8.07.2008

lost, wimbledon, federer - nadal, hancock


bana sevgi kelebeği deme,
kelebeğin ömrü az olur ey okuyucu!

geçen haftanın son günleri hastaydım,
yastık – yorgan yuvarlanmaktaydım.

cumartesi bir nebze toparlandım.
sevdicek tarafından akşamüstü ansızın evden çıkarıldım.
bir baktım Hancock’ ı seyretmek üzere Astoria Cinebonus’ un koltuklarındaydım.

filmi beğenmedim.
ama Okko’ yu beğendim.
( geçen hafta – ancak – keşfettiğimiz Astoria’ daki müthiş gurme market. )
film çıkışı sevdiceği koluma takıp,
uzun müddet Okko sularında gezindim.
peynirler denedim,
“ aaa bu da mı var adamlarda? “ şeklinde binlerce hayret ettim.
ortamına,
ışığına,
çeşidine,
her şeyine bittim.

eve döndük sonra.
yemeği beraber hazırlayacaktık bi an evvel ama,
bir miktar gecikme girdi araya.
şok edici bir haber vardı televizyonda zira
- ben O’ na yemek hazır olmadan TV’ yi açma demiştim oysa -
Hasan Doğan artık yoktu aramızda!

çok mu iyi tanırdık?
yooo..
pek mi bi hastasıydık?
yoooo..
kendisinden çok mu hoşlanırdık?
yooo..
ama ölümüyle sarsıldık.

evet..
bodrum’ da tatilinin ortasında,
böyle birdenbire,
erken bir yaşta,
pat diye göçüp gidivermesine,
fena hayıflandık..

her ölüm karşısında,
herkesin olduğu üzre,
biz de çaresiz kaldık,
bir şey yapamadık,
donuklaştık..

Lig Tv’ de Şansal Büyüka bizden beterdi,
ne dediğini bilmez haldeydi,
neden o anda orada olduğunu,
neden program yaptığını sorgular gibiydi..
üzüntü işte böyle bir şeydi..

tabii elimizden bir şey gelmezdi.
yemeğimizi yedik.
Okko’ dan aldığımız kaşarlı köfte ve tortelliniyi iştahla mideye indirdik.
az önce üzüntüler içinde düşüncelere dalan biz değil miydik?
“ ateş düştüğü yeri yakar “ da,
işte tamamen böyle bir şeydi..

pazar günü neredeyse tüm gün Lost izledik,
ben 2. turu atıyorum,
sevdicek ilk kez izliyor diziyi.
2. sezondayız
ve ikimiz farklı heyecanlardayız.

onda “ şimdi ne olacak? “ merakının dürtüsü
bende de “ hah birazdan şu olacak “ bilgeliğinin iç ses gürültüsü.
neyse ki ilerde olacaklarla ilgili ağzımı kapalı tutmayı beceriyorum da,
diziyi tadını kaçırmadan izleyebiliyoruz.
sürprizsiz lost lost değildir ne de olsa…

pazar akşamüstü Wimbledon finali vardı heyecan ekranımda,
uzun müddet bayılarak seyrettim de sonuçta,
ama yağmur girdi araya
ve son setleri izleme fırsatı bırakmadı bana..

çünkü kaçırılmayacak bir Brezilya – İngiltere finali vardı
diğer tarafta,
yani play stationda,
winning eleven’ da..

sonradan öğrendim ki,
daha once “ çimde oynayamama “ huyundan dolayı kazamadığı kupa,
bu kez nasip olmuş Nadal’ a..

darısı diğer maçlara…

PS: yazıyı bitirdikten sonra farkettim ki,
forumlarda ve internette,
Nadal – Federer taraftarlığı çatışması üst seviyeye ulaşmış durumda.
hayır,
GS - FB çekişmesi mi bu?
hani tenis kralların oyunuydu,
adildi,
asildi,
zarttı – zurttu?
niye ki bu şimdi vahşileşmeleriniz?
ben maçı izlerken hangisini tutacağıma bir türlü karar veremedim,
bir tarafta Federer’ in soğukkanlı tekniği,
topu ısrarla,
farklı şekillerle ve hızlarla Nadal’ ın en ulaşamayacağı yerlere indirmesi,
diğer tarafta Nadal’ ın tüm o “ yetişilmeyecek noktalara “ yetişmesi,
top peşinden koşarken adeta kendinden geçmesi,
gençliği,
dirayeti,
“ kazansa ya bu çocuk “ dedirtmesi.
karşıda Federer’ in kazanması durumunda bir
“ teknik ve tecrübe kazandı, hak yerini buldu “ şeklinin hissedilmesi.
izleyicide topla beraber bir o tarafa bir bu tarafa geçen
kimden yana olacağını bilememe hissi.
ve sonsuz bir seyir zevki..
niye yalnızca bunun keyfini çıkarmayı istemeyiz ki?

Hiç yorum yok: