5.02.2009

şehir testi, karakterim ve benim sinemalarım...


bloglarda geziyorum biliyorsunuz,bazen yorum yapıyorum,bazen yapamıyorum ama yazılanları ciddiye alıyorum.
geçen gün Oya’ nın bloğundaki “ siz hangi şehirsiniz “ testini görüp kendime uyguladım ve
“ ne “ çıktım dersiniz?
evet!
İstanbul
benden çıka çıka bu çıktı.
“ artık sevmiyorum, gideceğim, terk edeceğim “ dediğim,
tutkulu aşığım İstanbul.
site tarafından şahsıma şöyle buyuruldu :

“ Siz tam anlamıyla bir ‘ İstanbul ‘ sunuz.
Eğer İstanbul’da doğduysanız bu sizin için adeta bir şans demek, çünkü zaten başka bir şehirde mutlu olmazmışsınız gibi bir duruşunuz var. İstanbul hiç bir zaman öngörülemeyen karakterdedir, gizemli, cazibeli, büyüleyicidir, tıpkı sizin gibi.
Hem geçmişinin izlerini taşır hem bugünü tüm realitesiyle yaşatır.
Kim neyi görmek istiyorsa İstanbul’da onu görür.
Tanımak, tanımlamak zaman alır.
Tüm bunlar da size has özellikler değil mi?
Siz nereye giderseniz gidin denizinin kokusuyla, sokaklarının sesiyle, mavi rengiyle İstanbul sizi geri çağırır ve siz bu çağrıyı kulak ardı edemezsiniz. Çünkü siz zaten ‘ İstanbul ‘ sunuz. “

iyi.
bir gün kurtulurum bu hastalıklı aşktan ümitleri de sona erdi di mi?
peki.
diğer hastalıklı tutkularımın sonu gelir mi?
sinema gibi.
delirmişçesine film izlemem gibi.

sarmış vaziyetteyim.
sinemada - DVD’ de sürekli izlemedeyim.
Oscar ödül töreni yaklaştıkça bir bir düşmeye başlayan filmlerin peşindeyim.

daha önce anlatacağım demiştim.
Benjamin Button’ ı seyrettim.
ayılıp bayılarak,
Oscar alsın bu film noolur lütfen alsın diyerek izledim.
ertesi gün de 13 dalda aday oldu zaten.
I. Dünya Savaşı’ nın sonlarında yaşlı bir bedenle doğan bir çocuk
ve gittikçe gençleşerek sürdürdüğü hayat hikayesi.
nasıl güzel.
nasıl sıcak.
izlerken hem ne şirin film diyorsunuz
hem de ne büyük film!
David Fincher daha önce yönettiği Seven, The Game ve Fight Club gibi harikalardan sonra,
artık akademi ödülüyle taçlandırılmayı hak etti.
Brad Pitt başrolde çok iyiydi.
mekanlar, kostümler, ışıklar,
anlatım biçimi,
fonda akıp giden 20. yy dünya tarihi,
üzerimizde bir Forrest Gump etkisi yaratmaya yetti.

filmin bir tek şanssızlığı var,
Oscar için çok zorlu bir yıla denk gelmesi.
bu yıl bütün filmler o kadar iyi ki.
hele Slumdog Millionaire.
şimdiden en iyi film, en iyi yönetmen gibi büyük ödülleri alacağı belli gibi.
daha “ rahat “ bir senede B. Button rekorlar kırabilirdi.


izlediğim diğer bir film,
Mickey Rourke’ un en iyi erkek oyuncu dalında altın küreyi kucakladığı,
Oscar için de aday gösterildiği The Wrestler / Güreşçi’ ydi.
bu da çok güzel,
ancak daha belgesel tadında,
samimi bir filmdi.
eskiden ünlü bir profesyonel güreşçi olan Randy’ nin,
yaşlanıp hastalandıkça,
içinden çıkılmaz bir hal alan yalnız yaşantısını anlatan,
buruk hikayesi.
adeta kendi çöküşünü oynayan Mickey muh-te-şem-di.
o ağlarken eminim izleyen herkesin gözleri nemlendi.
ödül için çok iddialı ama,
aynı zamanda en iyi film dalında da aday olan
- henüz izleyemediğim -
Milk’ in başrolünde Sean Penn’ in de çok güçlü durumda olduğu sık sık söylendi.
bu dal kıyasıya rekabete konu olacak gibi.

Pride and Glory izlediklerimden bir diğeri..
bu ödüllük filmlerden değil..
sinemada fragmanını görüp DVD’ sini edindiklerimizden.
Edward Norton ve Collin Farrell başrollerde.
ancak ne senaryo ne de anlatılış tarzı bu isimlere yakışacak düzeyde.
özellikle Edward Norton iyi film seçimleriyle gönlümüzde taht kurmuş bir kişi.
bu filmle çıtayı biraz düşürmüş gibi.
yine de çekilmez değil.
hikaye,
polis kardeşlerin birinin suça karışması vs etrafında dönen,
klasik ama ilgi çeken bir hikayeydi.
ayrıca müzikleri güzeldi
ve birkaç etkileyici sahne içermekteydi
- özellikle Colin Farrell’ in bebekle sahnesi -
ehh işte denilebilecek bir filmdi..

Üç Maymun..
aday olamadı ama tabii ki tarafımdan izlendi.
bildiğimiz Nuri Bilge Ceylan gibi,
sakin,
kaliteli,
üst düzeydeydi.
hele uzaktan çekilmiş kadının yalvarma sahnesi,
yönetmenlik dersi gibiydi.
NBC adeta “ ben sadece fotoğraftan ibaret değilim “ demişti.
“ tutkuyla sevdiğim, yalnız ve güzel ülkeme “ sözü de tabii içimizde,
kaybedilmesi zor bir yer edindi.

haftasonu sinemada Valkyrie Operasyonu izlendi.
bu olay zaten ilk duyduğumda müthiş ilgimi çekmişti.
filminin yapıldığını duyduğumdan beri sürdürdüğüm bekleyişime değdi.
Claus von Stauffenberg isimli,
inanılmaz cesur adamın düşünüp yapabildikleri tek başına nefes kesiciydi.
Hitler’ in burnunun dibindeyken,
onun emrindeyken,
onu öldürmek gerektiğini,
Nazi zulmüne son vermek gerektiğini görüp,
bunu korkusuzca bazı subaylarla paylaşabilmişti.
Hitler’ in Kurt İni’ ne sızıp,
toplantı masasının altına bir bomba bırakarak patlamasını sağlayabilmişti.
ancak Hitler ölmemişti.
fakat tüm olay ve sonrasında yaşananlar,
destan gibiydi.
Tom Cruise başrolde beni rahatsız etmedi.
filmin anlatılış biçimi,
bizi olayın içine çekme niyetindeydi.
kahramanların yanında nefes alıyormuşçasına bir his,
film boyunca hep kalbimizin üstündeydi.
Schindler’ den sonra Yahudileri ve aslında tüm insanlığı Hitler denen mahluktan kurtarmak için çırpınan bu adam,
bana daha büyük bir kahraman gibi geldi.

dün akşamsa sıra DVD’ den Beşir’ le Dans’ ı seyretmeye geldi.
en iyi yabancı dilde film dalında altın küreyi alan,
Oscar’ ın da bu dalda en güçlü adayı olan film,
ciddi anlamda görülmeye değerdi.
ekşi sözlükte yapılan tanımlayı buraya aktarmak yeterli :" ari folman' ın sabra ve satilla katliamı sırasında israil ordusunda gorev yapmasinin ardindan ,
ileri yaşında girdiği savaş sonrası bunalımı ve bu bunalıma bağlı yasadığı hafıza kaybından kurtulma çabasının işlendiği
bunun yanında ordudan arkadaşlarıyla yaptığı söyleşiler yardımıyla hafızasındaki gedikleri dolduran folman’ ın hatırladıkları itibariyle,
dönemin kanlı Beyrut’ una sağlam bir bakisin atıldığı anti militarist bir animasyon.eski bir İsrail askerinin, kendi ülkesinin, kan dökülmesine karşı sergilediği vurdumduymazlığa ve savaşa karşı yüksek çığlığı.film aslında bir belgesel. ari folman, eski arkadaşlarıyla ve gazetecilerle yaptığı röportajları resmedip hareketlendirmiş , max richter tarafından bestelenen muhteşem müzikle de desteklenmiş. “

evet film bu.
aslında henüz taze olan Filistin katliamının yanında,
bu filmde yapılan eleştiriler biraz küçük kalıyor.
yine de İsrail’ in de suçlu olduğunu birazcık da olsa kabul eden savaş karşıtı bir film olması bile yeterli.
Oscar heykelciğini kucaklar gibi.

cumartesi günü haftalardan sonra ilk kez işe gitmemem ise,
klasik bir film izlememe neden olacak olaylar silsilesiyle meyvesini verdi.
sabah sabah denk geldiğim bir sinema programında karşılaştığım
“ Bisiklet Hırsızları “ o kısacık görüntüleriyle beni ağlatmaya yetti.
hemen peşine düştüm,
nete girdim,
binbir zorlukla da olsa,
1948 yapımı bu filmi izleyebildim.
gece.
02.00’ de.
çok etkilendim.
büyülendim.
II: Dünya Savaşı sonrası büyük fakirlik ve açlıkla boğuşan Roma’ da,
1 yıllık arayışın ardından bir iş bulan,
yoksul bir ailenin gururlu babasının öyküsü.
bulduğu iş afişçilik.
işi alması için bisikleti olması yeterli.
fakat bisiklet rehinde!
n’ apılıyor?
evin çarşafları satılıyor!
evet, çarşaflar satılarak bisiklet geri alınıyor..
iş başlıyor,
küçük oğlu Bruno ve karısı Maria’ yla artık adam çok mutlu.
sebep: doyabiliyor.
ama bisiklet birkaç gün içinde çalınıyor
ve olaylar başlıyor.
gururun,
baba – oğlun,
fakirliğin,
utancın,
yitirişin
ve yine gururun muhteşem hikayesi.

italyanca İsmi “ ladri di biciclette “
bir vittorio de sica filmi.
sinemada realizm akımının öncüsü kabul ediliyor.
çoğu sinemacı bu filmi izledikten sonra bu işi yapmaya karar veriyor..
- bir film izledim hayatım değişti -
kısacası bu film çığır açıyor…
başyapıt sözünü bin kere hak ediyor..
insanın boğazına yumruk gibi oturuyor..
başrolde oynayan adam gerçek hayatta bir işçi..
ilk oyunculuk denemesi..
oğlunu oynayan çocuk bir gazete satıcısı,
amatör..
ama öyle devleşmişler ki!
çekildiği tarihte akademi yabancı dilde filmlere ödül vermediğinden,
sırf bu film için yeni bir bölüm açılıyor,
ve yapıt bir onur ödülüyle taçlandırılıyor..
yıl 2009..
hala izleniyor..
eskimiyor.

“ ageless film for every age “ diyor…
bitmiyor..
düşündürüyor..

böyle filmler sayesinde de likelife’ ın sinema yolculuğu devam ediyor.
izleyip de aktarmadığım film olabilir ama epey anlattım sanırım.
şimdi acil izlenecekler listemde:
Sahtekar
Frost / Nixon
Milk ve
The Reader
var.

aslında başkaları da var.
fakat zamana ihtiyaç var.

bakalım.

Hiç yorum yok: