19.07.2009

Avrupa Notları 4 - Amsterdam..


Amsterdam’ ı göreceğim için heyecanlıydım ama
tatilin son 2 gününe giriyor olmanın sızısını da içimde ince ince hissetmekteydim..
hakkında daha önce gördüklerim ve duyduklarımdan dolayı pozitif bir önyargı içindeydim.
benim gibi özgürlüğüne düşkün biri için Amsterdam adeta dünya üzerindeki cennetti.
acaba öyle miydi?

önce,
rahatlıkla bu fikrimde yanılmadığımı söylemeliyim.
ama Amsterdam sadece Kırmızı Fener Sokağı' ndan,
uyuşturucudan ya da çılgınlıktan ibaret değildi.
neredeyse her sokakta karşınıza çıkan su kanalları,
köprüleri,
kanalların 2 yanına sıralanmış müthiş şirinlikte evleri
ve şehrin neredeyse tamamını kaplayan bisikletleriyle,
aslında burası aynı zamanda yaşamaya çok uygun bir yerdi.






“ aşmış “ tabir edilen merkezden birkaç sokak uzaklaşıldığında,
gayet mazbut kabul edilebilecek bir hayat da sürdürülebilirdi.
yani insan bu şehirde öğrenci hayatı da yaşayabilirdi,
aile hayatı da,
çocuk da büyütebilirdi,
barlarında sarhoş olup uyuşturucudan kendini kaybedebilirdi de..
müzeler de vardı,
rezillikler de,
bu şehirde yüksek sanata da rastlanıyordu,
canlı seks gösterilerine de..

ilk akşam klasik panaromik şehir turu yaptık.
kanalları,tekneleri, asırlık evleri
ve tabii Kırmızı Fener Sokağı’ nı gördük.
ardından şehrin merkzine gittik.
Sports Cafe’de kocaman biftekler ısmarlayıp,
bira ve patates eşliğinde bir güzel yedik.
fakat ben seçtiğim Guinness birasını içemedim,
çünkü sevemedim..
masada elden ele dolaştı bir süre benim şişe.
kimse içemedi.

yemekten sonra Amsterdam’ ı gezmeye devam ettik.
müzeler bölgesi olarak bilinen yere gittik.
kocaman yeşil bir alanın çevresinde müzeler..
ertesi gün daha kapsamlı gezmek üzere buluşma yerimize yöneldik..
trenle kısa bir yolculuktan sonra Schiphol havaalanına yakın olan otelimize gittik.
otelden havaalanına sürekli işleyen shuttle hizmeti,
havaalanından da Amsterdam merkeze 10-15 dk.da varan trenler sayesinde,
ulaşımda bir zorluk çekmedik.

5 yıldızlı otelimiz Radisson’ da rahat bir gece geçirdik.
ben sınırsız ve hızlı internetten yararlanarak Prison Break’ in büyük finalini indirip seyrettim.
( merak etmeyin, ağlamayı ihmal etmedim. )
bu arada uçağı da sayarsak tatilim boyunca 2 kitaba başladım.
1.si Sineklerin Tanrısı
2.si Sevdalım Hayat / Zülfü Livaneli.
ikisini de ancak dönüşte bitirebildim.

ertesi gün turdakilerden ayrı dolaşmaya karar verdik.
çünkü onlar Volendam’ a gideceklerdi ama biz Amsterdam’ ı daha doğru dürüst görememiştik
ve ertesi gün İstanbul’ a dönecektik.

elimize bir harita alıp kafamıza göre gezmeye karar verdik.
iyi ki de öyle yapmışız çünkü tatilin neredeyse en keyifli bölümleri,
gruptan ayrılıp,
hiç bilmediğimiz bir şehirde,
kaybolma korkusu bile duymadan,
macera duygusu içinde neşeyle gezdiğimiz günlerdi.
Amsterdam’ ın ayak basmadık noktasını bırakmadık.
yürüye yürüye her sokağa girdik.

otelden ayrılıp bir şeyler atıştırdıktan sonra,
müthiş büyüklük ve çeşitlilikteki Artis hayvanat bahçesini gezdik.
müzeler bölgesine tekrar gidip,
burada sembol haline gelmiş olan “ I Amsterdam “ yazısı önünde resim çektirdik.
Van Gogh Müzesi' ni Rijks
Müzesi' ni gördük.
ancak ikisinde de metrelerce kuyruk olduğundan içlerine giremedik.
fotoğrafını çekmekle yetindik.







Hard Rock Cafe’ nin de bulunduğu merkeze daha yakın bölümlere gelip biraz daha gezdik.
kafamızda en çok bisikletlerle dolu,
kanallarla bezeli
ve her an her yerinden esrar-marihuana kokusu alabileceğiniz,
müthiş evlerle,
rahat insanlarla ve her türlü özgürlükle çevrelenmiş bir şehir imgesi kaldı.
galiba biz bu resmi çok sevdik.





ertesi gün üzüle üzüle,
gönlümüz,
aklımız,
her şeyimiz Avrupa’ da kala kala döndük İstanbul’ a..
inanın, az söylenmedik.
şimdi biz bu megaköyde nasıl yaşayacağız,
o güzellikleri nasıl unutup buranın sefaletine razı olacağız diye az hayıflanmadık.
belki de tek sevincimiz uçaktan sağ salim inmemizdi.

bavullarımızı alıp yola düştük.
Boğaz Köprüsü’ ne geldik sonra.
Boğaz gözüktü.
güneş batıyor ve Boğaz’ ı sarı kızıl tonlara boyuyordu.
sıcak, tuhaf bir şey o sulardan yansıyıp gözüme girdi.
kulağımda çalan müzik de galiba kalbime sihirli birkaç söz söyledi.
gözlerim doldu bir anda.

İstanbul sanki az önce söylediklerimle incittiğim bir sevgili gibiydi.
ben Avrupa denen başka bir sevgilinin yatağından çıkıp gelmiştim.
İstanbul ise her şeye rağmen beni sevmekten,
beni beklemekten vazgeçmemişti.
ve karşıma çıktığı anda,
yüreğimi ellerinin ortasına alıp,
akşamüstü güneşinin ışık huzmeleri arasında,
içime ılık ılık akıvermişti.
ben onu sevmekten vazgeçtiğimi sanıyordum oysa..

yine de artık o benim aldattığım sevgilimdi.
hiçbirşey eskisi gibi olamaz,
hiçbir şey bir daha düzelemezdi.
belki de bunu bildiğimden,
gözlerimden aceleyle saklamaya çabaladığım bir damla yaş geldi.
sevgilim fark etti.
bir bana bir Boğaz’ a bakıp gülümsedi.

son 2 gündür rüyalarıma giren,
bembeyaz bir tutku gibi burnumda tüten,
süt kokulu canım kedime kavuştum sonra..



2 yorum:

alpernatif dedi ki...

İlk sevgili ne olursa olsun hep asıl sevgilidir
Affeder,kucaklar

Sizler sevmezsiniz ama Ankara'da her yolculuğumdan sonra inatla bekleyen bir kadın gibi sarılır bedenime
Huzur bulurum :)

Şarküteri dedi ki...

Ben de alperin peşi sıra geziyormuşum gibi oldu. Adam da hep benim diyeceklerimi yazıyor arkadaş. Bana ne, bana ne...

İlk sevgili ne olursa olsun hep asıl sevgilidir layflayk... Affeder kucaklar. Yok yahu, başka birşey diyecektim.

Sınırlı günde gezme stresi hep deli eder beni. Sizin yaptığınız gibi şehrin kalbine dalmak yerine, gidilmesi-görülmesi tavsiye edilen yerlere gitmek zorundasındır. Yani atıyorum kağıthane' ye değil de sultanahmet' e gidip fotoğraf çektirmek zorundasındır. Tebrik ediyorum bu yüzden. Amsterdam' ı dünya gözüyle göremedim henüz. Gidersem en az bir on gün kaybola kaybola, bata çıka gezmek istiyorum. Saygılarımla efendim.