3.03.2010

Veda, Vogue, Galatasaray ve LOST!!


kısa bir aradan sonra,
birikmiş haber, görüş ve önerilerimde emrinizdeyim.
bu yazıda size Veda filmi, Vogue Türkiye, Galatasaray ve Lost’ tan bahsedeceğim.
şimdiden söyleyeyim.

içinde Atatürk olan her şeye duyduğum gibi,
Veda’ya da daha izlemeden saygı duyduğumdan,
filmi güzel bir salonda izlemek amacıyla cumartesi iş çıkışı sevdicekle beraber kalktım İstinyepark’ a gittim.
yoğun bir bilet kuyruğu tam karşımızdaydı ve
kuyrukta efendi bir şekilde sırasını bekleyenler arasında Saadettin Saran da vardı.
( fakat gördüğümüz kadarıyla Hülya Avşar yanında değildi. )

genelde ünlü görmeye meraklı insanlar değiliz,
ama uupuzuuunnn boyuyla herkesin arasından sıyrılan Saadettin Saran’ ı görmemek de mümkün değil gibiydi.
o kalabalığın arasında sıra bekliyor olmasını,
kendini kimseden üstün ya da ayrı tutmuyor olmasını takdir ettik.
ancak biz kendisi kadar sabır taşı insanlar olmadığımızdan sıraya girmedik ve kiosklara yöneldik.
2 dk içinde de biletimizi almış yemeği nerede yiyeceğimizi düşünmekteydik.

Burger’ da bi şeyler atıştırıp filme kadar biraz dolaşmayı tercih ettik.
ben yine D&R’ da ve Mudo’ da kendimden geçtim.
her şeyi her şeyi satın almak istedim..

film saati geldi sonra.
mısırım-kolam kucağımda,
hevesle koltuğuma yerleştim.
ama maalesef yine beklediğimi elde edemedim.
kafamdaki gibi profesyonel bir Atatürk filmi izleyemedim.
evet bu seferki belki Mustafa’ dan daha iyi niyetliydi.
emek de harcanmıştı, belliydi.
ama bir çok şey, üzülerek söylüyorum acemiceydi.


bir kere Türk filmlerinin büyük zaafı montaj problemi yine başrollerdeydi.
oradan oraya zıplamalar, sahneler arası bağlantılardaki aksaklıklar sık rastlanan türdendi.
makyajların çoğu başarısız,
Sinan Tuzcu iyi bir oyuncu olmasına rağmen Atatürk portresiyle inandırıcılıktan uzak, figüranların oyun kalitesi ise yerlerdeydi.
güzel olansa fotoğraf olarak bakıldığında estetik değer fışkıran birkaç sahne ve Zülfü Livaneli’ nin muhteşem müzikleriydi.

İstinye Park dönüşü bu kez heyecanla beklediğim başka bir şey,
Vogue Türkiye elimdeydi.
pazar gününün büyük kısmı da onu incelemekle geçti.
Vogue efsanesini zaten hepimiz biliyor ve takdir ediyoruz
ama Türkiye’ deki durumun nasıl olduğunu irdelemek ayrıca keyif vericiydi.
ilk elinize aldığınızda diğer kadın dergilerinden bir farkı olmadığını düşünebiliyorsunuz,
fakat o 500 küsur sayfalık nimeti kucağınıza alıp okumaya başladığınızda,
gerçekten detaylı ve kaliteli bir işle karşı karşıya olduğunuzu anlıyorsunuz.
okunacak, bakılacak şeyleri diğer dergilerde olduğu gibi 1 saatte bitiremiyorsunuz
ve ciddi anlamda “aylık” bir dergiyle karşı karşıya olduğunuzu fark ediyorsunuz.
o yüzden benim pazar günü yaptığıma da ancak bir ilk bakış ya da ön okuma diyebiliriz.
bu ilk bakışta göze çarpan konular arasında,
-Ünlü tasarımcı McQueen’ in intiharını,
-Ferzan Özpetek dosyasını,
-Mardin ve Bodrum’daki moda çekimlerini,
-Zeki Müren eksenli kıyafet inkılabı yazısını,
-Geçmişten bugüne stil ikonları ile ilgili hazırlanan dosyayı
(Coco, Diana, Kate, Jackie, Grace, Marilyn, Brigitte vb ),
-Sinema-müzik-kitap tavsiyelerini,
-İstanbul Moda haftası eleştirilerini sayabiliriz
.

sırf bu kadar fikir edinebilmek bile günümün önemli bir kısmını aldı.
kalan kısmındaysa nefes kesici futbol mücadelesi vardı.
ilk olarak Fenerbahçe’ nin puan kaybı yatıştırıcıydı,
ardından Galatasaray’ ın muhteşem futboluyla yakaladığı 4-1’ lik galibiyet takdire şayandı.
Galatasaray, korkmadan,
kendisi gibi oynadı,
ve rakibine büyük üstünlük kurarak,
seyircisine bir futbol resitali sunarak 3 puanı kazandı.
yazarınız da evde bol bol hopladı zıpladı.

size anlatmak istediğim konular arasında son olarak da Lost vardı.
burada uyarımızı yapalım,
ve 6. Sezon 5. Bölümü izlemeyenler için
yazının bu kısmıyla ilgili kocaman " spoiler " uyarımızı koyalım.
eğer bu bölümle ilgili bir şey okumak istemeyenler varsa,
onlarla yazının bu kısmında vedalaşalım.
bölümü izlemiş, dolayısıyla neden bahsettiğimi anlayabilecek olanlarla yola koyulalım
ve konumuza bodoslama dalalım.


şimdi,
her ne kadar ara sıra denyoluklar yapmış olsa da,
ilk bölümden beri sevip saydığımız bir karakterdi daktır Jack.
fakat bu bölümde deniz fenerindeki aynaları kırdı ya,
yemin ederim canımdan can gitti.
ben ki öyle babaanne gibi televizyonla konuşan,
kapının arkasından saklanan katili görünce filmdeki kurbana doğru "sakın girme o kapıdan" diye bağıran biri değilim.
ama o Jack olacak adamın aynaları kırdığı sahnede,
ben bile büyük bir şaşkınlık içinde " aaa naapptı??? " dedim.
gerçekten de “ne yaptın sen Jack?”
ya da onların deyimiyle " hey ahbap, söylesene senin derdin ne ha? " demek istedim.

düşünsenize,
tüm tarih boyunca icat edilmiş belki de en karmaşık ve ilginç aygıtlardan biri o an karşınızda.
bilimsel bişeyse belki Tesla’nın veya benzeri uçuk bir bilim adamının uzun çalışmalarının ürünü.
bilimsel bi şey değilse,
belki –sümme haşa- Tanrı’ nın dürbününün dünyadaki izdüşümü vs gibi dokunursan çarpılacağın,
derin mistik gizemleri olma ihtimali yüksek bi bi şey,
belki bi test, bi simge.

en azından bi doktor olarak, bi bilim insanı olarak,
"Allah Allah nasıl çalışıo bu alet, nasıl gösterio bu aynalar çevremizde olmayan yerleri?" demez misin?
neden hepimizin birer numarası var,
burada isimleri geçen diğer kişiler kim,
bu çarkın çalışma prensibi nedir demez misin?
en kötü ihtimalle, bi arkadaş, bi kanka olarak,
yanında seninle oralara kadar çıkmış Hugo varken
"hacı du bakalım bi de senin numarana doğru çevirelim şu çarkı, ne gösterecek" demez misin?
yıllardır biricik sevdiceğin olan Kate’ in numarasına bakınca neler göreceğini merak etmez misin?
üzeri çizilmiş-çizilmemiş kişiler arasındaki bağlantıları/farkları irdelemez misin?

belki 6 senedir izleyip izleyip çözememekten artık fenalık geçirdiğimiz,
bileklerimize kolonyalar sürdüğümüz dizinin bütün gizemlerinin cevapları o aygıtta.
sen napıosun?
okumuş etmiş adam gibi davranmak yerine,
bi Recep İvedik edasıyla,
önce " neyi yansıtıo la bu " diye arkana bakıyorsun.
-tamamen düz mantık-
sonra da tam bi maganda gibi paramparça ediyosun aleti!

bir bilseniz o an o kadar sinirlendiğimi..
en son John Locke benzer bir vandallık yapıp denizaltıyı patlattığında kendimi böyle hissetmiştim.
çünkü o ana kadar bizim için en önemli şey Lostielerimizin adadan sağ salim çekip gidebilmesiydi.
evet belki gizemler de çözülmeliydi ama nihai amaç eve dönmekti.
Locke bu şansı mahvetmişti.

bence bu iki örneğin ortak özelliği bencilliği temsil etmeleri.
John Locke " ben bu adadan çıkılmaması gerektiğine inandım o zaman kimse çıkmayacak! " mantığıyla güzelim denizaltıyı Jack’ in gözleri önünde yok etmekten çekinmedi.
Jack de aynı şekilde kendi evinin yansımasını aynada görür görmez,
aygıtı parça pinçik etti.
tamam sen sinirlendin ama başta yanındaki Hugo olmak üzere,
diğerleri de kendileriyle ilgili ne göründüğünü bilmek isteyebilirlerdi.

işte o aynalar kırılırken ben bunları hissettim.
fakat sonra kendime şöyle dedim:
Jack az önce tüm hayatının adeta bir BBG evinden, adeta bir Truman Show’dan ibaret olduğunu öğrendi.
bütün yaşamı Jacob adında üstelik hiç tanımadığı biri tarafından manipüle edilmişti.
tabii ki bir şok geçirecek,
tabii ki durumla alakalı elinde bulunan tek nesneye düşünmeden zarar verecekti.

yine de şunu belirtmek isterim,
favori dizi karakterim Michael Scofield asla böyle bir eylemi gerçekleştirmezdi.
ne denli yıkılmış ya da duygularıyla oynanmış olursa olsun,
adaya düştüğü ilk andan itibaren fırsatları değerlendirirdi,
parçaları birleştirirdi ve mutlaka çözüm daha ilk sezonda kafasında belirirdi.
6 sezon sonunda ise Los Angeles – Ada arası otoban bile inşa etmiş olurdu,
ben size o kadarını söyleyeyim.
ve yazıma şöyle bir son vereyim:
R.I.P Michael.
everybody will miss you 4ever.

bye.







4 yorum:

.. dedi ki...

hayat'ım, ben lost seyretmediğim için sonuna kadar okudum yazıyı. gerçi sel kişisi izlediğinden benim de mevzu hakkında fikrim var tabi o sebeple azıcık anladım ne dediğini.
ne gerizekalıymış o daktır yaa.. allahın salağı. sinir oldum ben bile burdan. Michael Scofield ise bir insan değil, bir rüya zaten 8)
diğer mevzuya gelince
moda insanın kendine yakışanlar arasından parasının yettiğini giymesidir düsturlu bi insan olduğumdan pek ilgilenmedim dergiyle. bi de reklamına gıcığım.
veda'ya gelince.
henüz izlemedim ama izlliycem elbet. beklediğimi ben de bulamıycam, zira bahse konu kişi bence anlatılabilir sınırların ötesinde.
8)

hayatgibi dedi ki...

saklanbacım

kesinlikle Atatürk' ün anlatılabileceğine inanmamaya başlayacağım neredeyse ben de..

ama görev gibi gidip izliyoruz işte..

alpernatif dedi ki...

Hayatgibim
Enteresandır satırlarını okurken GS Eskişehir karşısında 2-0 yenikti
Gönlümü ferahlatarak bu sataşmayı yaptıktan sonraaaaaa :))))
6. sezonda cevap bulacağız derken daha çok soru bulduğumuzu kabullenip,6 sezondur bir türlü çözemediğimiz bir şeye de neden bu kadar sardırdığımızı merak edip,saklanbacıma derim kiiiiiiii
Scofiled geeeeeeeeey :P

hayatgibi dedi ki...

geçen hafta sevindiren GS bu sefer güldürmedi :(

pazartesi oynamak yaramadı sanki..
bi de Scofield değil ama bizim hakem galiba hipna idi.

bariz elle atılan pozisyonda gitti gol verdi.
aynı adamın yine ilk yarıda bizim ceza sahamızda topu elle kontrol ettiği yerde de penaltı vermeliydi..


ahh ahh zaten ne zaman hakkımız yenmedi ki..

neyse çarşamba günü oynanacak maç önemli şimdi..