25.06.2009

Avrupa Notları 3 - Lüksemburg ve Köln..

( aşağıdaki yazı yoğun acılar yaşadığım bir dönemde yayınlandı.
önceden yazıp hazırladığım için sayfaya koydum ama asıl içinden geçtiğim dünyayı sonraki yazılarda, Avrupa serisi bitince ve ben yeni yazı yazabilecek kadar kendime gelince anlatacağım )

ertesi sabah Lüksemburg’ a gitmek üzere rüyalarımın şehri Paris’ ten ayrıldık.
ama ayrılır ayrılmaz kentin biraz dışındaki outlet kasabasında uzunca bir mola verildi.
hesapta burası ünlü markaları ucuza satın alabileceğiniz bir yerdi.
ama bizim aklımız ve ruh halimiz alışveriş modunda değildi.
yine de biraz gezindik.
fakat tercih ettiğimiz marka ve modellerin fiyatları Türkiye ile hemen hemen aynı gibiydi.
gümrükten geçirme zorluklarını vs de düşünerek bir şey almayı tercih etmedik.

ama millet arılar gibi etrafa saldırmış olmalı ki,
çoğu kişi buluşma noktasına eli kolu alışveriş torbalarıyla dolu geldi.
daha sonra bunları taşımak hep sorun oldu tabii.


birkaç saatlik yolculuk ve bir yemek molasının ardından biraz daha devam edip Lüksemburg’ a girdik.
küçük, zengin, düzen abidesi Lüksemburg’a..







Lüksemburg minik bir ülke.
400.000 nüfuslu.
kişi başına gelirin ortalama 86.000 USD olduğu
ve saat 16.30 gibi bütün işyerlerinin kapadığı bir yer.
insanlar sakin,
huzurlu ve uyumlu.
sessizliği ve düzeni bozacak pek bir şey yok gibi.
bunun yanında bir meydan ve vitraylarıyla ünlü bir katedral dışında görülecek de pek bir şey yok.

biz de meydandaki kafelerde yemek yedik
ve şehrin en önemli bölgesi olan Petrus vadisini gezdik.
bu vadi oldukça derin bir vadi ve üzerinde etkileyici bir köprü mevcut.
köprünün kemerinin çapı 85 metre ve yapıldığı zaman için dünyanın en geniş kemeriymiş.
şu an da bu durum pek değişmemiş gibi
ve bu köprü hala mimari açıdan dünyadaki sayılı köprülerden biri.





saat çok geç olmadan otelimize gittik.
önceki otellerimiz de fena olmamakla birlikte,
Lüksemburg’ ta kaldığımız Novotel ve Amsterdam’ da kaldığımız Radisson en iyileriydi.

rahat lobide rehberle biraz sohbet edip gırgır şamata yaptık,
otelin Türk aşçısıyla tanıştık,
sonra odaya çıkıp yarım yamalak UEFA finalinin 2. yarısını izledik.
çünkü sabah erken kalkacaktık ve uyukluyorduk..
zaten tüm tatil boyunca uyandırma 05:30 ya da 06:30 saatlerinden biri olarak belirleniyordu.
çünkü ülkeler arası yolculuklarımız otobüsle gerçekleşiyordu,
haliyle bu da zaman alıyordu.
gün kaybetmemek için çok az uyuyorduk ama yaşadıklarımız buna değiyordu.
bir sabah Brüksel’ de ertesi sabah Paris’ te uyanmak,
sonra 3 gün Paris’ in büyülü havasını soluyup,
ardından Lüksemburg’ a,
Köln’ e,
Amsterdam’ a ulaşmak,
tümüne ilk defa gittiğimiz bu yerlerde inanılmaz deneyimler yaşamamıza neden oluyordu.
en basit bir yapı,
bir katedral
ya da geleneksel bir yemek bile bize büyük mutluluklar veriyordu.
çünkü biz tamamen yabancı olduğumuz koskoca bir dünyanın kapılarını aralıyorduk.
Lüksemburg bu açıdan biraz fakir bir ülke olduğundan,
orada 1 gün kalmakla yetiniyor,
ardından günübirlik gezimiz için Köln’ e geçiyorduk.







Köln de Paris gibi şehirlerle karşılaştırıldığında tarih açısından çok zengin sayılamayacak bir şehir..
ama öyle bir varlığa sahip ki,
bu eserle eksiklerini büyük ölçüde kapatıyor:
Dom Katedrali..
bu katedral için ne demek, onu nasıl tarif etmek gerekir bilmiyorum.
hem güzel, hem ürkütücü, hem karanlık, hem çekici,
devasa,
heybetli,
eski
ya da sadece çok güzel!
Ren Nehri kıyısından tatlı bir girişle sizi karşılayan Köln’ ün,
gezdiğimiz diğer şehirlerin tümünden daha temiz olan mis gibi sokaklarının size merhaba dediği bir anda,
bu katedrali karşınızda görüyor
ve karmaşık duygulara sürükleniyordunuz.
onu sevecek miydiniz, ürkecek miydiniz?
yoksa sadece hayran olup sorgulamayı kesecek miydiniz karar veremiyordunuz.

dile kolay karşınızdaki 761 yaşında muhteşem bir eser.
yapımına 1248 yılında başlanıyor.
ancak 1880 yılında tamamlanıyor.
düşünün, yapımı tam 632 yıl sürüyor..
gotik bir mimariye sahip ve yüksekliği 157 metreyi buluyor..
ve yazarınızla sevdiceği ne yapıyor?
buraya –da- tırmanmaya karar veriyor.





o dönen merdivenlerde nasıl yitip gitmedik,
nasıl kalp krizi geçirmedik bilmiyorum.
ama en tepeye çıktığımızda resmen bitmiştik!
yine de güzelim Ren nehri manzarasına ve etrafımızı çevreleyen kutsal kulelere bakıp değer dedik..
birkaç fotoğraf çekip yine zorlu bir iniş gerçekleştirdik ve Köln meydanına indik.
burada früh diye bir köln birası içtik
ve toskana usulü pizza benzeri bir şey yedik.

sanırım gelişimiz İsa’ nın göğe yükselişi gibi bir güne denk gelmişti o yüzden resmi tatildi.
dolayısıyla çoğu dükkan kapalıydı.
biraz etrafı gezip açık bulduğumuz dükkanlardan yine magnet ve hediyelik birkaç şey aldık.
donut yedik..
sonra da ben Avrupa’ ya gitmişken bunu yapmadan gitmek olmaz diye düşünerek,
yaldızlı makyajlar yapıp heykel gibi duran,
para atınca kıpırdayıp fotoğraf çektiren sokak sanatçılarından biriyle resim çektirdim.
10 sn.lik yan yana gelmemizde adam benimle epey sohbet etmeyi başarabildi.
önce İngilizce mi Fransızca mı konuşacağız diye sordu..
ingilizce dedim..
nereden geliyorsun dedi..
türkiye dedim..
ben de ispanyolum dedi..
akdeniz kültürü yakın sayılırız dedim..
gülüp bana sımsıkı sarıldı..
böyle sarılmazsak olmazmış, bu resmin özelliği buymuş..

peki diyip resmimi çektirdim.
başımın göğe erdiğine karar verdikten sonra 2 EUR verdim
ve turdakilerle buluşma yerimize gittik.
artık gideceğimiz son yer olan Amsterdam’ a doğru ilerlemekteydik..

1 yorum:

.. dedi ki...

ne güzel yav 8)