29.09.2008

arife günü çalışmak.. haftasonu.. GS.... bayram...


zaman geçmiyor!Allah’ ım bu arife günü çalışmak ne mene bir şeyse işte,zaman geçmiyor.

halbuki ben bu cumartesi de geldim işe.
yine söylendim,
üfledim püfledim ama zaman çabucak geçti.
bugünse aman allahım,
bitmiyor,
bitemiyor.

içim daraldı ki,
pek fena.
elimdeki işleri de bitirdim.
bloğa bir şeyler yazayım dedim ama,
o bile zor elimden geliyor,
halimi siz düşünün!

biraz haftasonundan bahsetmeye çalışayım
( çalış? çalışmakla ilgili hiçbir sözcük şu an hoşuma gitmiyor )
cumartesi (yine ) işe geldim.
çıkışta da cevahir’ e gittim.
sevdicek orada karşıladı beni.
gezdik,
sinemaya gittik,
Robert De Niro ve Al Pacino’ yu yıllar sonra buluşturan
Righteous Kill’ i izledik.
sevdicek beğenmedi,
ben beğendim.
özellikle 2. yarı,
oyunculuk neymiş öğrendim.
bu adamlar çıkıp duvara baksa,
“ duvara nasıl bakılır ” ı oynasa izlerim dedim.
hep derim.

“ madem bu kadar çalışıyorum “ un acısını çıkarırcasına alışveriş yaptım.
sevdicek sadece:
- hiç acımıyor musun bu kadar paraya, dedi.
yani aldığım şeylerden bende zaten bir sürü olması
ya da aynı şeyi daha ucuza alabilecek oluşumun vurgulanması açısından.
ben de acımıyorum dedim.
gülümsedi.
yemek yedik.
DVD alıp eve gittik sonra.

film izledik.
Heroes’ un 3. sezonu başladı ABD’ de.
2. bölümü de indirdim internetten.
onu izledik.
Prison Break 4. sezon da başladı bu arada
5 bölüm oldu.
hepsini indirip izledim tabii.
- ertesi gün -

6. bölüm de bugün yayınlanır.
yarın,
en geç çarşamba izlemiş olurum onu da.
( allahım ben bir dünya insanıyım! )

bu arada söyleyeyim,
ben Prison Break’ i hala seviyorum,
hep sevdim,
seveceğim de.
çizgisinden kaydı,
24’ e benzmeye başladı diyenler var:
1- Bence benzemedi
2- Benzese de bence problem yok çünkü 24’ e bayılıyorum.
3- Jack ve Michael ilerde beraber bi göreve çıksalar,
feci demode ve saçma olur,
ama ben yine de bayıla bayıla seyrederim,
biliyorum.
bir de
“ olaya Türkler bile karıştı olm.
manyak lan bu yazarlar” korosuna selam çakıyorum.
( sizi seviyorum )

(bir diğer sevdiğim koro için bkz. “ lost başlasın artııık “ korosu )

pazar günü evi toplama,
keyif yapma,
Death Race’ i DVD’ den seyretme,
Galatasarayımın gelene geçene 4 atma tarifesini zevkten 4 köşe izleme
ve “ yarın işe gidilir mi? “ şeklinde söylenme biçiminde geçiyor.

yatıyorum.
uyanıyorum.
işe geliyorum.
ve sıkıntıdan patlıyorum.

huzurlarınızdan ayrılırken de hepinizin bayramını kutluyorum,
bol bol öpüyorummmm
ve klişelerden klişe beğenip,
sevdiklerinizi hele hele bayramda sakın ihmal etmeyin diyorum.
muckkkss…

26.09.2008

insanlık ve çeşitli yaklaşımlar... ya da tuncay özkan..


insanlıktan çıkmak,
bir kapıdan çıkmak (çıkıvermek)
gibi kolay bir şey değil sanırdım.
kolaymış.
ama önce baştan almalıyım.

kanaat önderi filan gibi değil,
ufak bi “ görüş bildirici “ olarak sevdik söz konusu zatı.
öyle bir dönem,
öyle bir ülke düşünün ki
bütün medya bir kişiyi pohpohlamakta!
başbakan o günlerde müthiş revaçta.
( aslında son 6 yıldır )

herkes tarafından “ yakışıklı başbakanımız “,
masaya yumruğunu vuran,
süper kahraman,
“ insan olamaz bu üstinsan filan olmalı “
denilen başbakanımız,
asla eleştirilmezken
ve ben:
- açık olan bazı gerçekleri sadece ben mi görüyorum? diye,
televizyon başında sinirden kumanda kemirirken,
benim düşündüklerimi,
sadece onlar seslendiriyordu küçük bir stüdyoda,
güle kahkahalaşa.
gülerek eleştriyorlardı,
çarpıklıklarla dalga geçiyorlardı
ama hep doğruyu gösteriyorlar(dı).
cüneyt arcayürek’ le karşılıklı:
tuncay özkan.

ilk tepkimiz,
kendilerini müzelere filan kaldırmaktı.
hükümete karşı çıkan son insanlar olarak gösterilmelerini sağlamaktı.
zamanla bir sempati oluştu haliyle.
“ böyle düşünen tek ben değilmişim,
herkes,
hep beraber çıldırmamış neyse ki “ dedirttiler – sıkça – bize.

sonra ne oldu?
çok güvendiğim,
sevdiğim Cüneyt Arcayürek çekti kendini,
sıyrıldı bu olayların içinden,
kanaldan ayrıldı,
kanala karşı içimizde bir “ acaba “ oluştuysa da çabuk kayboldu.
ne olduysa kesin yaşlılıktan,
sağlık sorunlarından olmuştu.

sonra bu olay unutuldu.
“ sevgimiz “ de yuvarlana yuvarlana yürüdü gitti.

günler ilerledi.
bir gün kafamda şu cümleyle buldum kendimi:
- kesin annem salak kızım diyecek.

neden mi?
benim tezimdir,
insanları çok iyi tanırım,
yaşına rağmen senden iyi tanırım,
bu hayatta yanılmam,
çarpılmam,
korkmam
derim.
annem de der ki benim tecrübem seni döver
ve sen hala çok gençsin,
yanılabilirsin,
düşebilirsin.

işte bu yüzden kanaltürk’ ün satıldığını duyduğumda aklıma ilk annem geldi.
“ tamam işte! “ diyecekti.
“ bak yanıldın! “.
çünkü içinde bulunduğum şokun etkisi heryerimdeydi.
böyle bir kanal
“ tek sığınak “ diye görülen! bir yapı,
nasıl aynı kanalda defalarca eleştirilen bugün gazetesinin sahibine satılırdı?
kesin yalandır,
yok doğrudur filan derken gerçek anlaşıldı.
bu hata yapılmıştı.
bu vahamet yaşanmıştı.
diğer her şey yalandı.

annemi aradım.
dedi ki:
bu yaştan sonra beni bile şoka soktular!

evet,
o bile tahmin edememişti,
o bile bunun geldiğini görecek kadar ileri gidememişti.
yaşanan işte böyle bir şeydi.

o olaydan sonra
-haliyle-
tuncay özkan benim gözümde bitti.
tamamen, bitti.
( çünkü bende bu durumlar ya hep ya hiçtir,
yanlışsa son zerresine kadar bitmiştir! )

bir daha ne izledim,
ne takip ettim,
ne de “ kanal biz açılmış bak,
hala uğraşıyor adam,
diğer kanalı mecburen sattı “ diyenlere iltifat ettim.
dedim ya bir kere bitmişti.
geri döndürülemezdi.

şu tutuklama olayı gerçekleşti sonra,
üzülmedim.
sevinmedim de.
taş gibiydim.
soğuk, pürüzsüz bir parlaklıkla:
- evet alınmış, dedim.

çünkü kendisine artık kefil değilim.
ne yapıp ne ettiğini biliyor değilim.
hoş,
ergenekon safsatasına baştan beri inanamasam da,
varsa da vardır bağlantısı bana ne dedim.
( eden bulsun! )

fakat insanlıktan çıkmak başka bir şey.
bu durumdan yararlanan bazı şahıslar gerçekten insanlıktan çıktılar.
vurun kahpeye tiradı hiçbir zaman böyle canlı olmamamıştı!
çünkü iş döndü dolaştı
D.Dikmenoğlu hadisesine dayandırıldı
( yuh artık )

etrafta bunun binlerce örneği varken,daha dün eda taşpınar kalantor sevgilisiyle arasındaki
30-40-50 bilmediğim kadar yaş farkının ne kadar önemsiz,
aşklarının ne kadar büyük olduğunu haykırırken,
bir damla sesleri çıkmamıştı.
bu olaysa nedense damarlarına bastı!

vay efendim bu kadar yaş farkı doğru muymuş,
vay efendim o kızın o adamla ne işi varmış,
pedofiliymiş bu düpedüz(?!)
- bu arada kız galiba 27 yaşında, adam da 42 -

hatta yazarlıktan bi haber,
eskiden kendisini bi şey sandığımız,
ama ( biraz da perihan mağden’ in ısrarı üzerine )
birkaç yazısını okuduktan sonra yazmaktan zerre nasibini almadığını anladığımız Ayça Şen bu durum için şöyle buyurmuş:
- Avusturya’ daki kızını evinin bodrumuna kapatıp yıllarca tecavüz eden
ve ondan çocuk sahibi olan adamın durumuyla,
bu durum,
aynıymış.
yuh!
sadece yuh!
oha yani ne diyim.

cümle alem bu dediğinize güler de,
biraz insanlıktan nasibimi –çok şükür – aldığım için
ben gülemedim.

düşene vurun tamam da,
bu da olmaz be kardeşim.
topyekün mü sözleştiniz?
bu kadar mı seviyesizleştiniz?

tebrikler.
beni bu sefer de siz şok ettiniz!


24.09.2008

...


etkileniyorum..
olaylardan,
insanlardan,
her şeyden..

sulu zırtlak değilim,
ama bazen fena duygulanıyorum..
dün oktay ekşi’ nin eşini kaybetme korkusunu müthiş bir naiflikle anlatışını okurken birden ağlamaya başlamam gibi..

-(ben, gazeteden okuyorum): hanımelinin kokusunu onunla paylaşmayı özlediğini düşünüyorsun. acaba bu yaz bahçedeki ağaçlar tekrar aynı güzellikte açacak mı? biz yine birlikte onları seyredebilecek miyiz? diyorsun ( böhü böhü )
-(sevdicek, yanıma gelip sarılarak ) : ooo nooldu şimdi, neden ağlıosun..
- adama bak yaaa, nası sevio karısını.. 45 yıldır hem de…
- biz de böyle olalım mı aşkım?
- olabilecek miyiz?
- neden olmayalım?
- ben senden önce ölürsem güzel bi ölüm ilanı ver bari..
- ya saçma sapan konuşmaya başlama şimdi.. öyle bi şey olmayacak..

öyle bir şey olmayacak..
ben ondan önce ölmeyeceğim..
??
nereden biliyoruz?
sevdiklerimizin bizden önce göçüp gitmeyeceğini?
ya da ölüm anımızda,
şu an yanımızda olup bizi sevenlerin bize omuz vereceğini?
yapayalnız ölüp gitme korkunuza ne oldu?
hiç mi aklınıza gelmiyor o ana kafanıza hücum ediverecek düşünceler?
benim geliyor..
ben henüz o denli olgun
ve metin bir insan değilim..
ve geleceği düşünerek kendi kendime panikler yaşayabilirim..

ve buna sadece ölüm dahil değil..
en minik detayların yokluğunu düşleyerek,
kendimi bir anın depresyonunda boğabilirim..
bir saniye sonra da korkunç mutlu olabilirim ama..

her şeyi bırakıp bir
“ semiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiihhhhh “ nidasıyla fırlayabilirim ayağa..
yanımda kim varsa boynuna atlayabilir
tek bir golün sevinciyle dönebilirim hayata..

yaptım da..
cuma akşamı ben de katıldım o mutlu kalabalığa..
son dakika golümüzü
ve penaltılarla yarı finale yükselişimizi kutladım zıplaya zıplaya…
ve umutlarımı aldım yükledim bu haftaya..

dünyanın en uzak görünen çarşambasına…

içe dönük..


üşümenin ötesine geçtim.
ilerisine.
ve bir adım daha.
üstelik sebepsiz.

üzerimde boğazlı bi şey var.
kazak değil,
ince.
ama boğazlı.
sıcak tutan(lardan).
lakin üşüyorum, çok.
üzerine bir de hırka giydim.
gittim klimayı mı açtılar diye kontrol ettim
ama yok!
ısınamıyorum.

“ hasta mı olacağım? “ günün bunaltıcı sorusu.
daha yeni hasta oldum,
çünkü.
daha yeni serum yedim,
çünkü.
daha yeni rapor aldım,
çünkü,
bu da izin kullandım demek oluyor,
çünkü,
ben hasta olurken “ işe gitmezsem ayıp olacak, kötü olacak “
diye düşünmekten
“ nasıl kendimi daha iyi hissederim,
yatıp dinlenmeliyim “ diye düşünemeyen biriyim,
çünkü.

kabuğuma çekilmeliyim.
ciddiyim.
biraz ruhumu ve bedenimi beslemeliyim.
bu hafta 2 farklı kişi bana zayıflamışsın dedi.
normalde havalara uçururdu bu beni.
ama şimdi
“ hayatın stresini kaldıramıyorum galiba artık “ diye paniklememe yol açıyor.

isteksizim.
kitaplara gömülmeyi özledim.
kitap hala okuyorum,
tabii ki.
ama kitaplara gömülmek ayrı bi şiy.
saati unutup,
yemek yemeyi,
hatta su içmeyi bile unutup kapılıp gitmek ayrı bi şiy..
zamansız yaşamak,
bambaşka bir yol..
herkesin uyuduğu saatte uyumayı,
herkesin uyandığı saatte uyanmayı reddetmiş biriyim ben.
biyolojik saatim ters.
kum saati.
ince belli.

delirebilirim.
çok yorulabilirim
ve hayatımı mahvedebilirim diye korkuyorum.
çabalamaktan vazgeçebilirim.
o zaman da yaşamımı elimde tutamayabilirim.
elimdekileri kaybedebilirim
ve kaybettikçe dibe doğru sürüklenebilirim.

galiba mutluluk takıntılı insanlardan biriyim
ve mutlu olabilmek için kendimi özgürleştirmeliyim.
tutsakken mutlu olamam ben..
ben olamam,
yaşayamam.

gitmeliyim…


22.09.2008

haftanın sonunun yaşanacak tek bölümü olması sorunsalı...


sesi çıkmazsa iyidir.
birine bir mail attım az önce,
işle ilgili.
ama bu kişi,
maili okuyup “ aldım, kabul ettim “ diyemeyecek bir kişi.
mutlaka sizi araması lazım.
mailde anlattığınız şeyi,
bir de telefonda sorması lazım.
maili atalı 12 dk oluyor.
henüz sesi çıkmadı.
bu iyi.

haftasonu rüzgar hızında,
su naifliğinde geçti.
her zamanki gibi.
hissettirmedi.

cumartesi günü artık bilmem kaçıncı kez veterinere aşıya gidildi.
her hafta sonu
elimizde kedi,
taksilerle Nişantaşı’ na taşınmaktan bana fenalık geldi.
neyseki “ ilk dönem “ aşıları şimdilik bitti.
( bizim kedinin )
şimdi 3 ay rahatmışız,
hasta filan olmazsa.
bi daha ki aşısı aralıkta.

biz her cumartesi 12.30 civarı kliniğin kapısını aşındırmaya alıştığımızdan,
telefon filan etmeden dan diye gittik.
küt! doktor yok!
nerede?
15:30’ da gelecek!
süper !
yanımızda taşıma kabında durmaktan vızıldanan 2 tane kedi
( arkadaşlar ve onların kedisi de bizimle )
2-3 saat oyalanmak zorundayız şimdi!

Allah’ tan klinikteki adam
( kendisi de veteriner mi yoksa sadece yardımcı mı oluyor bilmiyorum )
halimize acıdı,
isterseniz bırakın kedileri,
birazdan tekrar gelirsiniz dedi.
iyi!

2 adım attık karşımızda Mango!
(sanki hep orada değilmiş gibi)
kankayla ben girmezsek olmaz dedik tabi!
benim sevdicekle onun koca anında arazi!
“ siz bi bakın biz de dolaşalım LCD filan bakarız (!?) “
diyerek bunlar uzadı gitti.

biz baktık ama bulamadık istediğimiz gibi bir şeyler.
çıkışta bir taraftan beyleri cepten arıyoruz,
bir taraftan da aşağıya doğru yürüyoruz.
“ şimdi bunlar kızlara bakmaya dalmışlardır,
hazır yanlarında biz yokken,
duymazlar telefonu “ diye espri yapıyoruz,
gerçekten ikisi de duymuyor!

sonunda “ benimkine “ duyurmayı başarıyorum sesi(mi).
“ biz Mango’ nun önüne geldik sizi almaya “ diyor.
ne zaman gezdiniz de geldiniz?
etrafa takıldınız bizi unuttunuz filan diyorum,
arkasından da:
- baktım etrafa ama benden güzel kız yok!,
diye tespiti yapıştırıyorum
( yok işte n’apiim )

yemek yemeğe karar veriyoruz.
atıştırmaya daha doğrusu.
herkes yemeğini bitirmiş,
ben daha salatamı yeni yeni çatalımla ittirmeye başlamışken,
arıyor veteriner beni.
uğramışsınız,
bebekleri bırakmışsınız,
ben geldim,
istediğiniz zaman gelin diyor.
iyi ediyor.
ben yemeğimi filan bırakıyorum,
koşuyoruz,
resmen koşuyoruz,
bir taraftan da biz kedilere bu kadar bağlandıysak,
çocuğumuz olursa ne yapacağız diye düşünüyoruz.

bizimkinin aşısı yapılmış,
diğeri de yapılıyor.
fakat onları orada yalnız bıraktığımız için bize küsmüşler gibi geliyor.
kucaklarımıza alıyoruz.
veterinerin,
“ gitmeden birer kahve içelim “ önerisini kabul ediyoruz,
kahveleri yudumlarken önümüzdeki dönemde neler yapmamız gerektiğinden bahsediyoruz.
kedilerden kapılabilecek hastalıklardan bahsederken benim içim şişiyor!
ekinokok,
toksoplazma filan derken endişeleniyorum.
sizinki aşılı, bi şey olmaz ama,
yediğinize içtiğinize dikkat edin,
bi de test yaptırın isterseniz diyip bizi yolluyor doktor.

takside bunları konuşa konuşa eve gidiyoruz.
daha doğrusu ben Profilo’ da iniyorum.
alışverişim geldi ya.
bi şiyler bakıyorum.
çok şeker,
ekoseli bir converse ayakkabı alıyorum.
bir de üstüme giymek için sonbaharlık bi şiy.

arkadaşlar da kediyi evlerine bırakıp,
bi de annelerine uğrayıp bize geliyor.
maç seyrediyoruz,
oyun oynuyoruz.
hayat eğlenceli,
hafif,
güzel gibi.
ama pazartesi de adım adım yaklaşmakta di mi?
o zaman her şey gri.

pazar günü kapkara yağmurlu bi şekilde geliyor.
dışarı da çıkılmaz şimdi.
sinemaya filan gidilebilir gibi de,
istediğimiz bi film yok ki!

ne yapılabilir, düşünüyoruz.
sevdiceğin ablasıyla eşini çağırmaya karar veriyoruz,
pat diye!
sağ olsunlar onlar da geliyor.
yaşlarımız yakın,
o yüzden eğleniyoruz,
oyun oynuyoruz,
maç seyrediyoruz.
biz galiba etrafımızda sevdiğimiz insanlarla,
şen şakrak vakit geçirebildiğimizde mutlu oluyoruz.

galatasaray’ ın 4-1 kazanmasıyla katlanıyor sevincim.
ama ertesi günün p.tesi olması fikri,
ağır ağır taa içime çöreklenmekte.

yavaşça büyüyen,
karanlık bir madde gibi.
yapış yapış.
bitirici.

gece de kalıyorlar.
sabahları kedimizin ne kadar oyuncu,
ne kadar sevimli olduğuna tanık oluyorlar.

taksiye atlayıp işyerlerimize dağılıyoruz sonra.
gerçek hayat tekrar donuyor.
sadece iş düşünmek,
işi yaşamak kalıyor.
kendi hayatın bitip,
iş hayatın başlıyor.

başkaları için yaşamaya devam şimdi!


16.09.2008

hadron, masumiyet müzesi ve ev....

çarpıştırmayın kardeşim şu protonları!
artık “ saykolojik “ midir,
gerçek midir bilinmez,
şu hadron çarpışması başladığından beri,
sağlığım bir türlü düzelmedi.
geçen hafta 2 gün rapor aldım,
hastahanelik oldum,
serum yedim,
sevdicek işyerinden koştu da geldi başıma.

doktor:
neden yavru kedi gibi masum masum bakıosun? dedi.
midem bulanıyordu çünkü,
ateşim vardı,
hastaydım.
bir de ensemi kaplayan bir ağırlık,
sanki başımın üzerine 15 kg.luk demir ağırlık koymuşlar,
o vaziyet!
kafam kalkmıyor,
içim sıkılıyor!

hoooop bir de evde akrep buluyorum.
bildiğin,
kapkara,
insan sokan tiksinç akrep,
bahçesi filan olmayan,
komple betonarme sokağımızdaki,
tamamen çiçeksiz - bitkisiz - rutubetsiz evimizde,
yani istanbul’ un göbeğindeki bir apartmanın 4. katında,
buzdolabının önünde bir akrep!

üstelik hazret ne hikmetse bana görünüyor!
hayır belki sevdicek bulsa ben görmeden,
ortadan kaldırsa sessiz!
güzel olacak ama olmuyor,
ben buluyorum,
sefkiliyi uyandırıyorum,
kalkıp eziyor terlikle,
ama ben fena oluyorum,
dolapları çekiyoruz gecenin 2’ sinde!
hala da tedirgin oluyoruz ama
başka bir tane daha buluncaya kadar evi ilaçlatmıyoruz,
bir “ istila “ söz konusu olmayabilir zira,
münferit bir akrep olabilir kendileri,
evde her tarafa yüzünü gözünü süren,
koklayan,
yalayan bir kedi var sonuçta.
ya ilaçtan etkilenir de ona bir şey olursa?!

protonların henüz çarpışmamış,
hızlanmış halleri bi de bu!
dengem resmen alt üst oldu.
sadece ben değil,
dünya da bir tuhaf hallerde.
5 gün içinde 3 şiddetli deprem oldu,
bi uçak kazası yaşandı,
bir adet de gemi battı!
( ayrıca febe ve gs puan kaybetti,
bjk - ts yenişemedi :) )

tüm bunlar,
cahil cühela laflar biliyorum.
biz de okuduk kuantum fiziği,
kimya,
matematik,
biyoloji..
hatta kimse üzerime öyle bir vazife vermediği halde,
küçük yaşta izafiyet teorisi kitabının tamamını yalayıp yuttum.
bilmez etmez bi insan parçacığı değilim yani,
ama bu kadar tesadüfe de yuh denir hani!

ayrıca şu melekler ve şeytanlar kitabının beynimize doldurduğu bi dolu deli saçması,
korkutucu kara madde
ve “ felaket “ senaryolarına verdikleri desteği
AİHM’ de açtıkları davalarla taçlandıran fizikçiler.
( hepsi mi aptal? )

“ bir sinek vızıltısı kadar etkilemez bizi “ diyenler de diğer taraftan gülümsemekte.
biz kafası karışmış,
bu daha önce gerçekleştirilmemiş olayı,
kafasındaki az buçuk bilgisinin üzerine oturtmaya çalışan sıradan ölümlü insanlar ise orta yerde!

tam altımızda,
yerin dibinde bir şeyler gerçekleşmekte,
ama ne?
bize anlatılanların ötesinde ne?
bilinmemekte!
bir taraftan da “ bi şiycikler olmaz “ açıklamalarına deliler gibi güvendiğimiz CERN’ in bilgisayarları çatır çatır hacklenmekte
ve kendileriyle hackerlar tarafından dalga geçilmekte.
- bugünleri (de) mi görecektik? -

bir de uykularım kaçtı ona yanıyorum.
gündüzleri şirket koridorlarında uykusuzluktan sürünen ben,
geceleri katiyyyyen uyuyamıyorum!
3 gündür 2’ lere kadar filan masumiyet müzesi okuyorum.
iyi de gidiyorum.
olumlu düşüncelerimi üst üste koyup,
kitap bitince aktarmak üzere biriktiriyorum.

orhan pamuk’ a pek bayılmam o ayrı.
ama kitap yazdığında okurum o da ayrı.
çünkü yazarların karakterleriyle eserlerini karıştırmamayı becerebiliyorum ben.
değil Orhan pamuk,
dünyanın en kötü insanı,
pırıl pırıl bir edebiyat eseri koysa ortaya,
onu da alır okurum,
çünkü okumak değerli bir şey.

hem çok çok daha solak takıldığım yıllarda,
karşı görüşte kim varsa onların kitaplarını da bulur okurdum ben.
karşındakini tanıyıp ne dediğini bileceksin ki,
ona göre laf yetiştireceksin!
bilmeden sallayanın sonu hüsran olur münazara zamanlarında!

hileli hurdalı,
bol yalan açıklama salçalı filan dense de,
bu adam bu ülkede Nobel almayı başardı.
sonuçta bugüne değin daha büyük Türkiye düşmanları,
Türkiye için ağzına geleni söyleyen,
bin kat daha aşırı söylemciler vardı,
onların hiçbiri neden hiçbir prestijli ödülü kazanamadı?

yazdıklarınız sağlamsa
ve dünya üzerinde belli bir büyüklükte insan üzerinde etki sahibiyse ancak o zaman konuşmalarınız güçlenir.
yoksa ortaya çıkıp ermeni soykırımı nutukları atan,
etkisiz ve silik bir insan olsaydı,
dünyada kimse söylediklerini takmazdı.
en saçma şeyi bile söylerken,
ciddiye alınıp sarsıcı yankılanmalar yaratabiliyorsan,
güçlüsün ve bu gücü kazanmak için iyi ürünler ortaya çıkartmışsın demektir.
ya da bence bu.
( şimdi de sanki orhan pamuk’ u savunuyormuşum gibi oldu.
savunmuyorum oysa. )

haftasonu cuma ve c.tesi olmak üzere arkadaşlarımız geldi.
oyunlar oynandı sohbetler edildi.
c.tesi bizim kedi 3 haftadır hep yaptığı gibi veterinere gitti,
bu haftasonuysa son kez gidecek.
yavru çünkü kendisi
ve aşılarının tamamlanması gerek.
1. ve 2. karma aşısı,
pire damlası,
kist aşısı,
lösemi aşısı yapıldı.
bir tek kuduz aşısı kaldı.
bunların hepsi bir anda yapılmıyor,
arada zaman geçmesi gerekiyor,
bu sayede her c.tesi Nişantaşı’ na taşınıldı.
taksilerin içinde trafikte kalındı.

ama sevmek de tam böyle bir şey işte.
ve “ hayvan aldım “ diyip,
minicik canları sağa sola atmak feci bi şey!
bense gözünün içine bakıyorum hala.
maması önünde,
suyu arkasında walla!
kum temizliği,
oyuncağı,
sevilmesi,
tüylerinin taranması derken epey vakit alıyor bittabi!
fakat dediğim gibi,
sevmek lazım önce!

biz de seviyoruz.
kedimizi evin en önemli konusu yapıyoruz.
onu izliyor,
onu konuşuyoruz.
arada DVD izliyor,
play station oynuyoruz.
işe gitmediğimiz her anı mutlu geçirebiliyoruz.
bu nedenle sabahları evden biraz zor çıkıyoruz.
özellikle Arthur arkamızdan ağlarken,
kendimizi evden kazımak zorunda kalıyoruz.

ben şimdlik bu sakin
ve dingin salınımları seviyorum.
sadece bu anlar daha çok olsun,
daha geniş yaşayayım,
daha büyük bir huzur içinde,
bulutlarda dolaşayım istiyorum.

çok şey mi ki ziyaretçi?

10.09.2008

hayatımın sınıfı.. ya da hababam olarak ben...

ortaokulda,
lisede,
hatta üniversitede,
hazır cevap olmak,
hocalara durmadan laf sokmak
( bkz. cevap vermek )
sevinç gösterileriyle karşılanan bir davranış biçimidir.

sınıftan atılsanız bile arkanızdan,
“ nasıl giydirdi olm hocaya, helal olsun kıza! “ diye konuşulduğunu bilirsiniz…

1 olay,
2 olay derken,
birden sınıfın canı ciğeri,
milleti güldüreni
( likelife noolur dersi kaynatsana ),
ve fakat eninde sonunda hep ..t altına gideni siz olursunuz..

- ( hoca) : x seni disipline gönderiyorum.
- ( likelife ) : ama hocam o olay şöyle böyle oldu.. x arkadaşımız suçsuz!
- ( hoca) : kızım sana ne sen onun avukatı mısın?
- ( likelife ) : üni.yi kazanırsam olabilirim, ama sıkıcı bi bölüm..
- ( hoca ) : yavaş..
- ( likelife ) : neeeeeeee?????
- ( hoca ) : çık dışarı
- ( likelife bir taraftan dışarı çıkarken ) : bizim de söz hakkımız var. bizi böcek gibi ezemezsiniz! sinir sinir sinir vıdı vıdı vıdı…

sonuç?
disiplin kurulu..
en kötüsü..
en iyi ihtimalse bin saat yenilen zılgıt!

evladım niye böyle yapıosun da,
bak aslında notların iyi diye bi şey demiyoruz da,
üni.deki hocalar böyle davranmanıza izin vermez de,
ya bi espriyle tüm dersi kaynatıosun
ya da hocalarına dır dır dır cevap yetiştiriyorsun vs vs vs…

tüm bunların
- hatta daha fazlasının -
başına geleceğini bilirsin,
ama yine de vazgeçemezsin sınıfın hazırcevap kızı olmaktan..
“ bu sefer “ çok kötü olacağını bilsen de,
yine cümleleri yapıştırırsın..

sonunda iyi kötü okul da biter,
öğretmenlerin bazıları sana uyuz olsa da,
bazıları “ haylaz ama zeki “ filan diye seni gülümseyerek hatırlar,
arkadaşlarınsa seni el üstünde tutar..
üniversitede “ ulan buraya girmek zor! “ tırsmasından biraz hız kesersin,
ama belli bi çizgide engebeli yoluna devam edersin
- bu çocuk biraz asi -


her şey bir şekilde geride kalır..
ve “ gerçek hayat “ seninde gözlerinin önünde yerini alır..
en ufak haylazlığın,
en ufak hazırcevaplığın hoş karşılanmaz o zaman işte..
işte..
yani iş yerinde..
bir dalga geç
ya da bir amirine laf sok bakalım..
biraz kendini gerçek insan uğraşlarıyla oyala..
yemek ye
ya da kitap filan oku..
bak nooluyo..

tahmin edeceğiniz üzere pek iyi olmuyo..
“ çık dışarı “ naifliğinde sınıftan atılmaya benzemiyor şirketin kapısı..
oraya bir kere konuldunuz mu dönüşü olmuyo..
bu süt dökmüş kedi numarası hallerinde olmaksa size koyuyo…

madem “ gerçek hayat “ böyle bir şeydi,
durmadan başımızı okşayıp niye haytalığa sevk ettiniz ki bizi?
niye özendirdiniz ki?

hadi,
bu sefer de ben istiyorum,
hayat bir hababam sınıfı olsun şimdi…



6.09.2008

KEDİMMMMM KRAL ARTHUR...



son zamanlarda,
hayatımın anlamı canım ciğerim bebeğim olmuş kedimmmmmmmmm.
23 Ağustos'ta ( doğumgünümde ) girdi hayatıma..
iyi ki de girdi..
anlam getirdi,neşe getirdi,
iyilikve bilgelik getirdi...
hoşgeldin kedim..








5.09.2008

Gönül İşleri...

yazılarını sevdiğim bi blogcu var..
(aslında 1 blogcu yok çok blogcu var da,
burada sözü geçecek olan 1’ i )

oldukça genç bir kız..
güzel olduğunu tahmin ediyorum…
ama beni yakalayan şey sözleri..
- anlattığı kadarıyla -
olanca hazır cevaplığı
ve inci gibi peşpeşe sırlayabildiği dizeleri..

derdim ki hep,
bu kız zehir gibidir aşk hayatında (da)..
nasıl süründürüyordur erkekleri,
aşık edebildiyse ne ala,
edemedikleriniyse eziyordur zaten diliyle
- diyordum -

bugün bi ara boş vakit yakalayıp,
can sıkıntısıyla bloğuna gidince
ve yeni yazı göremeyince,
ennn eskilerini karıştırayım dedim.
- başkasının günlüğünü izinsiz okumak gibi oldu bu da-
2 senedir filan yazıyor.
şimdi “ oldukça genç “ olduğundan,
benim okuduğum yazıları yazdığında “ neredeyse çocuk “ yaşlarında..
ama o dil muteber..
aynı zeki cümleler,
aynı “ hazır ” cevaplar,
inanılmaz şeker..

sevdiceğiyle bir diyaloğa yer veriyor tam da bu kısımlarda..
ve çocuğun tam anlamıyla “ öküzcan “ hamleleri karşısında,
nasıl da korunaksız,
nasıl da naif
ve üzülmeye açık olduğunu belli eden,
titrek ve kuvvetsiz cevaplar veriyor
- hayret! ve heyhat! -

ya,
“ ey aşk sen nelere kadirsin “ diyeceğiz burada,
ya da şu sonuca erişeceğiz:
ne denli kültürlü – akıllı vs olunursa olunsun,
erkeklerin karşısında bir tutukluk oluyor her kızda,
belli yaşlarda,
özellikle karşıdaki kişiye “ feci “ aşık olunmuşsa
ve o da elinizden kaçıp gidecekmiş gibi davranmayı marifet sayıyorsa..

bir dil tutulması yaşanıyor,
kurtuluşu yok bunun..
eminim o sözlerin hiçbirini etmez şimdi olsa.
“ gidersen git umrumda değil “ demek isterken,
aslında kaybetmeye dayanamayacağını bu kadar “ çaktırmaz “ cümlelerinde..
kararlılıkla kapıyı gösterir olsa olsa..

böyledir çünkü..
birkaç kere kırılıp döküldükten sonra öğrenilir gururunu bir an önce toparlayıp gitmek ne de olsa..
ama işte her şeyin başında olduğun “ o yaşlarda “
basitçe “ git! “ bile diyemezsin..
“ git istersen, umrumda bile değil ki hem! “ gibi naif cümleler edersin,
bu arada dudakların titremiyorsa şanslı sayılırsın..

sonra da oturup bunların yazısını yazarsın..
hepsi “ geçince “..

iyi ki büyüdüm(!) de kurtuldum bu dertlerden diyorum bazen..
başım da bağlı :)

eninde sonunda herkese olacak bu zaten..
sadece kimine çok geç oluyor,
kimine erken..
ama az da olsa toparlanıyorsun – bi yerde –
hayat boyu acı çekil(e)mez çünkü.
yerlerde sürünülemez
- paspas değilsen -

“ daha 5 aylık evli bile değilim
ama havasını da atıyorum düpdüzenli ve mes’ud hayatımın “
demenin Türkçesiydi yazdıklarım..

sen de dene istersen.



1.09.2008

yanında olmak...



bu hafta sonunun en rahatsız edici görüntüsü:
Ümit Özat’ ın yerde ölümle burun buruna,
gözleri yukarı doğru kayan görünüşü..
bilen bilir,
dayanıklıyımdır ben,
her şeye “ gözlerim dolmaz “,
olur olmaz ağlamam filan..
ama o görüntü beni (bile) tepeden tırnağa kaskatı kesti,
gözlerim hafif de olsa nemlendi.
( ki cimbomluyuz ezelden )

bi kere Galatasaray maçında (da) olmuştu bana bu.
Meduna bir anda kendini kaybettiğinde.
- adam ölüyor,
sözleri dökülmüştü sadece dudaklarımın arasından fısıltıyla
ve gözlerime tomurcuk tomurcuk yaşlar dolmuştu Ekvator’ da
- onca kişinin arasında -
ve ben güya sevgiliye çaktırmadan,
gizlice kurulamıştım gözyaşlarımı.

bu yüzden bence Mondragon ve Daum’ un ağlaması çok insancıldı,
doğaldı..
ama Ümit’ in gözleri kaymış,
kendinden geçmiş haldeki görüntülerinin defalarca her yerde yayınlanması şık kaçmadı..
kaç kez söylemek zorunda kaldım sevdiceğe,
şu görüntüleri değiştir, dayanamıyorum diye.
sonunda Rıdvan Dilmen de yorumlarını yaparken arkasındaki ekrana yansıyan görüntülere benim gibi tepki verdi:
- bu görüntüler çok hoş değil, artık kaldıralım, dedi.
ve en eski,
ve en has febelilerden olduğu halde,
ilk kez gözüme girdi.
( bir de milli maçlarda “ hadi koçum hadi aslanım, dur verme topu “ falan diye kendinden geçmesi hoşuma gitmişti. )

bu konuyla ilgili benim “ asıl “ ilgimi çekense başka bir meseleydi.
olayla ilgili görüşleri alınan Ümit Özat’ ın eşinin,
maçı evden izlerken çok korktum demesiydi.
buradaki anahtar kelime “ evde “.
kimsenin kişisel tercihini sorgulayacak durumda değilim tabii ama,
benim kocam futbolcu olsaydı,
onun herrr maçını,
hastalıktan gebersem bile tribünden izlerdim.
elimde değil,
ben böyle biriyim.
“ yanında olurum “.
bir olurum,
birlik olurum…
mücadeleyi damarlarımda hissederim.
“ basit ve dış kapının mandalı “ bir taraftar olmama rağmen,
çok büyük bir engel çıkmadıkça Galatasaray’ ın bütün maçlarını izlerim,
evde yoksa “ verici kanal “,
dışarıda,
ama izlerim mutlaka,
“ televizyondan “..
bir futbolcunun karısı da TV’ den izleyecekse maçı,
ne farkı kalıyor ki benden,
yani sıradan bir taraftardan?
aile demek,
aşık olmak demek,
bence sevdiğinle omuz omuz mücadele vermek demek.
Semih’ in karısı gibi maç sonrası çiçeği de kapmak demek :)

“ çok sevmek “ benim jargonumda bu..
kendine ayıracak hiç özel zamanı kalmasın,
her dk sevgilinin tepesine çıkılsın demiyorum..
demek istediğim,
gerçekten önemli ve destek gerektiren durumlarda sevdiğin,
aşık olduğun adamın yanında,
arkasında,
ulaşabileceği,
dokunabileceği,
gerekirse sarılıp ağlayabileceği bir uzaklıkta olmalısın diyorum..

benim lügatımda aşık olmak tam da bu..