4.03.2009

GS, kimya, Frost / Nixon.... ve muhteşem In Bruges...


bu ne uzun aradır kardeşim?
demenin engellenemeyeceği kadar bir süre yazmamışım, evet.
ama sinirlerim bozuktu.
baştan beri değil elbet.
ama son birkaç gündür bozuktu.

neyse önce perşembe akşamından başlayayım.
uzun zaman sonra ilk kez attım kendimi İstiklal Caddesi’ ne.
işten çıkmışım.
acele bir makyaj.
yorgun bir kafa.
aç bir mide.
yağmur yağıyor.
sevdiceğin eli elimde.

Ekvator’ a girdik.
eskiden bütün maçları koltuklarında izlediğimiz,
evlenince de Digitürklenip sattığımız, canımız ciğerimiz mekanımıza.
Allah böyle vurur işte D-smart’ la.

oturuyoruz.
erken gitmişiz.
yerimiz güzel.
yemeklerimizi söylüyoruz.
iki arkadaşımızla da karşılaşıyoruz.
ortam maç izlemeye müsait.
derken maç başlamadan golü yiyoruz.
“ nasıl olur “ demeyin,
oluyor.

40 dk. mide sancısı çekiyorum.
yediğim yemek midemde taş gibi duruyor.
önümde yarım kalmış içeceğimden bir yudum bile alamıyorum.
sonra ilk golümüz geliyor.
damarlarımda bir yanma hissediyorum.
uyuşmuş bacağın yavaş yavaş karıncalanması gibi bir his.
o an
golü atıncaya kadar gerginlikten damarlarımda kanın dolaşmadığını anlıyorum.
ani basınçla beynim zonkluyor.
umut dolu gözlerle
“ bu yarıyı böyle kapatır mıyız? “ derken,
Kewel’ dan insan üstü,
futbol üstü,
evrensel güzellikler fonuna katkı boyutunda bir gol geliyor.
tabii anında evrensel geyikler dönmeye başlıyor:
- top nereye?
- 90 tabir ettiğimiz yere..

ilk yarı bitiyor..
herkes rahatlıyor.
birtakım laflar dönüyor “ skoru korusak yeter “ minvalinde..
yalnız ben birden kötüyü oynuyorum..
siyahlara bürünüyorum..
hemen 2. yarının başında bir gol bulmalıyız diyorum,
bu adamlar daha gol atar.
tepki görüyorum.
ama haklı çıkıyorum.
güzel futbolla başlayıp,
3. bir golle süslediğimiz ikinci yarıda,
2 gol daha yiyerek 3-3’ lük ölüm skorunu karşımızda görüyoruz.
bu skorla biz eleniyoruz..
inanamıyoruz…
inanmak da istemiyoruz..

Sabri bizi çok bekletmiyor zaten..
“ bu sefer kaleyi tutturdum “ diye kıs kıs gülüyor.
aferin diyoruz..
bir kez tutturdun ama tam tutturdun..
gol sevincinde kendimden geçiyorum..
kalabalığın da verdiği coşkuyla bağırıyor-zıplıyor-sıçrıyorum.
maç 4-3 bitiyor.
turu geçiyoruz..
fakat bu 7 gol arasındaki gelip – gitmelerden benim vücudum fiziksel olarak etkileniyor.
önce kalbim uzun süre ağrıyor.
taksiyle eve dönerken annemle telefonda zor kunuşuyorum.
“ kalpten gidiyordum “ diyorum.
o an farkında değil ama ciddi söylüyorum.
eve varır varmaz TV’ yi açıp şölenin tadını çıkarmaya başlıyorum..
ama yemin ediyorum,
nefes alışım saat 01:00’ e kadar filan düzelmiyor,
aksak bir ritmde sürüyor.

ertesi gün,
burada anlatamayacağım büyük bir aksilik yaşıyorum.
birisine çok fazla kızıyorum.
haksızlığa,
hatta gaddarlığa uğradığımı düşünerek bütün hafta sonumu heba ediyorum.

cumartesi işe gitmek dışında,
bütün hafta sonu dışarı bile çıkmıyorum.
film izliyorum,
sevdicek Play Station oyunu alıyor bana moralim düzelsin diye,
Need For Speed - Undercover oynuyorum.

yine üzüntümün fiziksel yansımaları oluyor.
normal şekilde yememe rağmen 2 günde 1,5 kg veriyorum.
hoş,
kaybettiğim kilolara üzülecek değilim,
ama “ neden “ sorusuna takılıyorum..

pazartesi gergin bir gün geçirdikten sonra,
dün problemin bir kısmını çözerek,
ilk defa bi kaç saatlik uyku uyuyabiliyorum..
yazıyı da ancak bugün yazabiliyorum..

bitirmeden önce izlediğim 2 filmden bahsetmek istiyorum.
birincisi biraz geç de olsa seyredebildiğim Frost / Nixon.
hakkında ne söylenmeli çok fazla bilmiyorum.
sadece şiddetle tavsiye ederim diyorum.
olabildiğince sıkıcı görünmesine rağmen başladıktan sonra alabildiğine akıcı bir film.

Watergate skandalına adı karıştıktan sonra mecburi emekliliğe ayrılan Nixon’ ı 4 bölümlük bir söyleşiye razı eden Frost isimli televizyoncunun hikayesi.
en güzeli zaten bu söyleşi bölümleri.
pek çok konuda bizlere verilmiş bir ders gibi.
izlenmeli.

diğeri,
In Bruges.
diyorum.
burada duruyorum.
bir film bu kadar mı güzel olur.
bu kadar mı içten,
tatlı,
komik,
sempatik,
üzücü
ve dramatik olur.
bunların hepsi aynı anda nasıl olur,
modern kara mizah nasıl olur,
bir şehir bir filme nasıl bir muhteşem arka plan oluşturur,
Colin Farrell’ in bile müthiş oynaması ne demektir,
mükemmel soundtrack nasıl seçilir,
cücelerin derdi nedir
ve nasıl bir “ prensiplerine bağlı kalmalısın “ dersi verilir.

seyyar satıcılar gibi oldu ama evet,
hepsi bu filmde.
bunca muhteşem film izlediğim bu yılda bile,
gönlümde müthiş bir yer edindi kendine.
bir daha izlerim.
izlemeyene izlettiririm.
severim.
özlerim.
yer yer bahsederim.
Türkiye’ de sanırım gösterime girmeyen bu filmi,
ne yapın edin seyredin derim.
böyle şirin, küçük, kendi çapında gibi görünürken,
için için nasıl da büyük bir film,
isteyene.
deli gibi sevdim.
siz de sevin.

“ it’ s in Belgium. “

Hiç yorum yok: