13.02.2009

filmler var, evet...


uzatmadan giriyorum konuya..
diğer yazının sonundaki “ hedef filmlerden” 3’ ünü izledim..
ilki Changeling / Sahtekar..
Angelina Jolie, çocuğu kaybeden acılı anne rolünde nefissss..
yönetmen koltuğunda Clint Eastwood muhteşem..
1920’ lerin atmosferi enfesss..
filme yedirilmiş karamsarlık asla insanın üstüne çökmüyor..
çünkü bir yandan annenin polis teşkilatına ve sisteme karşı sürdürdüğü hikayeye tanık oluyor,
heyecanlanıyorsunuz..
senaryonun gerçek bir olaydan alındığını hatırladıkça irkiliyorsunuz…
kısacık rolünde John Malkovich’ e ölüp bitiyorsunuz..
iyilik-kötülük-sadizm-adalet sistemi-polis-mahkeme-din adamı-anne-çocuk..
filmde her şeyi buluyorsunuz..
ben sinemada izledim ve çok etkilenmiş şekilde çıktım salondan..
evet belki üzülüyorsunuz,
ama yine de güzel duygular yaşıyorsunuz…

ertesi gün..
bu kez evde,
Milk’ i izledim..
yine gerçek hikaye,
yine bir mücadele hikayesi..
bu kez arka plan 70’ler…
40 yaşındaki eşcinsel Harvey Milk hayatının aşkıyla bir metroda tanışıyor:
Scotty..
beraber bir iş kurup yaşamaya çalışırken,
türlü dışlamalarla karşılaşıyorlar
ama sokaklarda öpüşmekte bir beis görmüyorlar..
ve önce kendi sokaklarından başlayarak tabuları yıkıyorlar..
fakat dikkat edin bugünün dünyasından söz etmiyoruz..
sokak ortasında gaylerin öldürüldüğü homofobik yıllardan söz ediyoruz..
o günün zor koşullarında kendi dükkanında mücadeleye başlayan
ve işi siyasete atılmaya kadar vardıran,
dünya şekeri Harvey Milk’ in göz yaşartan yaşam hikayesi..
beraberinde Sean Penn’ in oyunculuk gösterisi..
James Franco da Scotty ile nefis..
insan ancak sevdiğine öyle gülebilir diyor insan..
diğer tüm oyuncular da..
Gus Van Sant yönetmen koltuğunda..
ince bir tebessüm dudaklarda..
film akıp gidiyor..
bitiyor..
ve siz internette bu adamı araştırmaya koşuyorsunuz..
“ sessiz yürüyüşün “ gerçek olduğunu görüp hayrete düşüyorsunuz..
öyle bir film işte!

sonraki gün..
sırada “ The Reader “
kendinden yaşça büyük bir kadınla,
hastalığı vasıtasıyla tanışıp aşka düşen,
ilk gençlik-ilk cinsellik yollarını bu kadınla beraber yürüyen,
bir taraftan da ona durmadan kitap okumayı seven bir gencin öyküsü…
sevdiği kadının aslında eski bir SS gardiyanı olduğunu öğrendiğinde kabuk değiştiren aşkının öyküsü..
sürükleyici..
etkileyici..
leziz..

ve dün…
Barselona!!
bir Woody Allen showu daha..
gözler bir dakika kırpılmaksızın ekranda..
karşınızda en olmayacak sandığınız birliktelikler,
inanılmaz bir sakinlikle olmakta,
fonda muhteşem şehir Barselona..
aşk-çılgınlık-cinsellik-kendini arayış-kronik mutsuzluk ve kadınla erkeğe dair her şey bir arada!
ama zerre abartılmadan..
hiçbir şey göze sokulmadan..
müthiş bir estetik..
güzellik..
sadelik..
hele hele incelik..
yumuşacık tüy gibi bir film..
sizi sararken bir taraftan korkutmakta..
“ insanoğlu bu, her şeyi yapar! “ cümlesini kulağınıza fısıldamakta..
ve dünya sizi bangır bangır çağırmakta..
atla uçağa..
gez..
dolaş..
dönüp bakma arkana..

büyülü sözcük “ gitmek “..
hayatın gerçeği “ gidememek “..
pazartesi günü büyük acılar içinde çektirdiğin dişinle,
hemen sonrasın başlayan şiddetli griple,
diş çekimi sırasında ortaya çıkan kistle
ve sabah kadar “ ya çene kemiğime yayılırsa “ korkusuyla yüzleşmek…

hayat kötü..
filmler güzel..
güzel, film seyretmek…


Hiç yorum yok: