
ben sufle yedim,
sefkili de cheesecake.
sonra da herkes kendi evine işte..

pazar günü Taksim’ de buluşup bi starbucks yaptık.
orada sevgilimle beraber
buluştuğumuz yakın bir arkadaşımızın inanılmaz siyasi görüşleri karşısında 2 saat süren bi
"beyin fırtınası" yaşayıp,
"sen de mi" yılgınlığına düştükten sonra,
ağrıyan başlarımızı omuzlarımızın üstünde taşıyarak,
tünel tarafındaki "tramvay" a gidip yemek yedik.

geçen gün Edith Piaf’ ın yaşamını anlatan Kaldırım Serçesi’ ni izledik demiştim ya,
3 - 4 gündür aramızda bir Edith fırtınasıdır esmekte.
hayır,
sanki kadını yeni keşfediyoruz,
deli gibi non, je ne regrette rien ve milord dinliyoruz.
baktım fransızca bilmeyen insanlar olarak umutsuzca şarkılarını mırıldanmaya çalışıyoruz,
cumartesi günü oturup internetten şarkı sözlerini buldum
ve şarkıyı dinlerken telafuzları kapmaya çalıştım.
işte tramvay dahil,
2 gündür gittiğimiz her yerde bu şarkıları telefondan dinleyip eşlik etmeye çalıştık.
yani bu 2 gün içinde kulağında telefonla kafa kafaya vermiş,
garip bir telafuzla fransızca şarkılar söylemeye çalışan tipler gördüyseniz,
evet,
onlar bizdik!
( nooonnn rien dö rieennnn
nooo je nö regrettö rienn
ni le biennnn, kon ma feeee, ni le mallll,
tu sa me bien egaaaallll )

sonra ekvator’ a gidip febenin maçını izledikten sonra
haftasonunun yıldırım hızıyla geçmiş olmasının üzüntüsüyle
evlerimize dağıldık sevgili okuyucu..

söylemiş miydim hiç,
sevdiğimi sizi?




Hiç yorum yok: