26.02.2007

TOPLANIN ETRAFIMA KUZUCUKLARIM..


Selamlar,
sevgiler,
saygılar hepinizeee...

Efennim,
kıssacık bir haftasonu arasından sonra,
yine beraberiz
( pazar89 gördüm kendimi?! )

Bu haftasonu,
cuma akşamı Galatasaray’ ın berabere kalmasıyla hareketli başladı aslında..
Sevgilimle telefonda şu konuşma geçti aramızda:
- kendi evinizde bu puanı da kaybettiniz ya, artık biz arayı bayağı açarız, koptunuz şampiyonluktan.
- aslında ben üzülmüyorum
- neden?
- ben yaptım hesabımı..
- ???
- şimdi biz sonuçta bir puan kazanmış olduk..
- ...
- febe yenilirse sıfır puan kazanmış olacak, böylece biz farkı bir puan daha azaltmış olacağız
- puhahahaha ne güzel hesaplar yapıosun sen öyle, ooo yazık sana..

Evet,
benimle aynen bu şekilde dalga geçildi!!!
Ben ki bir FM ( fen matematik ) mezunuyum,
hesabımla dalga geçilmesine çok bozuldum ama,
belli etmedim,
içime attım..

Cumartesi günü işe gitmedim
( oleeyyyyy )
Hava da soğuktu..
Profilo’ nun sinema salonları güzel ya,
arkadaşlarla orada buluşur,
sıcak sıcak takılırız diye düşündük..
Bu hafta da,
benim gitmek istediğim 4 film vardı..
1- Letters From Iwo Jima
2- İskoçya’ nın Son Kralı
3- Kraliçe
4- Dreamgirls

Bir gittik Profilo’ ya,
aaaaa??
İstediğimiz filmlerin hiçbiri gösterime girmemiş!!
Eee ne var bunda demeyin,
çünkü bu filmlerin her birinin
çeşitli dallarda Oscar adaylığı vardı..
Ve pazar günü Oscarlar dağıtılacak olmasına rağmen,
koskoca AFM Profilo bu filmlerden hiçbirini gösterime sokmamıştı..
Onun yerine Son Osmanlı,
Cesur Balık gibi filmler göstermeyi tercih etmişlerdi..

Neyse,
biz de Arby’ s de yemek yedikten sonra,
gittik Taksim’ e..
Bir araya gelmiş her 4 Türk genci gibi,
canımız oyun oynamak istedi
ve gidip okey oynadık..

Sonra arkadaşlarımız gitti,
biz sevgilimle Tu Ta’ ya gidip
yemek - tatlı keyfi yaptık.

Ardından eve dönüş,
biraz dergilere bakış,
- penguen, lombak, K dergi -
TV karşısında bayılış
ve hoooooooooooooop yatağa dalış...

Pazar günü,
artık sinemaya gitmeye kesin kararlı olduğumuzdan,
direkt Kanyon’ a gittik.
Letters From Iwo Jima’ ya,
15:00 seansına yerlerimizi kaptık.
Filme daha bir saat vardı,
Kanyon’ da da dondurucu rüzgar vardı.
( hep "süper sistem" le ısıtılacaktı güya buralar )
O yüzden kendimizi,
biraz da "hakkaten garson mu getiriyor ki yemekleri?"
merakıyla Mc Donalds’ a attık..

Hala gitmemiş olanlar ve
bilmeyenler için söylüyorum,
Kanyon’ daki Mc Donalds’ ta servisi garsonlar yapıyor efsanesi,
tamamen uydurmadan ibarettir.
Gidiyorsunuz,
paşa paşa yemeğinizi kendiniz alıyorsunuz.
Böylece Mc ruhuna ihanet etmemiş oluyorsunuz.
Ha rahat koltuklar filan var mı var..
Normalden biraz daha konforlu bir ortam sayılır.
Ama öyle aman aman bir şey de yok..
Bildiğin Mc işte..
Yani..

15’ te attık kendimizi salona,
başladık filmle daralmaya..
Tamam film çok güzel,
çok etkileyici,
çok kusursuz filan ama,
artık ben savaş filmi seyredemeyeceğim!!!

Bu seyrettiğim kaçıncı savaş filmi bilmiyorum ama,
her birinin "ortak paydası olan şeyler" den artık bana gına geldi..
Er Ryan’ ı kurtardığımızdan beri aynı şey..
Yoğun bir şiddet,
pervasız kanlı - canlı kafa kol kopma sahneleri,
( hatta bu filmde 5-6 asker kendi kendini el bombası patlatarak öldürüyor.
Bunun adı da intiharmış..
Ulan bari kafana sık bi tane!! )
Sonra mutlaka aşırı kahramanlıklar,
vatan - millet diye gözü kör olmuşlarla,
"ya acaba boşuna mı ölüyoruz" diye sorgulayanlar..
Ölenler,
kaçanlar,
sağ kalanlar..
Açlık, susuzluk, çaresizlik..
Ev özlemi, mektuplar..

Bu filmi diğer savaş filmlerinden ayıran bir şeyler yok mu?
Tabii ki var..
Üstün olduğu pek çok yön,
pek çok yan hikaye,
pek çok enstantane var..
( özellikle çocukların radyoda şarkı söylediği sahne )

Ama işin özü hepsinde aynı:
"bir cephede bakın neler yaşanabiliyor?"
Eh,
bir cephede yaşananlar da,
takdir edersiniz ki pek iç açıcı şeyler olmuyor..
Moral bozuyor..
Diğerlerinden çok ayrı,
çok farklı bir film olmadıkça artık gitmeyeceğim savaş filmine
( bu sözümü not edin,
tekrar savaş filmine gittiğimde kafama kakarsınız )

Aslında benim izlemek istediğim tek bir savaş filmi var artık,
o da Kurtuluş Savaşı..
Çekseler,
ama hakkını vererek çekseler,
gelmiş geçmiş en etkileyici film olacağı kanaatindeyim..
Bunu klişe bir görüş olduğu için söylemiyorum..
Sürekli filme giden birinin bakışıyla söylüyorum..

O kadar senaryo sıkıntısı çekiliyor ki artık,
çıkan 10 filmden neredeyse 8’ i roman uyarlaması..
Halbuki roman değil,
koskoca bir destan var bizim elimizde..
Kurtuluş Savaşı’ nda yaratılan mucizeleri,
gerçek fedakarlığı,
gerçek imkansızlıkları
ve gerçek zaferi gösterebilecek,
çırılçıplak ve sahici bir film çekebilsek,
inanın bütün dünyanın ağzı açık kalır..

Ama şu an ne o teknik seviyedeyiz,
ne de dünyadaki birtakım lobi çalışmalarını aşıp da,
böyle bir yapıt oluşturabilecek cesarete sahibiz..
Ama bir gün belki?
Kimbilir...

Filmden sonra metroya atlayıp,
Taksim’ e zıpladık..
Sebep?
Tabii ki febe maçını izlemek..
Ekvator’ a yayıldık..
Yiyeceklerimizi ısmarladık..
Maç izlemeye müsait ortamı yarattık..
Veee sonunda ne oldu???
Fenerbahçe yenildi!!!!
Yaaaaaaaaaaaaaaaaaaaa,
İşşte böyle sevgili okurlar..
Yazının başını hatırlarsanız,
dalga geçilmişti bendenizin hesabiyleee..
Noooolllllduuuuuuuuuu?
Noooldu?
Berabere kaldığımız hafta,
puan farkını aşağıya çektik.
Çünkü 1 puan 0 puandan büyüktür..
Tıpkı 1 UEFA kupasının 0 UEFA kupasından büyük olması gibi..
Fenerbahçe bu hafta hem UEFA’ dan elendi,
hem ligte 3 puan kaybetti..
Tabii bu olaylar sevgilimi gerdi,
bendenizi sevindirdi..
Suratımda bi gülümsemeyle evime gitmeme sebebiyet verdi..

Evde Buzda Dans’ ın sonunu seyrettim,
Katarina Witt,
küçüklüğümün tek kanallı televizyonunda,
gece yarılarına kadar seyredip
hayran olduğum buz patencileri arasında,
en parlak yıldızdı benim için..
Öyle severdim ki,
annemler bile "o çıkıncaya kadar yatmayacağım" diye tutturmama bir şey diyemezdi..
Şimdi 24 yaşında,
onu Türkiye’ ye gelmiş,
kısa da olsa bir show sunarken seyretmek çok güzeldi..
Keşke daha uzun sürebilseydi..
Keşke onu biraz daha seyredebilseydim..
Ama bu kadarı da bi şeydi...

Ben yatarken Oscar kırmızı halı törenlerinin başıydı..
Biraz seyredip uyudum.
Sabah 06:45’ te kalktığımda,
en önemli ödüller henüz verilmemişti.
( bi de sabahlamayı düşünüyordum,
meğer gerek yokmuş! )
En İyi Kadın Oyuncu,
En İyi Erkek Oyuncu,
En İyi Yönetmen ve En İyi Film ödüllerinin açıklanışını canlı yayında izledim.
Martin Scorsese,
Köstebek’ le En İyi Yönetmen
Ve En İyi Film Oscarı’ nı kaptı!!
Aslında En İyi Film Oscarı yapımcılara veriliyor ama,
filmi asıl yaratan yönetmendir gözüyle bakılıyor..
Sonuçta 2 zaferi de Martin Scorsese kazanmış oluyor,
ki bence hak ediyor..

Aslında itiraf edeyim,
En İyi Film Oscarı için gönlüm biraz daha Babil’ den yanaydı..
Ama bana göre film Japonya bölümleri yüzünden ödülü alamadı..
Filmi bozan,
dağıtan bir havası vardı o sahnelerin,
filme oturmuyordu,
bağlantısı eksik kalıyordu..
Bu da filmin zayıf noktası oldu tabii.
Köstebek gerçekten fazladan bir sahnesi olmayan,
bütüncül ve kusursuz bir filmdi..
O yüzden galiba bu ödülü en çok o hak etti..

Bize düşense televizyonu o görkemli dünyalara kapatıp,
kendi küçük evrenimizdeki,
önemsiz işlerimize gitmek oldu tabii,
ey sevgili okuyucu...



2 yorum:

dolphinblue dedi ki...

seni keyifle okuyan biri olarak yinede söylemek istediğim bir şey var. bir matematikçi olarak çok iyi bir kalemin ve uslubun var aslında. benim kadar uzun uzun yazmıyorsun :) ilk blog yazılarını okuduğumda hayran kaldım...neden o tarz yazılara devam etmiyorsun?

sevgiyle kal

dolphin

sharquteri dedi ki...

Şöyle bir baktım ki, aman ne uzun yazı, dedim. Ama peynir ekmek gibi gitti maşallah, hepsini okudum. Yalnız söyleceğim farklı şeyler birbirine girdi unuttum.

Haa, kurtuluş savaşı filmi için tüm söylediklerine katılıyorum. TRT nin kurtuluş , şu ana kadar yapılanlar içinde en güzeliydi ama dünyaya açmak için ve olayı dizi tadından çıkartıp sinema lezzetine sokmak için illaki bir kurgusallık gerekiyor. Yani bir esas oğlan gerek, bir hikaye gerek. Mustafa Kemal karakteri başrolde olmamalı bence. Öyle olunca tarafsız yaklaşamıyorsun, insansı yanlarını ortaya çıkartamıyorsun, toplum hemen küsüyor sana...

Ama çok daha önemlisi uluslararsı denge oyunları var dediğin gibi. Biz muhteşem bir film yapsak ta pazarlatmazlar bize bunlar. mel gibson un cesur yüreğe beş basacak kahramanlık öyküsü var ama...

Bir ara yabancı bir film şirketi mustafa kemal in hayatını, anlatan bir film yapacaktı sanırım. Hatta antoyo banderas abi oynayacaktı Atatürk ü... Tepki falan gösterildi, bişeyler oldu...

Neyse, ben kaçıyım o zaman. Evden beklerler...