15.04.2009

vize, kitap, film..


merhaba ey okuyucu..
hayat yazarınızı fena yordu..
( hayat, yahut bürokrasi )
bir ton evrak topladım evet
ve tur acentemiz aracılığıyla vize başvurumu dün itibariyle yaptım..
şimdi 1 hafta kadar beklemem lazım!
“ gel teskere gel “ vari vize türküleri tutturmam lazım..

öyle ki tüm hayatımı buna odakladım..
ama “ ya çıkmazsa “ korkularıyla hayallerimi sınırlandırıyorum..
bir vize çıksa,
önüme tonla kitap-broşür-harita vs yığıp,
dolaşacağım ülkelerle ilgili bir “ gidilecek yerler listesi “ vs çıkartacağım,
lakin sonradan çok kötü dünyam başıma yıkılmasın diye bundan bile kaçınıyorum..

ama sanmayın ki okumuyorum..
bilakis!
zırt-pırt kitap alıp her birini özenle okuma listeme ekliyorum..
zaman buldukça da değil,
en ufacık aralıkta,
en küçük boşlukta
yürüyen merdivenlerde dahi,
birkaç satır yutuyorum..
( evet ben okuma ihtiyacını ekmek gibi,
su gibi damarlarımda hissediyorum,
bu nedenle de kelimeleri adeta ilaç gibi yutuyorum )


en son Adam Fawer’ dan Olasılıksız’ ı bitirdim.
( galiba bahsetmiştim )..
gerçekten çok çok çok beğendim..
bu denli beğeneceğimi kendim bile beklemezdim!
çünkü ben bu kitaba yıllardır şans vermemiştim.
Megavizyon, D&R vs girip çıktıkça gözüme battı,
hep oradaydı,
gözümün önünde - elimin altındaydı.
bir türlü almadım, alamadım,
sıkıcıdır, boğucudur, yorucudur gibi geldi.
fakat geçenlerde merakıma yenildim ve ben de kendi “ olasılıksız ” ımı edindim..

başladığım andan itibaren de elimden düşürmedim
ve kısa sürede bitirdim.
kitapta ne vardı peki?
aslında doğru soru: ne yoktu ki?

olasılık teorisi, kuantum fiziği, poker, mafya, epilepsi,
felsefe, bilim adamları, Rus ajanları, Amerikan ajanları,
Koreliler, kardeş sevgisi, sahtekarlıklar,
suikastlar, direkt devlete karşı işlenen suçlar..
32 kısım tekmili birden, iç içe..
hem de insanı hiç sıkmayan, bol aksiyon soslu bir kurgu içinde..

bir sürü bilim adamının adını duyuyorsunuz,
bir çok teoriye değiniyor,
her birinin “ kabasını “ öğrenmiş oluyorsunuz,
ama okullardakinin aksine bunu hiç sıkılmadan yapıyorsunuz..
saatlerce üzerinde çalışıp güçlükle anlayacağınız Laplace’ ın Şeytanını bile,
birkaç cümleyle kavrayıveriyorsunuz..
kitap bittiğinde temel hatlarıyla bir çok şey öğrenmiş,
daha fazlasını merak etmiş,
aynı zamanda heyecanlanmış, etkilenmiş, sevmiş oluyorsunuz..
kısacası kendi “ Olasılıksız “ deneyiminizi yaşamış oluyorsunuz..
benim gibi ve kitabı geç de olsa bulup okuyan herkes gibi,
çevrenizde kim varsa tavsiye ediyorsunuz..

böylece yeni bir kitap için kitapçının yolunu tutuyorsunuz ve bum!
olmadık hatalara düşüyorsunuz..
hiç okumadığınız ve belki de okumamanız gerektiği halde okumadığınız kişilerin kitaplarını,
sırf o an için size farklı bir şey vaat ediyor diye alıp geliyorsunuz..

yazarınız da bunu yaptı!
ama hemen hakkımı yemeyeyim..
kararımı etkileyen başka etkenler de vardı..
güya tatile gideceğiz, uçağa filan bineceğiz ya,
kafamda “ uçakta okuyacak hafif bir şeyler alayım “ fikri vardı..
gittim ne yaptım?
Canan Tan’ ın yeni kitabını aldım!
şimdi bir kere ben bu hanımefendinin hiçbir kitabını okumadım,
okuyanlara da Harlequin okuyan sığ insanlar muamelesi yaptım çünkü,
kitaplarının kapaklarındaki resimlerden, romanlarının adlarına kadar her şey çok sığ gibiydi.
örn. : Yüreğim Çok Sevdi Seni..
( siz çok derin bir roman yazsanız bu ismi koyar mıydınız peki? )

ama geçenlerde bir yerlerde, güvendiğim kişilerin kendisiyle ilgili yazılarına denk geldim
ye en azından tatilde plajda vs.de kendisine bir şans vermeye karar verdim.
bunun üzerine şu uçakta okuyacak “ hafif kitap “ ihtiyacı hasıl oldu,
tam o sırada son kitabı gözüme çarptı ve şu eser birden kendini evimde buldu:
En Son Yürekler Ölür..

henüz tek satırını okumadım..
fakat içten içe de meraklıyım..
birbirini çok seven bir çift bir araba kazası geçiriyor,
kadın makinelere bağlı yaşam savaşı veriyor
ve bir organ nakli gerekiyor sanırım..
zaten benim ilgimi esas çeken romanın bu “ organ nakli “ tarafı idi..
bana ağlatmaya odaklı bir eksen olması muhtemel
ama yine de yoğun bir aşkı oturtmak için iyi seçilmiş bir düzlem gibi geldi..

2. aldığımsa Elif Şafak’ ın Aşk kitabı..
o da ön yargılı davrandıklarımdandı..
beyanlarından dolayı soğuduğum yazarlardandı..
ama burada da merakıma yenildim..
ve “ okumadan eleştirme “ düsturuma sahip çıkmaya karar verdim..
onun da henüz tek satırını okumadım ama
içinde Şems var, daha ne diyebilirim..
umarım severim..
elif hanımla ilgili ön yargılarımı yok edebilirim..

şunu da söyleyeyim,
kendisiyle ilgili fikirlerim kesinlikle siyasi görüşlerinden falan kaynaklanmış değildir,
tamamen kendini sunuş biçimiyle alakalıdır..
devamlı “ çok derin bir kadınım ben, doluyum,
şunu da biliyorum, karakterim çok farklı, acaip bi şeyim işte siz anlamazsınız benim ruh gelgitlerimi “ havasındadır..
buna rağmen son birkaç yılda yaptığı söyleşileri:
Eyüp (kocası) iyi geldi bana, dinginleştim, arka arkaya 2 çocuk da doğurdum ama hala süperim minvalinde değişmiştir.

artık mütemadiyen Eyüp’ ün kendisine iyi geldiğinden,
anneliğinden,
ama böyle normal anne değil de yaratıcı anne,
durup durup yazma nöbeti geçirmelerden,
çocukları ihmal mi ediyorum yazarken diye korkmalardan ama Eyüp’ ün yine çok iyi gelmesinden
ve bir de Eyüp’ ün kendisine çok iyi geldiğinden bahseder..

dolayısıyla sağda solda 3 kelamına rastlasam benim kafamda durmadan bu portreyi çizer.
inşallah yazdıkları bu denli kendini övmesine değer
ve “ bu kadın kendini fazla övüyor “ diye konuşan dudaklarıma fermuarı diker..
yoksa verdiğim para için edeceğim ah,
uzun zaman kendisinin ve Eyüp’ ünün peşinden gider..

son olarak likelife’ ınız dün akşam DVD’ den izlediği filmden bahsedip noktayı koymak ister!
bu yılın en iyi yabancı film dalında Oscar ödülünü kucaklayan filmi Departures’ ı seyrettim.
çello çalan bir müzisyenin,
“ ölü yıkayıcılığı “ diye bildiğimiz,
cenaze hazırlayıcılığı işine başlaması,
ölülerle her gün çok yakın bir iletişim kurması ve bunun günlük hayatına,
psikolojik durumuna,
aile yapısına yansıması hakkında,
insanı çok düşündüren,
muhteşem görüntü ve müziklerle süslenen,
kelimenin tam anlamıyla “ güzel “ bir film..
sinemada sanat tadı almak isteyenlere tavsiye ederim..

bu arada Türk sinemasını da ihmal etmedim
ve pazar günü uzun bekleyişimden sonra Sonbahar’ ı izledim.
üniversitede “ solcu “ olan,
fikirleri dolayısıyla 10 yıl hapiste yatıp,
cezasının bitimine 2,5 yıl kala ciğerlerindeki hastalık nedeniyle tahliye olan
ve Karadeniz’e,
memleketine dönen birinin hikayesi.
fonda muhteşem Karadeniz doğasının üzerinde nakış gibi işlenmiş bir hayat
ya da ölümü bekleme hikayesi..
beni çok ekiledi..
tüm müzikleri ve özellikle sonundaki ağıt,
içime işledi..
o da mutlaka izlenmeli..



Hiç yorum yok: