21.01.2009

twilight, ilişkiler.. ve bir kaç film daha..


ayrımcılık yapmaya epey hevesli olduğum günlerden biriydi:
cumartesi.
çalıştırıldığım için epey hiddetliydim.
migrenim tutmuştu.
hayatta özlediğim ve beklediğim tek şey haftasonu,
o da baş ağrısı çekmekle mi geçecek duygusundan ağlamaklı vaziyetteydim.
kısacası duygusal olarak manipüle edilebilirdim.
ve edildim.
bir film tarafından : Twilight.

çok okunan serinin ilk kitabından hareketle çekilmiş film.
iş özünde sıradan bir vampir filmi gibi gözükse de,
değil.
keşke birkaç tutam sarımsak sallayıp,
haçlar gösterdiğimiz vampirlerin kalbine kazık saplayarak salondan çıkabilseydik.
klasik aksiyon dozumuzu alıp,
şırıngalarımızı diğer toplumsal uyuşturucularla doldurabilseydik.
lakin yapamadık.

çünkü bu değildi film.
bir kere dingindi.
su gibi.
sakin, içine kapanık bir kızın,
kafasının içindeki boşlukta yüzdük bir süre.
annesi babasından ayrıldıktan sonra tekrar evlendiği için
ve bu adamın peşinden dünyayı gezmeye karar verdiği için,
Arizona’ nın sıcaklığından,
buz gibi küçücük Forks kasabasına taşınmak durumunda kalan Bella’ nın kafasındaki boşlukta.
ergenlik sorgulamalarının boş vermişliğe göz kırptığı bir gündönümünde belki,
onulmaz iç sıkıntısı.

ve bu sıkıntıların arasından birden güneş gibi doğuveren,
adeta topraktan fışkırırcasına hayatına girmekte bir beis görmeyen,
topaz rengi gözleri,
elmas teniyle Edward.
bir prens mi?
belki!
sadece herkes gibi olmadığı belli.

sonrasıysa herkesin bilmediği gibi.
alışılanın dışında.
çocuğun başka bir yaratık olması,
filmde sadece bir detay sanki.
onun “ asla birlikte olunmaması gereken biri “ olduğunu anlatan bir detay.
filmin asıl büyüsü,
asıl cümlesi,
gözlerimiz önüne serilmiş Romeo tarzı aşkta gizli.
tek bir erotik sahne olmadan,
bize tüm hücrelerimizle hissettirilen tutkuda gizli.
evet,
bu bir aşk filmi.
ama uğrunda çok fazla fedakarlıkların yapılmasının gerektiği bir aşkın filmi.
“ asla ayrılamayız, sakın böyle şeyler söyleme bir daha “ nın filmi.
yüce ya da kutsal,
adına ne derseniz,
ama artık kaybolmuş olan,
tensel dürtülerin ötesindeki aşkın,
aslında nasıl da çıldırış biçiminde yaşanabileceğinin filmi.

2 çift halinde izledik “ ibret belgesini “.
ben bayıldım.
sevdicekse film biter bitmez şunu söyledi:
- hayatımda bu kadar sıkıcı film görmedim. çok kötü olmuş. di mi?
- ( ben ) : kötü mü?
- evet ya doğru dürüst vampir filmi desen değil, aşk filmi desen değil.
- efendim?
- evet! aksiyon sahneleri filan rezalet değil miydi? aynalı odadaki kavga hele, sefildi!

- ( diğer çiftin erkek olanı ): evet abii ya.. ne biçim film yapmış adamlar.
- ( diğer çiftin dişi olanı ) : sen de mi beğenmedin?
- yok yeaaaaa.. ne beğenicem.. bence bütün Amerikalılar salak!
- nedenmiş o?
- abi bu film nasıl izlenme rekoru kırar? baksana filme..

- ( ben ) : saçmalamayın Allah aşkına, mükemmel bir filmdi!
- ( dçdo) : evet müthişti bence de! o kadar etkilendim ki akşam bu film kesin rüyama girer benim
- ( ben ) : yani.. hala büyüsündeyim resmen.. nasıl bir atmosfer, nasıl bir tutku, şefkat, aşk, şövalyelik ruhu..
- ( dçdo ) : çocuğun kıza bakışları yeter ya! ben o kadar aşk filmi izledim, uzun zamandır bu kadar inandırıcı, derin, sakin bir aşk görmemiştim.
- ( ben ) : di mi? o bakışlardaki hem korumak istiyorum, hem yanımda olsun istiyorum diyen hayranlık? o ifade…

- ( sevdicek) : baydı beni resmen film ya. blade ne güzeldi. hiç vampir filmi gibi değil bu..
- ( ben ) : zaten bu bi vampir filmi değil.. offff yaa…
- ( dçdo ) : ayyyy çok güzeldi yaaa…. ağlıycam nerdeyse ben…
- ( sevdicek ) : ahahahaha… olm şaka yapıo bunlar bize… kekliyorlar kesin..
- ( dçeo ) : tabiyy yaaa!!!.. bak şimdi bak gülmeye başlayacaklar bence..
- ( ben ) : ne keklemesi! esas siz şimdi cidden hayran olmadınız mı oradaki aşka!
- ( ikisi birden ) : yoooooooooo… çok kötüydü film, evet rezaletti.. tabi canım.. öyleydi… bi de böyleydi.. şuydu muydu…

sonuç…
kızlar beğendi,
erkekler beğenmedi gibi..
ama film kız filmi mi?
değil..
tam tersi..
fakat ben vampir filmine gidiyorum diye gidersen sevmezsin tabii..

“ erkekler “ kendi aralarında konuşmayı şu şekilde devam ettirdi:
- bizim kızlar da bize iyice öküz muamelesi yapıyor ha! sanki biz aşktan anlamıyoruz..
- hiç!
- adam gibi aşk filmi olunca biz de etkileniyoruz herhalde..
- tabi. o zaman ne biçim romantik oluyoruz..
- bulmuşlar bizim kadar romantik çocukları bi de beğenmiyorlar..
- diğer türk erkeklerini tanımıyorlar ki..
- rahat batıyor.. al bundy yerine konuluyoruz resmen!
- halbuki biz onlardan daha bile duygusalız… mesela benim gözlerimi yaşartabilmiş bir filmdir Issız Adam..

sakın ha! diyorum,
orada duruma müdahale ediyorum..
bu ıssız adam sığlıklarına girersek çıkamayız biliyorum.
hele bu kutsal aşkı,
kadın peşinde koşma-1 aylık sevgilisinin yanında kalma açmazlarının seviyesine indirgemek,
hiç yakışmaz diyorum ve onları markete yönlendiriyorum..

az sonra bize gideceğiz zira..
hazırlık lazım..
abur cubur içki miçki almak lazım..
hoş,
korkunç migrenim sayesinde bi kutu hap yuttuğum için
ben ağzıma bira bile süremiyorum ama,
misafirperver olmak lazım.
giriyoruz markete..
hadi sen de romantik ol,
ben raflardan bisküvi filan seçerken,
sen bana o çocuk gibi bak filan diyorum,
dalga geçiyoruz,
“ bu vampirler de ne hikmetse hep yakışıklı oluyor “ buyuruyorlar,
“ kızlar “ olarak tespiti yapıştırıyoruz:
- filmi aslında beğendiler ama kıskanıyorlarrrrrr…

gülüyoruz,
kahkaha atıyoruz..
koşturuyoruz..
eve gidiyoruz sonra..
sohbetler,
oyunlar..
bir süre daha filmin etrafında dönüyor konuşmalarımız..
sonra Filistin,
ergenekon,
ne bulursak irdeliyoruz…
gidiyorlar..
başımda hala korkunç ağrılarla uzanıyorum yatağa…

pazar sabahı..
son hızla çıkıyorum yataktan..
günün doğmasına yakın yatmış da olsam,
pazarları kalkış saatim belli: 11.00.
ART.
Ankara Rüzgarı.
Emin Çölaşan – Mustafa Balbay.
izliyorum.
kahvaltı ediyoruz.
filmlere geliyor sıra.
Üç Maymun’ u seyrediyoruz.
Nuri Bilge Ceylan’ ın, tutkuyla sevdiği yalnız ve güzel ülkesine ithaf ettiği hani..
beğeniyoruz..
etkileniyoruz da..
planlardan,
fotoğraflardan olduğu kadar, konudan da..

sonra biraz alışveriş..
2 pantolon, 1 kazağımsı alıyorum..
eve dönüş..
yemek söylüyoruz…
bu kez Slumdog Millionaire’ i izliyoruz..
bu yılın Altın Küre’ li filmi..
insanın içini ısıtıyor..
umutlar aşılıyor…
çok, çok kötü şeyler de gösteriyor ama..
annesiz babasız sokaklarda sürünürken,
insan neler öğrenebiliyor,
ne derin aşklara düşebiliyor
ve bunları nasıl örtüştürebiliyor,
film bunların öyküsü..
bayılıyoruz..

bu yıl Oscar için de iddialı filmlerden biri bu.
bir diğeri de geçen gün izlediğimiz Revolutionary Road…
american beauty’ nin yönetmeninden,
bu kez bir dönem filmi.
ama dönem sadece filmin alt metni..
esas olan yine bozulmuş dünya düzeni
ve bu düzen içinde çekirdek ailelerin gidişi..

tek düzelik,
bunalım,
çıldırma içerikli,
aslında büyük hayaller peşinde,
incelikli insanların ne uçurumlara sürüklenebileceğinin filmi.
yine bu filmle Altın Küre’ yi almış Kate Winslet’ in,
telefon başındaki performansı takdire değer..

adayların açıklanmasına az kalmışken
ve üç maymun’ un adaylık şansı uzaklarda da olsa belirmişken,
benden sizlere öncelikli bir ipucu olsun bu küçük film eleştirileri..

belki de bir “ siz de izleyin “ isteği..

Hiç yorum yok: